1968 Fransa'sı Üzerine...
Başkan De Gaulle, ABD ve SSCB önünde giderek özerkleşen güçlü ve birleşik bir Avrupa hedeflemiştir. Ona göre, "Avrupa, Angloamerikan etkilere bırakılamaz bir dünya kıtasıdır." Uygarlık Avrupa'da biçimlenmiştir. Çoğulcu demokrasi bu kıtada gelişmiştir. Sanayi devrimi yine burada filizlenmiştir. Bu kıta, dünya çapındaki yeni emperyalist güçlerin hegemonyasına bırakılamaz. Ve yine De Gaulle'e göre, "Avrupa, kendi kişiliği içinde, Avrupalı kalmalı ve Avrupalıların olmalıdır."
Yalnız De Gaulle'e göre değil, Başbakan Pompidou'ya göre de, Avrupa salt Fransa, Federal Almanya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya'yla sınırlı dar bir Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olarak düşünülemez. Avrupa uygarlığı alanı, Urallar ve Altaylar'a dek tüm Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği'ni de kapsamaktadır.
De Gaulle, NATO'da ABD egemenliği varolduğu gerekçesiyle Fransa'nın askersel gücünü örgütten çekmiştir. Birleşik Avrupa tasarı koşutunda, Sovyetler Birliği ile etkin iletişim kurmaya girişmiştir. Öte yandan, ABD'nin Avrupada'ki doğal uzantısı saydığı İngiltere'yi AET'ye almamakta direnmiştir.
Fransa, Vietnam savaşını her geçen gün daha da tırmandıran Washington'u yalın bir dille yermektedir. Üstelik De Gaulle, Johson'a, "Bu savaşı kazanamazsınız" demektedir.
Fransa Maliye Bakanı Valéry Giscard d'Estaing, ABD'nin Vietnam savaşını, dünyaya karşılıksız dolar sürerek finanse ettiğini söylemiştir. Bu karşılıksız dolar akışının Avrupa'da büyük bir yığıma ve uluslararası enflasyona neden olacağı için, Batı para sisteminin ABD dolarına bağlı olmaktan çıkarılmasını ve altının uluslararası ödeme birimi durumuna getirilmesini savunmuştur.
Fransa'nın son yıllardaki bu çıkışı, ABD için çok önemli bir tehdit oluşturdu. Avrupa'daki Paris merkezli başkaldırıyı önlemek yaşamsal bir ivedilikti Washington için. Ancak De Gaulle'ün dediği gibi, "Dünya uygarlığının beşiği bu kıta", öyle sıradan yaptırımlarla değil, uygarlığının kaynağı felsefe alanında açılacak koca bir gedikle dize getirilebilirdi.
ABD içinde sıradan bir düşünür olan Alman kökenli Herbert Marcuse'ün görüşleri, "yeni sol" etiketi ile Avrupa'ya salındı. "İşçi sınıfı, devrimci bir sınıf değildir artık" diyordu Marcuse. "Kapitalist sistem, artık değerden önemli paylar vererek işçi sınıfını burjuvaziye ortak kılmıştır. Devrime öncülük edecek tek kesit kalmıştır : Sınıfsal özüne henüz yabancılaşmamış gençlik."
İşte bu noktadan sonra, Berlin'den başlayıp Paris'e sıçrayan ve Sorbonne'da doruğuna ulaşan öğrenci eylemleri başladı. Ancak, Fransız Sosyalist Partisi de Komünist Partisi de desteklemediler bu eylemleri. Gerçi sendikalı on milyon işçi fabrikaları işgal ettiler ama, bunun nedenini açıkça söylediler. "Fabrikaları, olası saldırılara karşı güvence altına alıyoruz ve aramıza dışarıdan karışmalar olmasını önlüyoruz" dediler.
Hiç kuşkusuz, bu eylemlerin De Gaulle'e, ya da özerk Avrupa düşüncesine karşı oluşturulduğunun bilincindeydi siyasal kurumlar. Ne ki, eylemler tüm kıta ülkelerine sıçradı. Bir dizi önlemler alındı. Üniversitelerde reformlar yapıldı. Yönetimlerinde öğrencilere kesin söz hakkı tanındı. Ama süreç sonunda, ABD sistemiyle pekişen yönetimler işbaşına geldi. "Yeni sol" kavramı da, işçi sınıfı varlığını yadsıyan bir boyutta, Marksizmle uzlaşmaz çelişkiler belirleyen bir yapılanmaya yöneldi.
Kısacası, Batı'daki öğrenci eylemleri, Fransız politikacı Duclos'un da belirttiği gibi, "Özerk Avrupa tasarısına karşı tümüyle ABD'nin kışkırttığı bir sabotaj eylemi" oldu.