Kıbrıs Harekâtı Günleri
15 Temmuz 1974 günü Başbakan Ecevit, Afyon'a hareket etmek üzereydi. Orada bir konuşma yapacak ve ABD'nin büyük tepki gösterdiği haşhaş ekiminin yeniden başlatılması kararı konusunda konuşacaktı. Tam o sırada Lefkoşe'den haber geldi. Kıbrıs'ta Makarios'a karşı bir darbe olmuştu. Yönetime Nikos Sampson el koymuştu. Tüm dünyanın ilgi merkezi ada olmuştu artık. Radyolar ve basın organları olayı, "Yunan cuntası Kıbrıs'ta darbe yaptı" diye duyuruyorlardı. BM Genel Sekreteri Waldheim'dan NATO Genel Sekreteri Luns'a, İngiltere'den Fransa'ya kadar tüm Batılı ülkeler başkentleri Ankara'ya odaklanmışlar ve "soğukkanlılığınızı yitirmeyin" çağrısında bulunuyorlardı. Atina'nın sesi soluğu çıkmıyordu. Ne radyo ne de basında darbeye ilişkin tek sözcük yoktu. Ses gelmeyen bir başka başkent ise Washington'du. Kissenger uykusundan kaldırılıp haber verilmişti. O da, yeniden yatmıştı. Gelen haberler bu doğrultudaydı.
Adada yönetime el koyan Sampson radyolardan bir açıklama yaptı ve "Bu hareket Türklere karşı değil Makarios'a karşıdır. Türkler güvenliklerinden korkmamalıdırlar" dedi. Bu demeç, Sampson'un olası Türkiye müdahalesinden korktuğu ve önlem olarak söylendiği biçiminde yorumlandı. Ne ki, belki de en çok dikkat edilmesi ve özenle irdelenmesi gereken açıklama buydu. Çünkü, eğer darbeciler Türkiye müdahalesinden korkuyorlarsa, bunun önlemini darbeden çok daha önce almaları gerekirdi. Ama ortada ne alınmış ne de alınmakta olan bir önlem göze çarpmıyordu. Darbecilerin ilk andan başlayan girişimleri binlerce Makarios yanlısını tutuklamak ve adada geniş çapta bir "Makariosçu avı" başlatmak olmuştu. Türkiye müdahalesi varsayılmış olsa bile ABD'nin bunu önleyeceği öngörülmüş de olabilirdi. Ama o andaki somut durum, eylemin AKEL destekli bağımsız ve bağlantısız politikaları hedef aldığıydı. Bu politikalara karşı çıkan başlıca merkez de Washington'du. Bunun açık göstergesi, ABD'den henüz ses seda çıkmazken Sovyet Büyükelçisi Grubyakov'un ivedilikle Cumhurbaşkanı Korutürk'ü ziyaret ederek, "İsyan dış kuvvetlerce hazırlanmıştır. Moskova, isyancılarla mücadele edenlerin yanındadır" açıklamasında bulunmasıydı. Ancak Ankara'daki bu gelişimden sonra Beyaz Saray sözcüsü Anderson Washington'da konuştu ve "bu Kıbrıs'ın iç işidir" dedi.
Ecevit, Ankara'ya dönmüş ve Güvenlik Kurulu ile Bakanlar Kurulu'nu toplamıştı. Ayni sırada Kissenger ona bir mesaj yolluyordu ve Makarios'tan hiç söz etmeksizin adanın anayasa, düzen ve statükosunun değiştilemeyeceğinin altını çiziyordu. İngiltere başta olmak üzere tüm Batılı başkentler cuntaya karşı çıkıp Sampson rejimini tanımadıklarını bildirirlerken ABD'den bir devinim yoktu. Washington kaynaklı açıklamalar eski yönetimde hiç değinmiyor ve Kıbrıs'ın bağımsızlık ve bütünlüğüne saygı gösterilmesini istiyordu. İndiana Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden Van Coufudakis'e göre, "Washington, Sampson yönetimini tanımaya ısınıyor"du.
16 Temmuz'da Türkiye, müdahale olasılıklarını değerlendiriyordu. Ama işin en şaşılası yanı, Rauf Denktaş'ın Bayrak radyosunda yaptığı konuşmaydı. Denktaş, "Bu mücadele bugünkü safhada doğrudan doğruya Rumları ilgilendirir. Karşımıza çıkan yeni problemleri barışçı yollardan halletmek için elimizden geleni yapmalıyız" demişti. Bu konuşma, Sampson'un savlarını doğrular nitelikteydi. Ankara hemen devreye girdi. Bunun Kıbrıs'ın iç işi olmadığı, darbenin bir dış müdahale olduğu iletildi. Bu arada Makarios'un sağ olduğu ve bir İngiliz helikopteriyle Malta'ya kaçırıldığı öğrenilmişti. Belki de Denktaş'ın bir an kafasında oluşan Makarios'tan kurtulmuş olmak coşkusu durulur, eylemin gerçek arka planını görebilirdi. Ecevit, parti liderleriyle görüştü. Askersel önlemlerin alınmaya başlandığını bildirdi. TBMM, 18 Temmuz Perşembe günü için olağanüstü toplantıya çağırıldı. Yunanistan ise genel sefer-berlik ilan etti.
17 Temmuz'da Makarios, Birleşmiş Milletler'i Yunanistan'ı kınamaya çağırdı. NATO bir bildiri yayınladı. Onca yuvarlak sözün yorumu, Atina Cuntası'nın eleştirildiği anlamını veriyordu. Hepsi o. Kıbrıs'ta Sampson duruma egemen olmaya başlamıştı. Ancak, Makarios'un güçleri ile aralarında genişleyerek yayılan bir çatışma da başlamıştı. Başbakan Ecevit, beraberindeki bir heyetle Londra'ya gitti. Ada'da garantör olan ülkelerden İngiltere ile durumu ele alacaktı. Genelkurmay'da çok yoğun çalışmalar yapılıyordu. En zor harekâtlardan biri olan ada çıkarması için planlar yenilenmekteydi. Ankara'da diplomatik trafik artmıştı. Birçok büyükelçi Dışişleri'ne gelip görüş almaya çalışıyordu. Ama Bakan Güneş, hâlâ Pekin'den dönmemişti. Bir gün önce Ecevit'in parti liderleriyle yaptığı toplantıya ilişkin duyumlar da alınıyordu artık. Fahri Özdilek, bundan önceki gibi birlikler yola çıkarılıp geri dönülmeyecekse, müdahale edilecekse, geçmişteki zorluk, aksaklık ve karışıklıkları giderici bir hazırlık yapılmasını önermişti. Ferruh Bozbeyli, işin Rumlar arası bir sorun olmadığını, Yunan müdahalesi olduğunu ve Londra-Zürih anlaşmalarının tamamen ortadan kalkmış olduklarını, müdahalenin gereğini vurgulamıştı. Turan Feyzioğlu, askeri müdahale yerine diplomatik girişimleri yeğliyordu. Nihat Erim, darbenin arkasında ABD'nin olduğuna değinmişti. Washington'un Sampson'a sempati duyduğunu, Vladivostok'taki son SSCB-ABD zirvesinde Kıbrıs konusunda görüşmeler yapıldığını öne çıkarmıştı. Durum, iyice irdelenmeliydi. Süleyman Demirel, görüş belirtmemişti. Kimi kaygıları olduğunu, bu darbenin iyice hesaplanıp yapılmış olabileceğini, sonunda bir Türk-Yunan savaşı çıkabileceğini, Kıbrıs'taki Türk alayı ve soydaşlarımızın katliamla karşı karşıya kalabileceklerini söylemişti. Bu konularda hükümetin görüşünü sorguluyordu. Kesin müdahaleden yana olan ve görüşünü açıkça belirten tek kişi Bozbeyli'ydi.
