Barış ya da NATO!
Dünya Gazetesi
8 Nisan 1979
SACEUR Komutanı Haig’ın, giderayak ve NATO’nun otuzuncu kuruluş yıldönümünde, Brüksel’de yayınlanan Le Soir gazetesine verdiği demeç hayli ilginçtir. General, NATO’nun etkinliğinin coğrafi sınırlarının dışında da sağlanmasını istemektedir. Bilindiği gici, güncel olarak Ortadoğu, Güneydoğu Asya ve Güney Afrika’da gerilim oldukça yüksektir. Bu bölgelerde “askıda kalmış” sorunların çözümünü sağlamak için de emperyalist militarizmin kuramcısı Bay Brzezinski üstüste formüller saptamaktadır.
“Konsantrik Dış Çizgiler” formülünden sonra, şimdi üzerinde yoğun çalışmalarda bulunduğu araştırma konusunun yeniden “Yakın Gelecekteki Uluslararası Nükleer Bir Savaşta Makbul Kayıp Miktarı” olması dikkat çekicidir.
Aralarında Amerikalı politologlar M.Oksenberg ve R.Oxnam’ın da bulundukları yorumcular, Brzezinski formülünün “Çin Kozu” üzerine kurulduğunu ve bunların Pekin stratejistlerinin yayılmacı militarizmine yön veren “Pürüzlü Topraklardaki Pürüzlü Sorunları Çözüm” planıyla doğrudan bağlantı içinde olduklarını savunmaktadırlar. Washington ve Pekin, “müşterek düşman” karşısında somut bir işbirliği gereksinmektedirler. Haig da, anılgın demecinde tüm bunları kanıtlarcasına, NATO’nun coğrafi sınırları dışında bağlantılar araması gereğine işaret etmekte ve buna neden olarak da Sovyet etkinliğinin arttığını, bunun da tehlike oluşturduğunu öne sürmektedir. Geçmiş “soğuk savaş” günlerinin “Sovyet tehdidi” öyküsünü yeniden gündeme getirmek demektir bu.
NATO Merkezi’nde önemli görevler yüklenmiş, İtalyan Hava Kuvvetlerini yönetmiş, Genelkurmayda etkin çalışmalarda bulunmuş, 1969^da emekliye ayrıldıktan sonra politikaya atılarak 1976 Haziran’ında IKP listesinden senatör seçilmiş General Nino Pasti, geçen yıl yayınladığı “Problemi Militari” kitabında açıkça kaydetmektedir ki, “NATO’nun varlığını Sovyet tehditi savına bağlamak oldukça gülünçtür. Varşova Paktı, Atlantşk Paktı’ndan yıllarca sonra, 1955 Mayıs’ında kurulmuştur. Eğer bu paktlardan herhangi biri diğerinin tehditinden çekinecekse, bunun ilk kurulana karşı oluşturulan olması gerekir. Kaldı ki, İtalya’yı NATO’da temsil ettiğim yıllar sürecinde, şu malum Sovyet tehditi hakkında hiçbir somut veriye rastlamadım. Bence NATO’nun bizzat kendisi, hem hiçbir süreçte böylesine olumlu gelişmeler göstermemiş barışı, hem de üyesi ülkelerin sosyoekonomik gelişimini tehdit etmektedir.”
