Emekli Amiral Vedii Bilget : Seçmeler
WCARGA HİZMETLERİ
BELGE ARŞİVİ
.

 

Ulusçuluk ve Yurtseverlik

Özellikle “sol ulusçu” nitelemesi mideme kramplar girmesine neden oldu. Ulusçuluğun “sol”u bir yana, salt “ulusçuluk” sözcüğü bile bende kuşkular uyandıran bir kavramdı çünkü. Kendimi tanımlarken “yurtsever” demeyi yeğlemem bundandı.

Yurt, bir halkın üzerinde yaşadığı toprak parçasıdır. Daha ileri bir anlatımla, o toprak parçası üzerindeki kurum ve ilişkilerin tümünü kapsar. Kısa ve öz bir tanımla yurt, içinde yaşanılan toplumsal, kültürel ve siyasal çevredir. Batı dillerinin kimilerinde ana ülkesi, baba ülkesi gibi deyimlerle dilegetirilişinden de anlaşılacağı gibi, yurt, babaların ve anaların da içinde doğup yaşadıkları ve bundan dolayı da uzun bir süre üzerinde yaşanışmış ülke anlamını da içerir. Dilimizde de bu anlamda anayurt deyimi kullanılır.

Yurt, insanın üzerinde doğup yaşadığı yerdir. Bu da yetmez ama. Gerçekte insanın yurdu, üzerinde mutlu olarak yaşadığı yerdir. Varolan yaşam koşullarını değiştirmek, daha esenlikli ve daha gönençli bir siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşam çevresini geçerli kılmak için çalışan, örgütlenme ve eylemde bulunan insanlar, gerçek yurtseverlerdir. Gerçekte emekçiler, yurdunu en çok sevenlerdir. Çünkü yaşadığı toprağı bütün halkın yurdu yapmak için yüzyıllardır ölesiye savaşmaktadırlar. Buna karşı anamalcı sınıf için yurt, “parasal çıkar” anlamınadır. Başka bir toprakta daha çok kazanacağını kestirise sermayesini toplar ve hemen oraya göçer. Emekçilerin kendi topraklarındaki yaşam koşullarını iyileştirmek için savaşmalarını önlemek ve onları başka topraklara sürgün etmenin çağdaş yöntemi ise, işçi göçmenliği müessesesidir. Sermaye, işçi göçmenliği müessesesi ile başka topraklara yerleşenleri daha açıkça sömürürken bir yandan da onların kendi topraklarını yurt kılmak uğruna savaşmalarını engelleyip varolan düzeni sürdürmenin yolunu aramaktadır.

Mustafa Kemal, 1924 yılında yaptığı konuşmasında “İstiklal-i tam için şu düstur var: Hakimiyet-i Milliye, hakimiyet-i iktisadiye ile tarsin edilmelidir. Bu kadar büyük gayeler, bu kadar mukaddes, azametli hedefler kağıt üzerindeki düsturlarla, arzu ve hırsla husul bulamaz. Bunların tahakkuk-i tammını temin için yegane kuvvet, en kuvvetli temel iktisadiyattır. Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferle tetvic edilemezse semere, netice paydar olamaz. En kuvvetli ve parlak zaferimizide tetvic eden semerat-ı nafiayı temin için hakimiyet-i iktisadiyemizin temin ve tarsini lazımdır...Fakat efendiler alelacele fütuhat yapanlar, sapanla fütuhat yapanlara binnetice terk-i mevki etmeğe mahkümdur...Kılıç kullanan kol yorulur, fakat sapan kullanan kol her gün daha çok kuvvetlenir ve her gün toprağa daha çok sahib olur...Bugün mevcut olan fabrikalarımızda ve daha çok olmasını temenni ettiğimiz fabrikalarımızda kendi işçilerimiz çalışmalıdır. Müreffeh ve memnun olarak çalışmalıdır. Ve bütün bu saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır. Ve hayatın lezzet-i hakikisini tadabilmelidir..” derken herhalde “komünizm propagandası” yapmıyordu. Yurt-toprak-emekçi mutluluğu ilişkisinin önemini bilinçle kavramış bir saptamada bulunuyordu. Kaldı ki “emekçi” tanımının içine “emeğiyle üreten” herkes girdiği için, Mustafa Kemal kendisini de bir “emekçi” olarak görmekteydi. Yurtseverliğinin ve anti-emperyalist tutumunun özü bu bilinçten kaynaklanıyordu.