18 Temmuz'da Turan Güneş, Pekin'den dönmeyi başardı. Bu arada Başbakan Yardımcısı Erbakan ve Maliye Bakanı Baykal, parti lideriyle bir toplantı yaptılar. Meclis toplantısının Cumartesi gününe ertelenmesi kararlaştırıldı. Londra'ya görüşmeler yapılıyordu. Ecevit, Kissenger'ın temsilcisi Sisco ile, Savunma Bakanı Işık da İngiliz Dışişleri Bakanı Callaghan'la son bir kez konuşuyorlardı. İngiltere'nin hiçbir belirgin tutumu yoktu. Türk heyeti ülkeye geri döndü.
19 Temmuz'da Sisco, Ankara'ya geldi. Sabaha değin sürecek bir görüşme için Başbakanlık'a girdi. O sırada Silahlı Kuvvetler'in hazırlıklarını tamamladığı, asker kaydırmalarına başladığı dikkat çekiyordu. Yunanistan, Trakya sınırındaki köyleri boşaltırken Atina Radyosu, olası bir Türk-Yunan savaşında "Bir günde Costantinople'dayız" diyordu. Oysa gemilerimiz Mersin'den denize açılmaya başlamışlardı bile.
20 Temmuz Cumartesi sabahı saat 05.00'de Türk jetleri Kıbrıs üzerindeydiler. Başbakan Ecevit, saat 06.10'da radyodan bir açıklama yaptı ve çıkartmanın başladığını açıkladı. Bu açıklamadan ancak iki saat sonra ilk Türk askeri Kıbrıs'a ayak bastı. Ecevit -nasıl ki Şubat ayında Anayasa Mahkemesi'nin Üniversiteler Kanunu'nun bazı maddelerini Anayasa'ya aykırı bularak iptal ettiği haberini almış ve hemen Üniversite rektörleriyle bir toplantı düzenlemiş ama Mahkemesi Başkanı Muhittin Taylan'ın durumu yalanlaması üzerine güç durumda kalmışsa- yine bir acelecilik örneği sergilemişti. Açıklama yaptığı saat ile çıkartmanın başladığı fiili saat arasında Ada'daki Rum güçlerinin sahile yığınak yapmasına ve asker-lerimizin üzerine yoğun ateş açılarak nice yitimle karşılaşılmasına olanak verebileceğini varsaymamıştı hiç kuşkusuz. Bir süre sonra TBMM toplandı. Atina'ya gitmiş olan Sisco yeniden Ankara'ya döndü. NATO ve BM de ivedilikle toplandı. Ama herhangi bir karar çıkmadı. Washington'da ise, Kissenger'ın danışmanları olan biteni "konsantrik dış çizgiler"la bağlantılı olarak ele alıyorlar, bu "dış çizgiler" içindeki en sorunlu alan olarak saptanan Ortadoğu'yu inceliyorlardı. "Bölgenin sorunları, biri diğerini yaratan, birbiriyle içiçe geçen, yatay ve düşey olarak birbirleriyle kesişen ve yalnız ABD'yi değil, petrol tüketen tüm ülkeleri yakından ilgilendiren sorunlardır" diyorlardı. Onlara göre, dünyanın en sorunlu alanı Ortadoğu, ayni zamanda dünyanın en çok silahlanmış bölgesiydi de. Bu durum, sorunların çözümü için gereken siyasal seçenekleri de nesnel olarak geçersiz kılıyordu. Eğer "askersel stratejinin ekonomik olanla sınırsız bağı"na inanılıyorsa, Ortadoğu'yu denetlemenin önemli bir noktasının da Kıbrıs adası olduğunu görmek gerekirdi. Adadaki bir ABD etkinleşmesi ile yalnızca "Avrupa'nın akciğeri olan Akdeniz" değil, "Ortadoğu'da siyasal seçenekleri belirleyecek askersel güç erişim noktası" da denetlenebilecekti. Sampson darbesine karşı sessiz kalan Kissenger'ın, bölgede bir süredir ABD ile uzlaşmaz tutumlar takınan Türkiye'nin adaya çıkartmasına da ivedi tepki vermemesi gerekiyordu. "Bekle ve gör" tutumunu yine öne çıkarmıştı.
Bu arada, harekât sırasında Kocatepe savaş gemisinin Türk uçakları tarafından yanlışlıkla hedef alındığı ve battığı söyleniliyordu.
21 Temmuz günü BM, 353 nolu kararıyla ateşkes çağrısında bulundu. Ecevit, Sisco ile görüştü. Hedeflere varılmadan durulmayacağını söyledi. O sırada bir Yunan konvoyunun Akdeniz'e açıldığı ve Kıbrıs'a yöneldiği duyulmuştu. Sisco ise, Yunan cuntasında bölünmeler başladığından ve Atina'da konuşacak kimseyi bulamadığından yakınıyordu. Öğleden sonra Genelkurmay Başkanlığı'ndan bir açıklama yapıldı. Deniz ve Hava Kuvvetleri'nin, yapılan tüm uyarılara karşın durmayan Yunan konvoyuna hücum ettikleri bildirildi. Baf ve açıklarında, deniz ve hava savaşı vardı. Bu arada adadaki Türk birliklerinin büyük bir hızla ilerledikleri ve dalga dalga yeni askerlerin çıkartıldığı da duyuruldu. Alay Komutanı İbrahim Karaoğlanoğlu'nun yitirildiği de anlaşılmıştı.
22 Temmuz'da Birleşmiş Milletler'in ateşkes çağrısına uyuldu ve saat 17.00'de harekât durdu-ruldu. Atina karışmıştı. Cunta yöneticileri birbirlerini suçluyorlardı.
23 Temmuz'da Yunan cuntası çöktü. Atina'da iktidar Karamanlis'e geçerken, Kıbrıs'ta da Sampson'un yerine Klerides geldi. TBMM, başarılarından dolayı Silahlı Kuvvetler'i kutlarken Kontenjan Senatörü Muhsin Batur, Milli Birlik Grubu'ndan Fahri Özdilek'le konuşuyordu. Yabancı ajanslar, bazı gemilerin Akdeniz'den Türk denizcilerini topladıklarını bildirmişlerdi. Batur, "Kayacan, bu işi başaramadı" diyordu. Özdilek, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin tarihinde ilk kez yaptığı üç kuvvetin eşgüdümlü harekâtına böyle yorum getiren Batur'a inanmaz gözlerle baktı ve sonra sırtını dönüp uzaklaştı. Tek sözcük etmedi.
25 Temmuz'da Cenevre'de üçlü konferans başladı. Yunan tarafı ateşkes koşullarının görü-şülmesi, Türk tarafı ise adaya verilecek yeni statü için toplanıldığını söylüyordu. Birinci oturum sağırlar diyalogu şeklinde geçti. İkinci oturumda Yunanistan Dışişleri Bakanı Mavros haritalar çıkarıp Türk ordusunun genişlemesisini durdurmasını, eski hatlara çekilmesini isteyince konferansa ara verildi. İkili görüşmelere geçildi. Turan Güneş, Kissenger'in özel temsilcisi Buffum ve İngiltere Dışişleri Bakanı Callaghan ile konuştu. Konferansın kopacağı söylentisi çıktı.
26 Temmuz'da Callaghan, Kissinger'ı yardımcı olmaya çağırdı. Yanıt alamadı. Çok da doğaldı. "Askersel stratejinin ekonomik olanla sınırsız bağı çerçevesinde Ortadoğu'yu denetlemenin önemli bir noktasının da Kıbrıs adası" olduğunu vurgulayan danışmanlarıyla Kissenger, bekle ve gör konumunu koruyordu.
27 Temmuz'da Kissenger, Yunan tarafını aradı. Sert konuştu. Atina, konferansı terketmekten vazgeçti. Güneş, Callaghan ve Mavros'la ikili görüşmeler yaptı. Sonra üçü arasında ortak toplantı yapıldı. Heyetlerin birer görüş oluşturmaları ve bu görüş çerçevesinde Bakanların önüne kabul edilebilir bir metin getirmeleri kararlaştırıldı.