Gerçekten de son yedi yıl içinde NATO üyesi ülkelerin sanayi üretimlerinin ortalama yıllık hızı yüzde 3.5 oranında azalmıştır. 1978 yılının ilk yarısında, NATO ülkeleri genel ekonomik etkinliğinde, üretimin büyük bir gevşeme eğilimi içinde olduğu görülmüştür. Bu dönemde anılan ülkelerin sanayi üretimi artış hızı, geçen yılın ayni dönemine oranla hemen hemen iki kat azalmıştır. Amerikan Fortune dergisi, Batı’nın, sosyalist ülkelerin ekonomik endeksleri karşısında müzmin bir yetişemezlikle başbaşa kaldığını yazmaktadır. 1971-78 döneminde sosyalist ülkelerin sanayi üretim hacminin yüzde 73 oranında yükselmesine karşı, Batı’da bu oran, ancak yüzde 27’yi bulmaktadır. Eldeki kaynaklar, sosyo-ekonomik faaliyeti derinleştirip sağlamlaştırmak için değil (zaten sistem buna izin vermemektedir), yalnızca silahlanma amacıyla kullanılmaktadır. General Anzeiger, Federal Almanya’nın askeri harcamalarının bu dönemde 55 milyar marka ulaşacağını kaydetmektedir. İngiltere ise, 1977-78 döneminde 7 milyar sterlinlik bir askeri harcamada bulunmuştur. 1966’da NATO’nun askeri kanadından çıkmasına çıkmasına karşın, Fransa’nın askeri bütçesi 1977’de, bir önceki yıla oranla yüzde 16.88 artarak 59.4 milyar frangı bulmuştur ki, bu harcamanın 1978’de 80 milyarı aştığı sanılmaktadır. İtalyan askeri bütçesi de 1978’de, 1977 yılına oranla ,yüzde 22.2 yükseltilerek 4.314 milyar lirete ulaşmıştır. Kanada’nın 1977-78 dönemi harcamaları 4.7 milyar dolar dolayındadır ve bu rakam 1976-77 döneminden yüzde 13 fazladır ama, hükümet önümüzdeki üç yıl içinde, bütçeyi her yıl yüzde 12 oranınsa sürekli arttırmayı kararlaştırmıştır. Norveç’in 1977 bütçesindeki askeri pay bir önceki yıla oranla yüzde 13.4’lük artışla 5.5 milyar, Danimarka’nın 6.17 kron, Türkiye’nin bir önceki döneme oranla yüzde 21 artarak 42.500 milyon lira, Belçika’nınki 56.5 milyar frank, Hollanda’nın ise 8.4 milyar florindir. US News and World Report’a göre, Pentagon’a 1978-79 döneminde Kongre 128.4 milyar dolarlık bir fon ayırmıştır ve militaristler, stratejik ve özellikle nükleer silahların MX ve DCA’lar dahil Avrupa’daki NATO ülkelerine yoğun olarak yerleştirilmesinde ısrar etmektedirler.
Fortune’e göre, bu durum, ağır politik sonuçlar doğurabilir. Çin ile ABD’nin siyasal yakınlaşmasının bu döneme rastlaması da hiç sıradan bir olay değildir üstelik. Politikanın başka araçlarla sürdürülmesinden yana belirlenen Pekin’in tutumu, “savaşı kaçınılmaz” bulan bir militarist şovenizmle anlatı kazanabilir. Kwangming Jihpao, “Çin Halk Ordusu kanatlı bir kaplan haline getirilecek ve evrende asla yenilmez kılınacaktır” diye yazarken, Pekin yönetimi, militarist eğilimini dünya kamuoyunun gözünden saklamaktan yana da değildir.
Çin delegasyonu, BM Genel Kurulu’nun 26. Birleşiminde bir “dünya silahsızlanma konferansı toplanması”na, 27. Birleşiminde “uluslararası anlaşmazlıkları gidermede kuvvete ve nükleer silahlara başvurulmaması”na, 28. Birleşiminde “Güvenlik Konseyi üyesi ülkelerin askeri harcamalarını yüzde 10 oranında kısıp bu miktarı gelişmekte olan ülkelere temel ekonomik yardımda kullanmaları”na, 29. Birleşiminde “askeri saldırganlığa somut bir tarif getirilmesi”ne, 30. Birleşiminde “nükleer silah denemelerinin evrensel olarak tamamen yasaklanması”na, 31. Birleşiminde “uluslararası ilişkilerde baçgösterecek anlaşmazlıklarda askersel güç kullanımının önlenmesi”ne, 32. Birleşiminde de, “yumuşa ortamının sağlamlaştırılması ve yaygınlaştırılması”na karşı çıkmıştır. Bu ısrarlı tutum, savaş körükçülüğünden başka bir anlam taşımamaktadır. Ne ki, ABD’nin bu eğilimdeki ülke ile ve özellikle bu ülkenin bir başka ülkeye -Vietnam’a- askeri saldırısı sürecinde yakınlaşması, hiç kuşkusuz, NATO açısından büyük kuşkular doğurmaktadır. Çünkü, Christian Science Monitor’un yazdığına göre, Çin Dışişleri Bakanı Huang-Hua bir ABD delegasyonu ile yaptığı söyleşide, “Amerika’nın Sovyetler Birliği ile sürdürmekte olduğu barışçıyı politikayı terketmesinin zamanı gelmiştir” diyerek eklemiştir ki “İki güç arasındaki kaçınılmaz savaşı kazanmak için Amerika buna zorunludur.” NATO stratejilerinin “Sovyet tehlikesi” öykünmesine koşut olarak, fiili bir Anti-Sovyetizm güden Çin ile ABD’nin ve giderek diğer NATO ülkelerinin (14 Mart’ta BBC İngiltere ile Çin arasında 7 milyar sterlinlik bir anlaşma imzalandığını ve bunun önemli bir kısmının Harrier savaş uçaklarının Pekin’e satımı konusunu kapsadığını duyurmuştur) siyasal ve askerkel ilişki kurmaları, bunu sağlamlaştırmaları, soğuk savaş döneminin ürünü olan askersel blokların coğrafi sınırlarını genişletmek düşüncesine temel oluşturmaktadır. Üstelik General Haig, anılan demecinde, sözü dönüp dolaştırıp Türkiye’ye getirmesini de bilmişken...