Yurdu olmayan tek sınıf anamalcı sınıftır. Sermayenin yurdu yoktur. Ama buna karşın, anamalcı egemen sınıf, fabrikasında emekçi sınıfa ürettirdiği gazozu bile yurt hizmeti sayar. Yurdu kalkındırma ve geliştirme edebiyatı, gerçekte sermayeyi kalkındırma ve geliştirmeyi dile getirir. Bu anlamda, gerçek yurtseverlik, sermayenin dilediğince at koşturmasına karşı gelmede billurlaşır. Sınıf bakışımından yoksun yurtseverlik, sermayenin o yurt topraklarında giderek daha pekişmesine ve anamacıların daha egemen kılınmasına hizmet eder. Emekçiler ve anamalcılar yurttaşlık ilişkisiyle ayni yurt parçası üzerinde yaşar görünebilirler ama, her yurttaş yurtsever değildir. Yurtseverlik, tek yurdu üzerinde yaşadığı toprak parçası olan emekçilere özgü bir tutumdur. Ve bu tutum ancak onu yurduna egemen olup onu “yurt çıkarları” için değil salt kendi “parasal çıkarları” adına kullanan sermayeye karşı alınan tavırla gönenir.

Öte yandan, dünyanın toprağı, hiçbir ulusun malı değildir. Tarih, belli toprak parçalarını çeşitli ulusların yurt edindiklerini saptamıştır. Örneğin bir zamanlar Kızılderililerin yurdu olan toprak, bugün Amerikalıların yurdudur. Buradan da anlaşılacağı gibi, yurtseverliğin temel ölçütlerinden önde geleninin, ayni zamanda yurdunu elinden almak için çeşitli yollarla saldırıya geçmiş olanlara karşı toprağını savunmaktır. Toprağını savunmak eylemi, anti-emperyalist bir eylemdir. Dolayısıyla analcılığa ve sermayenin baskısına karşı bir eylemdir. Sermayenin mutlak egemenliğine karşı olmayan bir anti-emperyalist eylem, yurtsever eylem değildir. Başka bir sermaye grubuna karşı başka bir sermaye grubundan yana eylemdir ancak. Emperyalist paylaşım savaşlarında yurt topraklarını yitiren emekçiler bunun anlamını iyi bilirler.

İşte yurtseverliğin bu başat semaye karşıtlığı ya da sınıf savaşımı özünden dolayı, emekçilerin ve yurtseverlerin aklını karıştırmak, onları sermaye düzeninin yedeğine düşürmek üzere son süreçte yeniden bir ulusçuluk çevrimi kurgulandığını gözlüyordum.

Ulusçuluk -ya da eski deyişle milliyetçilik-, ulusların birbirlerine düşman oldukları düşüncesinden kaynaklanan kendi ulusunu üstün kılma anlayışıdır. Feodalizmin çöküşüyle başlayan anamalcılığın gelişmesi döneminde ortaya çıkan uluslar, burjuva uluslarıydı. Dolayısıyla ulusçuluk da burjuva nitelikli, sermaye ve anamalcı içerikli bir olgudur. İlk ortaya çıkan ulusçu akımlar, bir ulusun anamalcılarının çıkarlarını diğer bir ulusun anamalcılarına karşı savunuyorlardı. Anamalcılığın oluşma evresinde, her ulusun ekonomik çıkarları öteki ulusların ekonomik çıkarlarına karşıttı. Uluslar da bu yüzden birbirlerine düşmandı. Egemenliği ele geçiren uluslar, ekonomik çıkarlarını geliştirmek için zorunlu olarak saldırgan idiler. Ulusçuluk bu evrede, gerici feodalizmle savaşımda ilerici bir rol oynar gözüküyordu. Ne ki anamalcılığın tekelcilik aşamasına ulaşmasıyla, ulusçuluk büyük burjuvazi için anlamını yitirdi. Ulusal burjuvazi, uluslararası burjuvaziye dönüştü. Uluslararası tekellerin ortağı bulunan bir Fransız, bir Alman, bir Amerikalı, bir Japon vb. anamalcıların çıkarları bir ve ortak oldu. Ve bunun sonucunda da bugün dünyamız iki büyük ulusa ayrıldı : İlki, uluslararası sömürgen anamalcıların ulusu; ikincisi ise uluslararası sömürülen emekçilerin ulusu.