28 Temmuz'da görüşmeler hâlâ sürüyordu. Heyetler sabaha kadar çalışmışlar ve görüş oluşturmaya uğraşmışlardı. Turan Güneş, toplantı salonuna girerken "Hükümetten yetki aldım. Eğer isteklerimiz kabul edilmezse çekileceğim" diyordu. Üç bakan, yanlarında uzmanlarıyla toplantıya başlamışlardı. Ecevit, "Türk birliklerinin çekilmesi" maddesine karşı çıkıyor ve Karamanlis'e, Ege'de buluşma öneriyordu. Mavros, toplantıdan ayrılırken "Herşey Ankara'ya bağlı" diyordu.
29 Temmuz'da Türkiye, "çekilme" maddesiyle ilgili tüm önerileri reddetti. Callaghan, konfe-ransın bir an önce sonuca bağlanmasını istiyordu. "Günlerce Cenevre'de bekleyemem" dedi. Güneş ile bir görüşme yaptı. Ankara'dan yenit yanıt beklendiğini söyledi.
30 Temmuz günü, "çekilme" maddesi üzerinde anlaşma sağlandı ve "Cenevre Deklarasyonu" törenle imzalandı.
1 Ağustos Perşembe günü, Ankara'da ve Atina'da ilginç iç gelişmeler yaşanıyordu. Hükümet ortağı MSP'nin kimi milletvekilleri, Cenevre'de imzalanan deklarasyonu eleştiriyorlar, konferansın ikinci ayağına gidilmemesini, Kıbrıs'ın tamamının alınmasını dillendiriyorlardı. Zaten çıkarma kararının Erbakan'ın baskısıyla alındığını bile öne sürüyorlar, "Ecevit'e kalsa harekâ olmayacaktı" diyorlardı. Hava Kuvvetleri Komutanı Emin Alpkaya, MSP'lilerin bu tür densiz çıkışlarından oldukça rahatsızdı. Kontenjan Senatörü Muhsin Batur, Devlet Bakanı Süleyman Arif Emre'ye gereken mesajı ilettirdi. İmzalanan deklarasyon nedeniyle, Atina'da da Cunta artıkları Karamanlis'i eleştiriyorlardı. Ancak, neden oldukları Türkiye müdahalesinin ezikliği altında olduklarından, bu eleştiriler onlar adına kimi basın organlarınca yapılıyordu. Eski cuntacıların dikkatini çeken ve eylemlerinin "vatana ihanet sayılacağı" konusunda uyaran da Amiral Miltiades Papathanassiou oluyordu.
3 Ağustos'ta, Yunanistan Dışişleri Bakanı Mavros, "Türkiye, Cenevre anlaşmasını ihlâl ediyor. Adada ilerlemeler yapıyor. İkinci konferansa gitmeyeceğim" açıklamasında bulundu. Yunan hükümeti, radyo ve televizyonu, Türkiye'ye karşı bir dizi sert suçlamalarda bulunmaya başladı. Emekli General Fa-ik Türün ise, bir süre önce kurulmuş olan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin İstanbul'a Kıbrıs harekâtına karşıt afişler yapıştırdığını, partinin ve yöneticilerinin ivedilikle tutuklanmaları gerektiğini söylüyordu.
4 Ağustos'ta bu kez Turan Güneş konuştu. Kıbrıs'taki Türk köylerine Rumların saldırılarda bulunduğunu, bu koşullar altında ikinci konferansa gitmeyeceğini söyledi.
6 Ağustos'ta, ABD yönetimi durumu izlemekle yetiniyordu. Gerçi Temsilciler Meclisi'nde, Türkiye'ye her türlü yardımın kesilmesi konusunda bir karar tasarısı görüşülmekteydi ama, Kissenger bunu önemsemiyordu. Yunan lobisinin sıradan bir girişimi olarak görüyordu. Başkan Nixon, Water-gate'in zorladığı noktaya geç de olsa gelmiş ve istifa ediyor, yerine Ford geliyordu. Kissenger'in Beyaz Saray'a önerisi, "Bekleyelim ve görelim"di hâlâ.
8 Ağustos'ta, taraflar ikinci kez Cenevre'de buluştular. Kente gelir gelmez birbirlerini sert biçimde suçladılar, konferansı her an terkedebileceklerini söylediler. Çözüm bekleyen sorunların giderilmesi için uzmanlar düzeyinde üç ayrı komite kuruldu ve hemen çalışmaya başladı.
9 Ağustos'ta öngörülen toplantı yapılamadı. Görüş ayrılıkları sürüyordu. Turan Güneş, Kissenger'ın yeni temsilcisi Hartman ve ardından Callaghan ile görüştü. Callaghan, Mavros'la konuştu. Bu arada, Kıbrıs'taki tarafların temsilcileri Denktaş ve Klerides de Cenevre'ye geldiler.
10 Ağustos'ta toplantı, birçok sürtüşme ve anlaşmazlıktan sonra ancak geç saatlerde yapılabildi. Denktaş, "Türkiye'nin önerdiği coğrafi federasyon tek çıkar yoldur" diyordu. Klerides ise, "Bu konferans, anayasal sorunları ele almaya yetkili değildir" diye diretiyordu.
11 Ağustos'ta Cenevre'de görüşmeler ağır aksak sürüyordu. Callaghan'ın önerisi üzerine Denktaş ve Klerides bir çözüm aramak için buluştular ama hiçbir sonuç alamadılar. Üç dışişleri bakanları bu kez başbaşa bir akşam yemeğine oturdular. Ama herhangi bir gelişme yoktu. Başkentlerde hava gerginleşiyordu. Güneş bu arada, Hartman ile de başbaşa bir görüşme yapıyordu.
12 Ağustos Pazartesi günü, Avrupa'nın çeşitli başkentlerinde de durum ele alınıyordu. Fransa'da iktidar değişmişti. d'Estaing yönetiminde, Pompidou'nun Dışişleri Bakanı Jobert gibi "Amerika, Avrupa'da müttefik mi arıyor uşak mı?" diye soran yoktu. Ne ki De Gaulle'cü Chaban Delmas ve Sosyalist Parti lideri Mitterand'a karşı Washington'a teslimiyet politikası uygulayacak konumu yoktu. Dahası, Atlantikçi olmasına karşın, Washington'a karşı mesafeli olmayı da yeğlerdi. Kıbrıs konusunda Kissenger'ın fiili durumda güçlü olandan yana olduğu ve Ankara'yı desteklediği kanısındaydı. Bu tutumun, "AET'nin Akdeniz'i çevreleyen ve Ortadoğu'lu kimi ülkelerle kurmakta olduğu değişik nitelikli ortaklıklar ve ayrıcalıklı ticari anlaşmaların tekerine çomak sokmak" olduğunu öne sürüyordu. Çünkü ABD, "Adada egemenleşmek isteminde" idi ve "Bu yolla Akdeniz'i ve Ortadoğu'yu daha rahat denetlemek olanağı bulacak"tı. Ayni görüş Danimarka, Norveç ve Portekiz tarafından da paylaşılıyordu. Dahası İngiltere bile son günlerde, "Washington'un Londra'nın arkasından birşeyler tezgâhladığı" savındaydı.
O gün Kissenger'in bir planı ulaştı Ankara'ya : İyi niyet göstergesi olarak coğrafi federasyon yerine, kantonal formül önerisinde bulunmak. Ecevit, oldukça riskli görünen bu planı Kuvvet Komutanları ile ele aldı. Riskliydi, çünkü adanın üçte birini kapsayacak ama biri büyük merkez, çevrede de beş küçük kantondan oluşuyordu. Türkler, Rumlar tarafından kuşatılmış gözüküyorlardı. Ne ki, planın uzun süre irdelenmesinden sonra önerilmesinde karar kılındı. Öneri, Cenevre'deki Klerides ve Mavros'a iletildi. Başkentleriyle görüşmek için 36 ile 48 saat arası süre istiyorlardı. Bir yandan da Mavros, "Silah gölgesinde anlaşma imzalanmaz" diyordu. O sırada MSP'li Müftüoğlu, Ankara'yı arıyor ve Erbakan'a "Kıbrıs'ı satıyor bunlar" diyordu. Erbakan ise, "Merak etme, bilgim var. Her kantondan fırlayacak Müslüman Mehmetçik böylece daha rahat fetih yapacak" diye yanıtlıyordu. Hükümet bir yandan Yunan ve Rum tarafıyla, İngiltere ve ABD ile, Avrupa ülkelerinin tepkileriyle uğraşmak, öte yandan da koalisyonun MSP kanadının us almazlıklarını sindirmek zorundaydı.
