Emekli Amiral Vedii Bilget : Seçmeler
WCARGA HİZMETLERİ
BELGE ARŞİVİ
.

 

1966 İran İzlenimleri

Daha uçağa biner binmez, yanımdaki arkadaşlar kafa kafaya verdiler, başladılar alışveriş tartışmalarına. Tahran'dan neler alabilirler, neler ilginçtir, eşleri ve çocukları neler istediler...Bir de havacı arkadaşın baldızının siparişi ele alındı. Bu Tahran'a dek böyle sürdü. Sonra orada hesaplar yapıldı. Dönüşte, harcanan paralar karşılaştırıldı. Kimin, neyi daha ucuza aldığı saptandı. Yani bir alışveriş sözüyle çıkıldı yola ve öyle dönüldü Ankara'ya.

Şaşırdım kaldım. Hem bildik bir tutum olmadığından, hem de onca alışverişe nasıl para yetirebildiklerinden. Ayni otelde kalıp ayni yemekleri yememize karşın (Biliyorsunuz, CENTO'daki dost ve kardeş müttefikimiz İran, ağırlama harcamalarımızı üstlenmedi. Pehlevi yoksullaşıyor sanırım, üzüldüm!) benim paramın ancak oğlum Ömer'in yıllardır isteyip durduğu bir elektronik oyuncak uçak almaya yettiğinden. (Denizcilere daha az mı harcırah veriliyor acaba? Öyleyse kınarım!)

Bir de şuna şaştım : Üç Kuvvet Komutanlığı'ndan dört albay yanyana gelmişiz. Hiç konuşacak sözümüz olmasa mesleksel sorunlar üzerinde söyleşiriz sanıyordum. Çok safmışım.

Tahran'a inince, kıtadan yetişme, Türkçe bilen Davud adında bir Üsteğmen karşıladı bizi. Mihmandarımız olacakmış. Havacı Albay, Davud'a soyadını sordu. Çocuk anlamadı. Albay üsteledi. Ben araya girdim.

-Soyadı yasası mı var burada ki Albayım, Üsteğmenin soyadı olsun. Adı da soyadı da bu işte : Davud.

Bu kez Albay anlamadı.

-Hiç öyle şey olur mu?

-Olur Albayım, olur. Burası Türkiye değil, İran. Şahlık yani, Şah-lık!

Baktım, Davud'un yüzü asılmıştı.

O akşam bir otele yerleştik. Arkadaşlar pahalı buldular. Ayrılmak, başka otele gitmek istediler. Direttim.

-Olur mu? Geldik, kaydımızı yaptırdık. Şimdi de çıkacağız. Yakışır mı hiç Türk Subayı'na?

Kabullendiler. Odalarımıza çıktık. Ama şunu saptadım : Eğer, önceden fiyatını sorup öğrenmeden bir otele yerleşir de sonradan pahalı bulup ayrılmaya kalkarsa, insanın toplum içinde yaşam yaraşıklılığına uygun olmayacağını söyleseydim umursayan olmayacaktı. Ama "Türk Subayı" olduğumuzu öne çıkarınca akan sular durdu. İyi de oldu!

Ertesi gün, Genelkurmay karargâhına gittik. Tatbikatın Şiraz'da olacağını bildirip neler uygulanacağını anlattılar. Öyle, baştan savma bir brifing verdiler yani.

Bundan sonra Tahran dışında büyük bir baraja gittik. Bir çok irili ufaklı köylerden geçtik. Öyle köylerdi ki bunlar, bizim yoksul Doğu ya da Güneydoğu Anadolu köyleri bunların yanında kocaman varsıl birer ilçe gibi dururlardı. Hiç de abartmıyorum. Bakımsız, terkedilmiş izlenimi veren, elde olmaksızın insanı ürperten yerlerdi buraları. Arkadaşlar, Davud'la söyleşiyi koyulaştırdı. Ben inip birkaç köylüyle konuşmayı denedim. Yarım yamalak da olsa Türkçe konuşanları vardı aralarında. Bir kez Şah'ın adını anacak oldum, baktım spazm geçirir gibi oldular.

Akşam yemeği için, Subay Gazinosu'nu andırır bir yere götürdü Davud bizi. Oldukça geniş bir masaya oturduk. Bir süre sonra bir kaç sivil geldi yanımıza. Önce, resmi giyinmemiş İranlı subaylar olduklarını sandım. Ama Davud, onları petrolcü olarak tanıştırınca şaşırdım. Askeri gazinoda işleri neydi?