Ne ki, tekelcilik aşamasına bir türlü ulaşamamış yerel burjuvaziler, ulusçu akımları hep canlı tutmak çabasındadırlar. Hem böylece kendilerini uluslararası tekelci burjuvaziye karşı bir tehdit unsuru olarak sunacaklar ve onlara katılmalarının zeminini temin etmeye çalışacaklar ve hem de yerel alanda ulusçu kılarak kendilerinin çıkarlarına bağlayacakları emekçi hareketlerinin sınıfsal savaşım düzlemine geçmelerini önleyeceklerdir. Bu arada, ulus devletlerin varlığını salt ilan edilmiş sınırların varlığını sürdürmesinden ibaret sayıp yeryüzünde salt iki ulus kaldığını göremeyenler, bu tuzağa düşeceklerdir. Ekonomik alanda tüm ulusal sınırların kaldırılarak tek bir dünya pazarının kurulduğu mali sermayenin emperyalist düzeninde, hâlâ ulusal devlet sınırlarının varolduğunu savlayan gözübağlılar, aslında her çabalarıyla yerel anamalcılarıyla kolkola düştüklerini farketmemektedirler bile. Nöbetçi kulelerinin varolduğu alanların mali sermaye kuşatması altında inim inim inlenen yurt toprakları olduğunun değil, ulusal devlet sınırı olduğu hamhayali ile hezeyan nöbetleri geçirmektedirler.

Bu noktada kimileri çıkıp şöyle bir soru sorabilirler belki : “İyi de, Mustafa Kemal’in verdiği ulusal kurtuluş savaşı nedir?”

Türk “ulusal kurtuluş savaşı”, diğer ulusal kurtuluş savaşlarından farklıydı. Çünkü ortada bir “ulus” yoktu. Halife Padişah’ın “ümmet”i vardı. Bu ümmet çeşitli “ulus”lardan oluşuyordu. Birinci Dünya Savaşı ertesinde Osmanlı toprakları işgale uğrayınca, Mustafa Kemal ve arkadaşları, toprakları yabancı işgalinden kurtarmak için yurtseverce bir atılım içine girmişlerdi. Türk “ulusal kurtuluş savaşı” iki yönlü bir eylem olarak ortaya çıktı o zaman. İlki yurtsever bir çıkıştı ikincisi ise “Türk ulusunun kuruluşu” ereğine dönüktü. Bu nedenle, Lozan ertesindeki tüm çabalar “Türk ulusu yaratmak” hedefli oldu. Eğer cumhuriyetin oluşturulması “yurtsever” bir eylem içeriğinde gelişmemiş olsaydı, Türkiye toprakları üzerinde yaşayan tüm ulusal katmanların ortaklaşa ülkesi olamayacaktı. “Türk” dışı hiçbir unsura yaşam şansı tanınmayacaktı. Ama tam tersine, “bir ulus yaratmak” erekli çabalar, bu ülke toprakları üzerinde yaşayan herkesi “Türk ulusu” olarak tanımladı. O zaman da yurtsever bir eylem olarak, yurduna sahip çıkan, yurdunu en çok sevenler olan emekçilerin kurtardıkları toprağı bütün halkın yurdu yapmak çabası öne çıkarıldı.

Ama ne zaman ki sermaye palazlandı ve çokuluslu hale geldi o zaman “yurtsever”lik “ulusçuluk”a dönüştürülerek 1923 Devrimin tüm unsurları lağvedilmek amaçlandı. Türk “ulusal kurtuluş savaşı”nın emperyalizme karşı aldığı radikal politik tavrın yokedilmesi amaçlandı. “Yurtsever” içeriği ile Kemalizmin ortaya çıktığı tarihsel koşullarda; “ulusal kurtuluş savaşı”nın doğrudan ve dolaylı sonuçlarından ötürü, bir “sol” hareket olarak değerlendirilmesinin önü tıkanmak istendi. Bugün ise anti-emperyalist ve işbirlikçi sermaye karşıtlığını içermeyen “ulusçuluk” rolüne soyunanlar, hem tekelci sermayenin kesin egemenliğinin hem de emperyalizmin yedeğine düşmekte olduklarının ayrımında değildirler. Yok eğer ayrımındaysalar, zaten erekleri bellidir.

Ben böyle düşünüyordum. “İstiklal-i tam” için “hakimiyet-i iktisadiye”den kopuk “ulusçu” söylemler yerine “hakimiyet-i iktisadiye”nin temelindeki sınıfsal bilinçle gönenmiş “yurtseverlik”ten güç alıyordum. “Sol ulusçuluk”un nereden kalkıp nereye varacağına ilişkin İtalyan ya da Alman örneklerini irdelemeyi de gereksiz buluyordum.

 
KİTAPLAR
MAKALELER
SEÇMELER