13 Ağustos, her şeyin belirlendiği gün oldu. Yunanistan hiçbir öneriye yanıt vermiyordu. Hatta Ecevit'in son anda Kissenger ile görüşerek ortaya attığı tampon bölge önerisi bile yankısız kalıyordu. Bunun üzerine, ABD Dışişleri sözcüsü Bob Anderson, Washington'da bir açıklama yaptı ve "Türk toplumunun durumunun güvenlik ve iyileştirme gerektirdiği görüşündeyiz. Türklere daha geniş otonomi verilmesini destekliyoruz" dedi. Kıbrıs'ta 40 bin Türk askeri kapana sıkışmış durumdaydı. Her an bir karşı saldırı olabilir, büyük kayıplar verilebilirdi. Yunan ve Rum tarafının zaman kazanma ve görüşmeleri sürüncemede bırakma tutumu, bu gelişmeyi koşullamaya yönelikti. Dahası, Karamanlis'in Yunan donanmasını yola çıkarma eğiliminde olduğu, ancak İngiltere'nin bunu onaylamadığı da bilini-yordu Ankara'da. Önerilere yanıt gelmemesi durumunda, tek çare yapılacak bir ikinci harekâttaydı. Zaten Bob Anderson, "Diplomatik yolların tümü henüz kullanılmamıştır. Bu yüzden ABD, ikinci bir harekâta başvurmanın doğru olmadığı görüşündedir" diyerek Yunan tarafını uyarmaya da çalışıyordu. Karamanlis şaşırmıştı. ABD Büyükelçisi Tasca ile bile görüşmedi.
Yunan ve Rum tarafından hiçbir yanıt gelmiyordu. Callaghan, Türkiye'nin ikinci bir harekâta başlayacağından emindi artık. Washington'un tutumundan yakınarak son kez Kissenger'ı aradı. Ama aldığı yanıt, "Bırakın, durum kendi kendini aydınlığa kuvuştursun" oldu. Son çaresi Turan Güneş'i tehdit etmekti. "Bugün Kıbrıs ordunuzun esiridir, ancak yarın ordunuz Ada'nın esiri olacaktır" dedi. Konferans kopmuştu. ABD Büyükelçisi Macomber, Ankara'da Ecevit'le görüşüp durumu anlamak için bir girişimde bulundu. Başbakan o sırada konutundan çıkmış Genelkurmay'a gidiyordu. Macomber, Washington'u aradı: "Yapılabilecek bir şey yok."
14 Ağustos sabahı 05.30'da, Türkiye'nin Kıbrıs'taki ikinci harekâtı başladı. Cenevre'de tümüyle edilgin kalmış İngiltere, kısa sürede Batı dünyasını ayaklandırdı. BM Güvenlik Konseyi anında toplandı. Ateşkes kararı alıp Türkiye'yi kınadı. O saatlerde, Londra borsasındaki hammadde fiyatları 1955'den bu yana, New York borsasında da hisse senetleri 1970'den bu yana görülmedik bir düzeye düştü. ABD, "Türkiye ve Yunanistan savaşa girerlerse, her ikisine de silah ambargosu konulacaktır" açıklamasını yaptı. Yunanistan ise, Batılı ülkeleri Türkiye'nin üzerine yönlendirebilmek amacıyla, "İki müttefiği arasındaki çatışmaları durduramadığı" gerekçesini öne sürüp NATO'dan ayrıldığını bildirdi. Washington'da Başkan olduktan bir hafta sonra, büyük bir bunalımla karşılaşan Ford, Sovyet Büyükelçisi Dobrinin ile görüştü. AET ülkelerinin dönem başkanı Fransa'daki Büyükelçileri ise, sert bir kınama bildirisi yayınladılar. Türkiye'yi "Emperyalist amaç güdmek"le suçlayanı bile vardı aralarında. Callaghan ise, "Türkiye, haddini aşmıştır. Bunu ağır ödeyecektir" diyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri ise, harekâtın hedeflerine doğru ilerliyordu.
15 Ağustos'ta, Türk tankları Magosa eteklerine varmıştı. Kentin hemen yanındaki ünlü otel bölgesi Maraş kuşatılmıştı. Yine de ordu yavaş hareket ediyordu. Bunun nedeni, ileride binlerce tutsakla uğraşmanın sakıncalarından kaçınmak, bölgedekilerin kaçmalarına olanak vermekti. İlkine oranla hem daha örgütlenmiş bir güçle, hem de önemli direnmeyle karşılaşmadığından birlikler öngörüldüğü gibi ilerliyorlardı. Ama yine de bir takım karışıklıklar oluyordu elbet. Örneğin bir birliğimiz İngiliz'lerin ünlü Dikelya üssüne girmiş ve neredeyse almak üzereydi. İngiltere ve ABD'nin uyarılarıyla, yolunu şaşıran birlik geri çağrılmıştı. Gelişmeleri izleyen Yunanistan Başbakanı Karamanlis ise Atina'da bir açıklama yapmış ve Kıbrıs'a yardıma gidemeyeceğini bildirmişti. Washington'da ise, Amerikan Kongresi'nin Rum asıllı üyeleri, başlarında Indiana Milletvekili John Brademas olmak üzere, Kissenger'ı sıkıştırmaya başlamışlardı. Türk ordusu çekilene değin silah ambargosu uygulanmasını istiyorlardı. Dahası, Kisenger'ı daha önce de Yunanistan'daki Cunta yönetimini ve Makarios'a karşı darbeyi desteklemekle suçluyorlar, yönetimin gizli kapaklı politikalarına karşı çıkıyorlardı. Türkiye'ye karşı silah alırken yaptığı anlaşmanın uygulanmasını, hemen ambargo konulmasını, yasaların işletilmesini savundular. Kissenger, bu tepkileri ciddiye almadı. "Bazı siyasi gerekçeler yasalardan da önemlidir" diye yanıtladı. Bunun üzerine Brademas, Nixon'u çekilmeye zorladıkları gibi Kissenger'ın da sonunu hazırlayacaklarını söyledi Rum asıllı üyelere. Yönetim, Kongre'yi dikkate almak zorundaydı ve artık bu alışkanlığı edinmenin zamanı gelmişti. Bu noktadan sonra, Türkiye'nin Kıbrıs'taki konumu, Amerikan siyasasının iç çekişmelerinin odak noktası olacaktı. Keskinleşen sürtüşmelerin faturası da elbet Ankara'ya kesilecekti.