Oradan buradan konuşmaya başladık. Baktım, ilgi konusu Türkiye. Petrolcüler çok meraklı ülkemize. Şöyle en kaykılmış oturanına -ki hemen yanımdaydı- eğilip, İran konusunda benim de bilmek istediğim şeyler olduğunu söyledim. Çok sevinirdi. Buyurup soraydım. Sordum ben de.

-Musaddık'ın neler yapmak istemiş olduğunu merak ediyorum. Onun amaçladığı değişiklikler nelerdi?

Petrolcü ayağa fırladı. Kan basmış yüzünü titreterek, "Musaddık mı? O bir haindir efendi, bir hain!" dedi ve çekip gitti. Yemek de gece de bitti.

Sonraki gün, bir C-47 Dakota ile Şiraz'a gittik. Kentte bir otele yerleştik. Neyse, bu kez fiyat konusunda anlaşmazlık çıkmadı.

Ertesi gün de tatbikat bölgesine götürüldük. Harekât alanının yakınında arabalardan indik. 25-30 metre ilerimizde bir Reo durdu ve bir takım asker çıktı içinden. Başlarında bir subay vardı. Gitti, harekât subayına tekmil verdi. Ve işte o anda askerler ard arda üç kez bağırmaya başladılar.

-Cevit Şah! Cevit Şah! Cevit Şah!

"Aman, ne oluyor?" diyerek döndüm Davud'a.

-Ne diye bağırıyor bunlar?

"Şahım çok yaşa!" diye bağırıyorlarmış meğerse. Aldı beni bir gülmek. Bu kez Davud bakıyor bana, "aman, ne oluyor?" diye. Anlattım.

-Çocukluğumuzda babalarımız anlatırdı. Osmanlılar'da kapıkulu askerleri de böyle "Padişahım çok yaşa!" diye bağırırlaımış, onu anımsadım.

Davud anlamadı. "Nesi var efendim? İşte, iyi bir gelenek, görenek" diyor. Yalnız kapıkulu askeri ne demekmiş, onu anlamamış. Anlatıverdim. Hem de iyice. Kaşlarını çattı. Bizi ardına kattı, tatbikatı izleyeceğimiz yere sürükledi. Bir ara da, sanki söyleyecek bir şeyi varmış da içinde kalmış gibi devinimlerle bana bakınca, sordum.

-Bir şey mi var, Üsteğmen?

Yanıtladı.

-Siz ne düşünüyorsunuz bilemem ama efendim, bizde gelenektir. Her toplanmada, dağılmada, yemeğe otururken, resmi törenlerde asker hep böyle bağırır.

Patladım.

-Sen ne diyorsun Davud? Biz bundan kurtulmak için mücadeleler vermiş bir ulusuz. Padişahı kovduğumuzu bilmiyorsun galiba.

Davud başını öne eğdi. Diğer arkadaşlar da.

Tatbikattan sonra yeniden Tahran'a döndük. Arkadaşlar da bol bol alışveriş yaptılar. Gezdiğimiz mağazalardan kaldırımlara taşıyordu buzdolapları, çamaşır makineleri, elektronik eşyalar. Ben, "Bunca ithal malı, tüketim malı nasıl yağıp yığılıyor bu ülkeye?" derken, Havacı Albay arkadaş "Varlıklı ülke bu İran, varlıklı" diyordu. Birkaç gün önce, bu varlıklı ülkenin bu varlıklı başkentinin (pardon : payitahtının!) birkaç kilometre ötesinde gezip gördüğümüz köyleri unutmuşçasına...

İran'dan ayrılırken Davud Üsteğmen hepimizin izlenimlerini aldı tek tek. Sıra bana gelince şöyle konuştum.

-Sağol Üsteğmen. Gerçekten, büyük yakınlık gösterdin bize. Şimdi İran'la ilgili izlenimlerimi soruyorsun. Ben, arkadaşlarım gibi allı pullu sözler bulup edemem. Üzgünüm. Bana bir şey sorma.

-Neden efendim?

Durmadan ısrar ediyordu.

-Benim görevim bu efendim. İzlenimlerinizi öğrenmem gerek.

Ben de üstelemedim artık. O sırada İstanbul Caddesi'nden geçiyorduk. Önce Şah'ın sarayını, sonra da kaldırımda yanyana duran üstü başı yırtık iki dilenciyi gösterdim.

-Peki Üsteğmen. Benim izlenimim şu, kaydet! Bir tarafta alâyiş-i ziyade, bir tarafta kıyafet-i harabat, mütalâa fecaat!

Davud bizi uğurlamadı. Uçağa yalnız bindik.

 
KİTAPLAR
MAKALELER
SEÇMELER