Türkiye’nin NATO içindeki üyeliği, bu örgütün savların ayrı tutulamaz. Oysa, Kars Senatörü Muzaffer Şamiloğlu 31 Mart Cumartesi günü Moskova Radyosu’na verdiği demeçte belirtmektedir ki, bu ülkede “her masada kadehler barış için kalkıyor.” Fakat NATO kurmayları, Türkiye’nin örgüt içindeki üyeliğinin gerekliliğini, Sovyetler Birliği’nin saldırısı karşısında güvence sağlamak bakımından gülünç savlara bağlamaktadırlar. Hem bunların CENTO’nun dağılmasından sonra NATO’yu güçlendirmek ve geçerliliği sona eren anlaşma bölgesinde -Ortadoğu’da- etkin kılmak uğraşında oldukları ve ülkemize bu bölgede kendi çıkarları gereği bir başka rol üstledikleri de bellidir.
Ne ki, NATO’nun başını çeken ABD kadar önde gelen üyeleri de, Ortadoğu’da Arap ülkelerinden tamamen apayrı ve Filistin halkına düşman bir anlaşma kotarılmasında etkinlik ve destek göstermişler, bölgeyi bir barut fıçısı haline getirmişlerdir. Üstelik Huang-Hua, Enver Sedat'’n özel temsilcisi Tohamy'’e, Mısır Başkanı'’ı Pekin'’ resmen davet ettiklerini açıkladıktan sonra bildirmiştir ki Çin, Mısır’ın “barış mücadelesini” desteklemektedir. Ayrıca Pekin yönetimi, İran ve Pakistan’daki oluşumlarda etkinlik kazanabilmek amacı ile, bu hafta, yıllardır düşmanca tutum takındığı İslam dininin Çin’de serbestçe uygulanmasını sağlayacağını; Kur’an okulları açılacağını; 1970^de kapatılan tüm camilerin ibadete hazırlanacağını ve bu eylemin başına İmam Ma Cong-Ling’in getirildiğini duyurmuştur. Türkiye’ye çok yakın «pürüzlü topraklar» üzerinde oluşan bu müdahaleci, kışkırtıcı ve savaş ateşi yaktırıcı gelişmeler oldukça kaygı vericidir. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Faruk Sükan da, 14 Mart’ta, bölgemizdeki son gelişmelerle ülkemizin dünya gündemine girdiğini belirterek emperyalist amaçlar bakımından bir hedef oluşturduğumuzu kaydetmiş ve büyük bir açıklıkla, “Ortaya çıkan yeni şartlar, Türkiye'nin bağlı bulunduğu ittifak sistemleriyle anlaşmalarını gözden geçirmesini zaruri kılmaktadır” demiştir.
Başbakan Ecevit ise, 1978 başındaki CHP Küçük Kurultayı’nda şöyle konuşmuştur : “Türkiye’nin ulusal güvenliğini...bütün bölgenin barış içinde yaşayabilmesi için gerekli düzeye yükseltmeyi ödev bileceğiz. Dünyada ve bölgemizde barışa gereken katkıyı yapacağız.” Yine Ecevit bu konuşmasında, hedeflerini şöylece saptamıştır : “Yurtta barış ile dünyada barışın birbirinden ayrılmaz olduğu ilkesine bağlı kalmak.” Şimdi açıkça görülen odur ki, bu ilkeye “bağlı kalmak”, ancak ve ancak soğuk savaş dönemlerine özgü ve savaşkan askeri bloklara bağlı kalmamakla olasıdır. Bağlılığın sürdürülmesi, yine Ecevit’in 1976 Temmuz’unda ABD’de yaptığı görüşmelerden edindiği izlenimleri anlatırken belirttiği gibi, “Çoğunun halkı, siyasal bilinçlenmesi ve sosyal adalet özlemi arttıkça sola yönelen” bölgemiz ülkelerine karşı “önlemler uygulayabilecek, içişlerine karışmaya kalkabilecek ya da başka tertiplere başvurabilecek” ABD ve kimi başka Batılı ülkelerin ve NATO’nun coğrafi sınırları dışında saptanan bağıntılarının faaliyetlerine göz yummak demektir ki, kalıcı ve sürekli barıştan yana oldun edinimleri olan Türkiye toplumunun, işte bunu kabullenmesi hiç ama hiç olası değildir.