16 Ağustos'ta Türkiye, BM'nin ateşkes çağrısına uyarak adadaki harekâtı durdurduğunu açıkladı. Magosa-Lefke hattı tutulmuş, hedeflenen konum sağlanmıştı. Dahası, sonradan ödün olarak vermek gerekirse diye düşünülerek cep gibi bir bölgeye de sarkılmıştı. Ne ki, birçok ülke, 15 Temmuz'dan bu yana olan tutumlarını değiştirmekteydiler. Sovyetler Birliği, Türkiye'nin ilk harekâtına Enonis kaygısı nedeniyle karşı çıkmamıştı. Ardından, Makarios dönemindeki statüye dönülmesini istemişti. Çünkü Moskova'nın amacı, adanın NATO etki alanından çıkması, bağımsız kalmasıydı. Oysa şimdi, Türkiye'nin adada egemenleşmesini, adanın NATO ve ABD amaçları için kullanılabilirliği olarak görüyordu. Akdeniz ve Ortadoğu'nun erişim yollarındaki bu nokta, bölgedeki dengeyi Batı çıkarına bozuyordu. Sovyetler, soruna BM Güvenlik Konseyi üyeleri, kimi bağlantısız ülkeler, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs'ın katılacağı 18 ülkeli bir konferansta çözüm aranmasını önerdi. Türkiye anında reddetti bunu. Yandaş kazanmanın sevinci ile Rum tarafı ve Yunanistan öneriyi benimsediler. Ama konu, BM Güvenlik Konseyi'ne gelmedi. Öte yandan, bağlantısızlar hareketi de hoşnutsuzdu. Durumu, bağımsız bir ülkenin ikiye bölünmesi ve paylaşılması doğrultusunda bir gelişim olarak değerlendirdiler. Türkiye'ye karşı çıktılar. Batı dünyası da, Doğu da ülkeye karşıt oldu birden. Her yandan gördüğü tepkilerle boğuşan hükümetin MSP kanadı ise, harekâtın durdurulmasına karşı çıkıyor, adanın tamamının alınmasını istiyor, bunu gerçekleştirmeyen Ecevit'i suçluyor, Erbakan'a "Mücahit" sanı veriyordu. "İslâmın keferelere karşı cihadının engellenmesi dinsizliktir" diyen kimi MSP'lilerin tutumu, Silahlı Kuvvetler'de son derece tepki çekmeye başlamıştı.
Dünya, ikinci harekâttan sonra sonra Türkiye'ye karşı ayaklanmıştı. Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar, büyük bir kampanya başlattılar.Avrupa Konseyi Parlamentosu Türkiye'yi kınadı. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'nda aleyhimize dava açıldı. Lefkoşe'de, Dünya Sendikalar hareketinden Filatelistler Kongresi'ne değin çok çeşitli örgütler arka arkaya toplantılar düzenliyorlar, Dünya Kiliseler Dayanışma Kurulu ve Uluslararası Basın-Radyo ve TV Birliği olağanüstü kongre yapıyorlar, Türkiye'yi alabildiğine eleştiriyorlardı. Amerika'nın çeşitli eyaletlerinde Rum örgütleri ve Katolik kilisesi binlerce kişinin katıldığı yürüyüşler düzenliyorlardı. Benzerleri Londra, Bonn, Stockholm gibi Avrupa kentlerinde de örgütleniyordu. Rum asıllı öğretim üyeleri dünyanın çeşitli radyo ve televizyonlarında konuşuyorlar, belli başlı gazetelerde makaleler yayınlıyorlar, özel hazırlanmış "Türklerin Ada'daki Katliamı" adlı dizi dizi filmler oynuyordu TV'lerde. Amerika'da bir Rum lobisi ortaya çıkmış, Senato ve Temsilciler Meclisi'nde etkinleşmekteydi. Washington'da bir siyasal gerilim vardı. Watergate ile birlikte kamu-oyunda siyasal oyunlar ve kompolar üzerinde önemli bir duyarlık oluşmuştu. Bu arada yeni Başkan Ford, eski Başkan Nixon'u affettiğini açıklayınca, yönetimden intikam almak isteyen karşıtlar, geniş bir cephede birleşti. İntikam için ortadaki araç da, yönetimin Türkiye'ye karşı tutumu oldu. Beyaz Saray, Türkiye'ye yaptırım uygulamıyor, yasaları hiçe sayıyordu. Yönetime karşıt ne kadar unsur varsa, Rumlar düzenledikleri gösterilere bunlara çağırıyor ve büyük bir Türkiye karşıtı ortam oluşuyordu. Dahası, sonbaharda yapılacak seçimlerde Rum oylarını garanti etmek isteyen her aday, bu gösterilerin en ön saflarında yer almaktaydı.
Oysa, tüm bu dış tepkilere karşı ulusal haklılığını ortaya koyup bütünleşecek Türkiye'de, hükümetin MSP kanadının çıkardığı huzursuzluk giderek derinleşmekteydi. Dünya haklı harekâtımızı bile anlamaz, askerlerimizi geri çekmemiz için çeşitli baskılara girişirken, Erbakan önderliğindeki MSP cephesi, hâlâ adanın tamamının alınması yolunda demeçler veriyordu. Yetmezmiş gibi, hükümetin yürümeyeceğini sezen Demirel, yeni koalisyon arayışları için nabız yoklamasına bile başlamıştı. CHP, dışarıdaki gelişimlere yeterince eğilemiyor, içerideki gelişimlerle ilgilenmek zorunda kalıyordu. Öte yandan, geçtiğimiz yıl Avrupa'yı sarsan ekonomik bunalım Türkiye'de sıçramıştı. Döviz rezervleri her geçen gün eriyip gitmekteydi. Akılcı ekonomik önlemler alınması gerekiyordu. Daha da ilginci, hükümetin MSP kanadının uyumsuzluğu bir yana, CHP kanadında da iç uyumsuzluk gözlenmeye başlanmıştı. Kıbrıs harekâtlarından sonra her bir bakan, kendini birer kahraman görüyordu. Her biri parti yönetimini ve başkanlığı kendine yaraştırıyor, birbirlerini yiyorlardı neredeyse. Parti kurmayları, durumun böyle süremeyeceğini savunuyorlardı. Dış politikada birçok girişimin gerçekleştirilmesi gereken yerde, iç politikaya sıkışılıyordu. Erbakan'sız tek başına bir CHP iktidarı öneriyorlardı Ecevit'e. MSP ile bu işler yürümezdi. Kıbrıs, bir erken seçim utkusuna dönüştürülebilirdi.
20 Ağustos'ta Magosa yakınlarındaki Atlılar köyünde Rumların 60 Türk'ü öldürdükleri saptanmıştı. Ama bu somut durum bile dış dünyaya yansıtılamıyordu.
27 Ağustos'ta, ABD'nin hâlâ belirgin bir siyasası olmadığını gören AET soruna ağırlığını koydu. AET'nin devreye girmesi, Fransa'nın öne çıkmasıydı. İkinci harekât sırasında BM Güvenlik Konseyi'ne verilen Fransa karar tasarısına karşı Osman Olcay, "En az Kıbrıs kadar zehirleyici olan diğer sorunlar konusunda sessiz kalmaya uzun süredir alışkın bir devletin bu ani çıkışı nedendir? Fransa'yı lehimizde etkilemek için acaba kaç tane Mirage uçağı almak gerekirdi?" demişti. Şimdi Fransa, bu sözleri de yedirmek için tümüyle Türkiye'nin karşısına dikiliyordu. AET diplomatları, Washington'da yönetimin köşeye sıkışacağını anlamış, bölgedeki etkinlik yarışında öne geçme fırsatı sayıyorlardı durumu.
30 Ağustos'ta Askeri Şura, General Hakkı Şenyuva'yı aniden emekli etti. Çok başarılı bir askeri geçmişi olan Şenyuva, 2.Piyade Tümen Komutan Yardımcısı ve Kandıra Garnizon Komutanı idi. Kandıra'lı olan Turan Güneş'in bölgeye geldiğinde ziyaret ettiklerinden biri de General Şenvuya oluyordu. Generalin adı bu nedenle CHP'liye çıkmıştı. O yıl terfi etmeyi bekliyordu. 12 General kadrosu vardı ve o dördüncü sıradaydı. Ne ki, adı çizilmiş ve 48 yaşında emekli edilmişti. Başbakan Ecevit, onu
CHP'ye değil Turan Güneş'e yakın bulmuştu büyük olasılıkla. Genelkurmay Başkanı Sancar'a bu nedenle karşı çıkmamıştı.
1 Eylül'de, Rumların yine Magosa yakınlarındaki Muratağa köyünde 91 Türk'ü öldürüp gömdükleri ortaya çıkarıldı. Ve yine bu durum dış dünyaya yansıtılamadı.
3 Eylül'de Washington'da önemli bir gelişme oldu. Missouri Senatörü Thomas Eagleton, "Hâlâ Watergate'den ders alınmadı mı? Yönetim, bu ülkede artık yasalara uyulması gerektiğini öğrene-
medi mi?" diye bağırıyordu. Kissenger, Türkiye'nin Kıbrıs çıkartmasında Amerikan silâhlarını kullan-masına göz yumuyor, tepki vermiyordu Eagleton'a göre. Belki de yine birtakım gizli stratejiler izleni-yordu. Watergate döneminde sivrilen Senatör gitti, Rum asıllı Brademas'ın başını çektiği Rum lobisine katıldı. Şimdi sesleri daha gür çıkacaktı.
5 Eylül'de Eagleton, Senato'da konuştu ve Türkiye'ye silah ambargosu konulması resmen önerilmiş oldu. Kongre, Vietnam ve Kamboçya örneklerini öne sürüyor, "Artık gizli saklı dış politika yürütemezsiniz. Bize sormadan dilediğinizi yapamazsınız" diyordu. Kissinger ise tepkileri küçümsüyor, "500 dışişleri bakanı ile dış politika yürütülmez" yanıtını veriyordu. Beyaz Saray ve Kongre arasındaki ilişkiler tümüyle gerginleşmişti. Bundan yararlanan da Rum lobisi oluyordu.
Türkiye'de ise, hükümet içindeki MSP kanadı, gemi azıya almıştı. Erbakan, "Ecevit Londra'ya kaçtığı zaman biz Komutanları topladık ve harekâtı başlatmalarını söyledik. Biz olmasaydık, Kıbrıs gâvurun elindeydi bugün" diyordu. Bakanlar Kurulu'nda zabıt tutulmamasına karşın, "Bakın Bakanlar Kurulu'nun zabıtlarına, harp ceridesi oradadır" diye konuşabiliyordu. "Federasyon tezi aldatmacadır. Türk toplumunu bağımsızlığına kavuşturacağız" dediğini duyan Batı dünyası ise, bu demeçleri ciddiye alıp Türkiye'nin ikili oynadığı için derhal cezalandırılmasını istiyordu. Emekli olan Deniz Kuvvetleri Komutanı Kayacan, Erbakan'ın bu sözlerinin yalnız Türkiye'nin dış politikasını değil, Silahlı Kuvvetler'in donatım gereksinmesini sağlama çabalarını da baltaladığını, orduyu güçsüz düşürmeye yöneldiğini söylüyordu.
MSP'nin ve Erbakan'ın tutumu ortadaydı. Başbakan Ecevit ise bir İskandinav gezisine çıkacaktı. Ancak, Başbakanlığa vekâleti Erbakan'a değil, Devlet Bakanı Eyüboğlu'na bırakmayı yeğledi bu durum karşısında. Kuşkusuz, Erbakan bunu kabul etmeyecekti. Eyüboğlu ile ilgili kararnameyi MSP'liler imzalamadı.
16 Eylül'de Ecevit bir basın toplantısı düzenledi. İskandinavya gezisini ertelediğini, hükümetin istifasını verdiğini açıkladı. Ardından bir erken seçim çağrısı yaptı. Paris'ten telefon eden Ferruh Bozbeyli, DP'nin Ecevit'i destekleyeceğini bildirmişti. Ne ki, partinin eski demokrat kanadı, bu girişime anında karşı çıkmıştı da.
19 Eylül'de, Eagleton'un 26 Senatör ile birlikte hazırladığı Türkiye'ye ambargo karar tasarısı ABD Kongresi Genel Kurulu'na geldi. Kissinger devreye girdi, "Çok önemli bir müttefikle dış ilişkilerimize son derece ters etki yapacak bir şeydir bu" dedi. Ama bu kez, kimse dinlemiyordu onu. Oylamada, karar tasarısı 27'ye karşı 64 oy ile Genel Kurul'dan geçti. Kissenger'ın kendi partisinin kimi Senatörleri bile karar tasarısı lehinde oy kullanmıştı.
Makarios, hâlâ New York'taydı. Onun da kaygıları vardı. Zaman geçiyor ve adaya dönemiyordu. Klerides'in durumu sağlamlaşıyor, o devre dışı kalıyordu. Kissinger'dan randevu istiyor ama bir türlü görüşemiyordu. ABD'nin adada Makarios'suz bir çözüm istediği kulağına geliyordu. Atina'daki Karamanlis ile de arası hiç iyi değildi. Tek savunucusu Mavros'tu. Bu arada bağlantısızlar haketinin başını çeken Yugoslavya da, Makarios'un adaya dönmesi konusunda tüm çevre ülkeleri harekete geçirmeye çalışıyordu.
24 Eylül'de Turan Güneş, New York'taydı. O gün, ambargo karar tasarısı Temsilciler Meclisi'nde görüşülecekti. Kissenger, Güneş ile konuştu. "Tasarı geçse bile sulandırmayı ve erteletmeyi sağlayacağız" diyordu. İstediği, Türkiye'nin BM Genel Kurulu toplantısında kimi iyi niyet girişimlerinde bulunması, bu yolla hem ambargoyu erteletmeyi, hem de Klerides'in durumunu sağlam-laştırıp Makarios'un devre dışı bırakılmasını sağlamaktı. Klerides ile de görüşmüştü. "Federasyon yaklaşımını bile ilke olarak kabul edebilirim" yanıtını almıştı. Ne ki, Güneş'in eli ayağı bağlıydı. Hükümet bunalımı, dilediğince adım atmasını önlüyordu.
Kongre'de tartışmalar yapılıyordu o sırada. Temsilci Gross, Kıbrıs'ta yalnız Türklerin değil Rumların da Amerikan silâhı kullandığını öne sürünce ortalık birbirine girmişti. Anderson, Rosenthal ve Adabbo bu savı bir türlü çürütemiyorlardı. Üstelik, Sikes da, "Türkiye, Akdeniz'deki denge açısından çok önemlidir ve orada üslerle personelimiz" vardır diye diretiyordu. Ancak, Temsilci Cronin, "Ama unutmayın ki Türkler yeniden haşhaş ekiyor, New York ve Boston gibi diğer büyük kentlerimize afyon yolluyorlar" deyince hava yeniden değişti. Oylamaya geçildi. Türkiye'ye ambargı getiren tasarı, 90'a karşı 307 oyla kabul edildi.
Ekim ayının ilk günlerinde, hükümeti kurma görevi alan Süleyman Demirel başarılı olamamıştı. DP, onun başkanlığını kabule yanaşmıyordu. Cumhurbaşkanı Korutürk, parti ve grup liderleriyle bir toplantı yaptı ama herhangi bir sonuç sağlanamadı. Ecevit, yeni bir denemeye girişecekti.
Bu arada, ambargo konusunda ABD'de yönetim ile kongre arasındaki tartışmalar sürüyordu. Konu artık Türkiye'ye ambargo konulmasından çıkmıştı. Amerikan basını, "Kim kazanacak? Kongre mi, Yönetim mi?" havasında yayınlar yapıyordu. Başkan Ford, Temsilciler Meclisi'nden kararın ertelenmesini istedi. İsteği, 171'ye karşı 187 oyla reddedildi.
14 Ekim'de Ecevit, AP'ye dokuz seçenekli bir hükümet kurma önerisi götürüyordu. Ayni gün Başkan Ford, ambargo kararını veto ettiğini açıkladı. Bu kez, Ford'un erteleme istemine karşı, "Türkiye, 10 Aralık'a dek adaya tek bir Amerikan malzemesi çıkaramaz" kararını verdi Kongre. Ford, yeniden veto etti kararı. Ortalık karıştı. Washington'da muhalefet ve basın, sistemi sorguluyorlardı artık. Beyaz Saray, giderek direnemez duruma geliyordu.
18 Ekim'de Başkan Ford, kararı imzalamak zorunda kaldı. Türkiye'ye silah ambargosu, "Ankara'nın ateşkese uyarak barışçı çabalarını sürdürmesi, adaya yeni asker ve silah yollamaması, toplumlararası görüşmelerin kesilmemesini sağlaması" koşuluyla 10 Aralık'a dek erteleniyordu. Türkiye, bu kararı algılamadı. Dışişleri bile önemsemedi. Kissenger'ın, kongrenin dayatmalarını nasılsa aşacağına güveniyor, kendi herhangi bir insiyatif almıyordu Ankara. Oysa durumu anlatmak üzere Kissenger, Ankara ve Atina'ya gideceğini açıklıyordu o sırada. Bunu da önemseyen yoktu. Çünkü o günlerde önemsenen tek şey, AP'nin yaklaşan kongresiydi. Demirel, ne yapacaktı acaba?
22 Ekim, çok hareketli bir gündü. Kissenger'ın direktifiyle Washington, New York, Atina ve Ankara'da çeşitli görüşmeler başlatılmıştı. ABD Büyükelçisi Macomber, Başbakanlık Konutu'nda Ecevit ile birlikteydi. Kissenger'ın girişimlerini aktarıyor, Türkiye'nin ikili federasyon ilkesinin Yunan ve Rum tarafına kabul ettirilmesi için neler yapılmakta olduğunu anlatıyordu. Adada Türk ve Rum taraflarının ivedilikle görüşmelere oturtulması gerekiyordu. İki toplum arasında görüşmeler başlayınca Kıbrıs konusu uluslararası kamuoyunun gündeminden çıkacaktı. Varsın her ifi taraf yıllarca tartışsındı. Hiçbir uluslararası kuruluş, müzakere aşamasındaki bir konu için baskı kampanyası yürütemezdi. Kongre'de alınan ambargo kararı da altışar aylık aralarla ertelenerek etkisizleşir, eritilirdi. Atina'da konuya sıcak bakıyordu. Türkiye'nin yapacağı jestlerle onurunu kurtardığını savunabilecekti. Üstelik Klerides de mutluydu. Makarios'un adaya dönüşü bu yolla engellenebilecek, kendisi de Cumhurbaşkanı olabilecekti. Ankara, hemen harekete geçmeliydi. Ne ki, Ankara'da bir hükümet yoktu o anda. Ecevit, Demirel'e sunduğu önerilere yanıt bekliyordu.
23 Ekim'de AP'nin 7.Büyük Kongresi yapıldı ve Demirel 1308 oyla yeniden Genel Başkan seçildi. İlk işi de, Ecevit'in önerilerini geriye çevirmek oldu. Türkiye hükümetsizdi ve Kıbrıs konusunda hareketlenemiyordu. Demirel, başka hareketler içindeydi. Eski demokratları ve iş çevrelerini DP'ye karşı yönlendirip bu partiyi bölmek ve CHP dışındaki partilerle bir cephe hükümeti kurmak.
29 Ekim'de, Silahlı Kuvvetler giderek tedirgin olmaya başlamıştı. Türkiye, tarihinin en önemli evrelerinden birinden geçiyordu. Tüm dünyayı karşısına almış durumdaydı. Ama ortada bir hükümet yoktu. Üstelik, hükümet kurulmasını engellemek içinden elinden geleni yapıyordu Demirel. Ecevit, durumu saptamıştı. Çok önemli bir dönüm noktasına geliniyordu. Cumhurbaşkanına çıktı ve bir azınlık hükümeti kurmayı deneyeceğini söyledi. Yitirilecek saat bile yoktu. Korutürk kabul etti.
1 Kasım'da Turan Güneş, yeniden New York'a gitti. Bağlantısızlar hareketinden Yugoslavya, Hindistan, Cezayir ve Mali'nin öncülüğünde hazırlanmış bir tasarı vardı BM'nin gündeminde. Bu tasarıda, Rum tarafının isteminin aksine, "Kıbrıs hükümeti" deyimine yer verilmemiş ve Türk toplumunun eşit statüsüne dikkat çekilmişti. Rumlar, bu tasarıyı beğenmemişlerdi. Ama, bağlantısızları karşılarına almak istemiyorlardı da. Kabul etmek zorunda kaldılar. Turan Güneş de, diğer 116 ülkeyle birelikte olumlu oy verdi bu 3212 sayılı karara. Türkiye'de muhalefet büyük gürültü kopardı. En ağır eleştiri Erbakan'dan geldi. Oysa, kararda, ilk kez BM üyeleri Türk toplumun eşit ve yasal statütüsünü kabul etmiş ve Kıbrıs'ta Rumların tek başlarına hükümeti temsil etmediklerini vurgulamıştı. Kısacası, Turan Güneş'in o günkü basın toplantısında değindiği gibi, "Kıbrıs BM'ye tek devlet olarak gelmiş, iki cemaat olarak çıkmış ve Genel Kurul ilk kez Türk toplumundan azınlık olarak söz etmemiş" idi.
Ardından Kissinger ile görüştü Güneş. Kissinger, Ankara'ya gelmeden önce Atina'ya uğrayacak, Türk tarafının göçmen sorununu halledeceğini, bir miktar asker çekeceğini söyleyecekti. Klerides, ikili federasyon ilkesini kabule hazır görünüyordu. 8-9 Kasım'da Ankara'da sorunu çözmek eğilimindeydi. Geri çekilmesi istenen asker sayısı 5 bindi. Ve bunlar zaten Türkiye'nin geri çekeceği paraşütçülerdi. Turan Güneş sevindi. "Elde edilecek olanağa karşı verilenler kocaman bir hiç"ti. Ne ki Türkiye'de Erbakan ve muhalefet, Güneş'i neredeyse "ülkeyi satan adam" ilân ediyorlardı.
3 Kasım günü Ankara'da, Ecevit başkanlığında Dışişleri, Savunma ve Genelkurmay yetkilileri arasında bir gizli toplantı yapıldı. Türkiye'nin iyi niyet jesti olarak atacağı adımlar -güvenlik açısından ve siyasal bakımdan- bir bir irdelendi.
5 Kasım'da MGK toplandı. O gün Türkiye'de muhalefet kıyamet koparıyordu. Ecevit'in azınlık hükümeti girişimi, tüm partilerde bir ayaklanma başlatmıştı sanki. Demirel, "Azınlık hükümeti kurmak, işgalden başka şey değildir" diyordu. Bir süre önce Ecevit'e destek öneren -ama Saadettin Bilgiç grubunun baskısıyla tutumunu değiştiren- Ferruh Bozbeyli, "DP'nin 42 kırmızı oyu var!" diye bağırıyordu. O sırada Kissinger Roma'daydı. Yunan Dışişleri Bakanı Bitsios ile görüşüyordu. Karamanlis, Kissenger'ın planını kabul etmiş ve toplumlararası görüşmelere geçilmesi ve Kissinger'in deyişiyle "Sorunun küllendirilmesi için hiçbir engel kalmamıştı."
MGK toplantısı sürüyordu. Türkiye'nin atabileceği adımlar şöylece saptanmıştı :
- İkinci harekât sırasında sonradan ödün olarak vermek gerekirse düşüncesiyle sarkılan cep bölgeden çekilinecekti.
- Maraş'taki otel sahipleri dilerlerse işletmelerinin başına dönüp çalıştırabilecekler ama yönetim Türklerde kalacaktı.
- Magosa Limanı ve Lefkoşa Havaalanı ortak işletmeye açılacaktı.
- Açılacak oteller ve limanların Türk yönetimine gelir sağlayacağı öngörülüyordu. Rumlar Güneyde ekonomilerini toparlayıp yeniden güçlenirlerken, Türk toplumunun geri kalması önlenmeye çalışılıyordu. Eğer Türk ordusu adadan hiç çıkmasa bile, Rumların ekenomik güçlerinin ileride daha büyük sorunlar yaratacağı konusunda bir düşünce birliği oluşmuştu.
- Göçmen olarak 7-8 bin Rum Türk bölgesine geri dönebilecekti. Bunların kimlikleri ve eskiden EOKA ile ilişkilerinin bulunup bulunmadığı Türk yönetimince incelenip saptanacak ve ancak uygun görülenlere izin verilecekti.
- Türkiye, adadaki 40 bin askerinden yaklaşık 5 binini geri çekecekti. Bunlar da, görev süresi bitmiş ve zaten geri dönmesi gereken komandolardı.
Komutanlar, bu adımların güvenlik açısından herhangi bir sakıncası olmadığında birleştiler. Sorun çözümlenecekti. Ama, Erbakan'ı hesaba katan olmamıştı. Toplantının sonuna gelindiği sırada Erbakan söz aldı. Kıbrıs sorununu ve Türkiye'yi bugünlere getiren tutumunu o anda ortaya koydu.
"Müsaade buyurursanız ben muhalif kalayım...Belki bundan daha iyisi kabul ettirilemez. Ancak bizim görüşümüze göre, bu gidiş doğru değildir."
Ecevit ve Komutanlar donup kaldılar. Başbakan hemen Erbakan'a döndü:
"Hükümet adına konuşmayın. Biz tek başımıza olsak adanın tamamını alırdık, bunlar hep CHP yüzünden oluyor deyin. Suçu bizim üzerimize atın. İleride çok pişman olunacak durumlarla karşı karşıya kalınabilir."
Erbakan aldırmadı bile. Fiilen hükümetteydi o an. Hükümet adına konuşuyordu. Ve MGK'da varılan kararlara muhalif kalıyor, onaylamıyordu. Toplantıdan çıktıktan sonra, "Şehit kanlarıyla sulanmış toptaklar gavura geri verilemez" dedi.
Ecevit ertesi gün akşam Cumhurbaşkanı'na çıktı. 45 dakikalık randevu 2,5 saat sürdü. Azınlık hükümeti onaylanırsa tüm sorumluluğu almaya hazır olduğunu söyledi. Kissinger'ın gelmesine 36 saat kalmıştı. Fırsat kaçırılıyordu. Ne ki, azınlık hükümetine diğer tüm partiler tepkiliydi. Korutürk, onaylayamazdı.
7 Kasım'da Ecevit, Kissinger'ın davetinin iptal edildiğini açıkladı. "İsterse yine gelebilir. Ancak hükümet kararı olmadan kendisiyle bu konuyu ele almak olanaksız" dedi. Doğruydu. Ve Ecevit bir açıklamada daha bulundu. Hükümeti kurma görevini iade etmiş ve geçici hükümetten de çekilmişti.
Klerides, gelişmeleri haber alamamıştı. Kissinger'ın planına koşut olarak bir demeç verdi ve "Federasyon tezini kabul etmemiz gerçekçi bir yaklaşımdır" dedi. Ama Makarios gelişmeleri haber almıştı ve anında dünya ajanslarına bir demeç verdi New York'ta: "Uzun bir mücadele dönemi açılmıştır. Kıbrıs'ı ikiye bölecek hiç bir formülü kabul etmem. Tek formül üniter devlettir. Yakında halkımın arasına, adaya döneceğim."
10 Kasım'da, tüm dünya -eskisinden çok daha sert ve kemikleşmiş biçimde- Türkiye'nin aleyhine dönmüştü. Ankara'nın Kıbrıs sorununun çözümünü istemediği, adada kalıcı güç olma eğilimi taşıdığı, fiilen ikiye bölmeyi düşündüğü söyleniyordu. Kissinger da, Türkiye'yi önemsemiyordu artık. Kendini oyuna getirilmiş hissediyordu. Artık tüm başkentler, Makarios'un adaya dönüp duruma el koymasından yanaydı. Klerides, Ankara'ya hınçlanmıştı. Sorunu birlilkte çözmek olanağı doğmuş, kendisine düşem rolü oynamış ama son anda tutum değiştirmişti Türkiye. Düşlediği Cumhurbaşkanlığını yitirmişti Klerides. İngiliz basını Ankara'yı "küstah" diye nitelendiren başlıklar atıyordu.
Atatürk'ü anma törenlerinden sonra Kuzey Deniz Saha Komutanlığı'ndaydım. Subaylar, Erba-kan'ı "Sabotajcı olmak" ve "Rumlar adına hareket etmek"le suçluyorlardı. Türkiye'ye sorunun çözümü için gerekli "en kritik zamanlama"yı kaçırtmıştı. Artık ABD yönetimi de ambargoyu erteletme eğilimini bırakacaktı. Ekonomiyi ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ni büyük sorunlar bekliyordu. Hatta bir Kurmay Albay şöyle diyordu:
"Erbakan, ordunun zayıflayacağını ve irticaya karşı mücadele edemeyecek duruma düşeceğini varsayıyorsa çok yanılıyor!"
Türkiye hükümetsizdi. Korutürk, 12 Kasım'da Kontenjan Senatörü Sadi Irmak'ı hükümeti kurmakla görevlendirdi. Bir diğer Kontenjan Senatörü Muhsin Batur ve Emekli Amiral Kemal Kayacan da CHP'ye katıldılar. Batur, "Türkiye'yi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştıracak fikir ve eyleme sahip yegane parti olarak CHP'yi görmüş olmam bu partiye girişimin birinci sebebini teşkil etmektedir" dedi. İkinci "sebep"e hiç değinmedi. O, kafasında saklıydı. Günü gelince söylerdi. Kayacan, donuk bakışlarla süzüyordu onu.
13 Kasım'da Makarios, Kissenger ile görüştü. Artık adaya dönme hazırlığına başlamıştı. O gün adada Denktaş ile Klerides de görüşüyorlardı. Klerides, istifa edeceğini söyledi. BM Genel Sekreteri Waldheim ve NATO Genel Sekreteri Luns, Klerides'i arıyorlar ve istifa etmemesini istiyorlardı. Atina da o kanıdaydı. Makarios'un adaya dönmesinden yana değillerdi. Ne ki, gelişmeler bu doğrultuda değildi. Türkiye'de ise Demirel, Sadi Irmak hükümetini elbet yadsıyordu ve bir Milliyetçi Cephe kurulması çağrılarını arttırıyordu.
17 Kasım'da Atina'da seçimler yapıldı. Karamanlis ezici bir çoğunluk sağladı. Oysa Ankara'da, Irmak hükümetinin siyasal tabanı yoktu. Alacağı her karar için tüm liderleri teker teker dolaşmak zorundaydı. Görüşlerin orta yolunu bulup çıkarmaya çalışıyordu. Kıbrıs bunalımı sırasında eli kolu bağlı Yunanistan'ın durumuna şimdi Türkiye düşmüştü. Bu arada Makarios da New York'dan Londra'ya geçmişti.
20 Kasım'da Klerides, Londra'ya gitti. Makarios ile yedi saat süren bir görüşme yaptı. Ertesi hafta Yunanistan, Avrupa Konseyi'ne geri döndü. Büyük bir tören yapıldı.
24 Kasım'da, ABD lideri Ford ve SSCB lideri Brejnev, Vladivostok'ta biraraya geldiler. Ele aldıkları başlıca konulardan biri de Kıbrıs'tı. "Müzakerelerin ivedilikle başlaması" çağrısında bulundular. Belçika'da yayınlanan kimi gazeteler, Ford-Brejnev doruğunu "Dünyanın yeniden paylaşımı doruğu" olarak yorumluyorlardı.
30 Kasım'da Makarios, Atina'daydı artık. Klerides ve Karamanlis'le toplantılar yaptı. Dizginleri ele almıştı artık. Klerides'e bundan sonra biçilecek tek rol, görüşmecilikti.
1 Aralık'ta Türk Dışişleri, Makarios'un durumda etkinleştiğini şaşırarak ayrımsadı. Ankara sağa sola notalar yollamaya, Londra ve Washington'u uyarmaya çabaladı. Kimse dinlemiyordu artık Türkiye'yi. Tren, 5 Kasım'da kaçmıştı.