Emekli Amiral Vedii Bilget : Makaleler
WCARGA HİZMETLERİ
BELGE ARŞİVİ
.

 

Türkiye Cumhuriyeti?

Cumhuriyet Gazetesi
29 Ekim 2003

Mustafa Kemal'in "Bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış" koşullardaki ülkeye gösterdiği hedef, "Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır" kadar açık ve somut olmuştur.

Bu tutum karşısında, Amerikan mandacıları yenik düşmüşlerdir. Ne hikmetse, o süreçte de yine Doğu illerimizde «inceleme» gezisinde bulunan Amerikan hükümeti temsilcisi General Harbor, Ankara'ya koşup. Mustafa Kemal'e erişmiş ve bu kararlılığa karşın ya başaramazsa ne yapmayı düşündüğünü sormuştur. Mustafa Kemal'in yanıtı yine açık ve somut olmuştur : "Bir ulus varlığını ve bağımsızlığını korumak için düşünülebilen girişim ve özveriyi yaptıktan sonra mutlaka başarır. Ya başaramazsa demek, o ulusu ölmüş saymak demektir. Öyleyse, ulus yaşadıkça ve özverili girişimlerini sürdürdükçe başarısızlık söz konusu olamaz."

Olmamıştır da zaten. "Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir" demiştir ve "Esas Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla temin olunabilir. Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun bağımsızlıktan mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık olamaz. Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden mahrumiyeti, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağı dereceye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez...Bundan ötürü, ya bağımsızlık, ya ölüm!" şiarını izleyerek savaşmıştır.

Verilen savaşın adı «Kurtuluş Savaşı» olmuştur, «Bağımsızlık Savaşı» olmuştur. “Biz, ... istiklalimizi emin bulundurabilmek için heyet-i umumiyemizce heyet-i milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece mücahedeyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız...” diyen Mustafa Kemal'in başkomutanlığındaki ordularımız utkuya ulaşmış, emperyalizm ve kapitalizmden kurtulunmuş, bağımsız olunmuştur. Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.

"Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare" olan "Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir" çünkü. Ve "Arzumuz dışarıda bağımsızlık, içeride kayıtsız ve şartsız millî egemenliği korumadan ibarettir."

Cumhuriyet'in ilânından sonra "Bağımsızlığı için ölümü göze alan millet, insanlık haysiyet ve şerefinin icabı olan bütün fedakârlığı yapmakla teselli bulur ve elbette esaret zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete nazaran dost ve düşman nazarındaki mevkii farklı olur." Bütün ezilen ve emperyalizmin boyunduruğu altındaki ülkelere kurtuluş ışığı yayar. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik ilkeleri tüm bu ülkelerin de yol göstericisi olurken ulusal egemenlik, ulusal bağımsızlık, yurtta barış dünyada barış, çağdaşlaşma, bilimsellik, akılcılık da bütünleyici ögeleri oluşturur.

Cumhuriyet devrimi, yerinde çakılı kalmaz. Çünkü, "Ülke kesinlikle uygar, çağdaş ve yenilikçi olacaktır. Bu bizim için hayat davasıdır. Bütün fedakârlığımızın sonuç vermesi buna bağlıdır." Yeni yasal düzenlemelere geçilir. Devrim Yasaları konulur. Hilafet, şeriat mahkemeleri, aşar vergisi kaldırılır. Öğrenim birliği yasası ve ikinci anayasa kabul edilir. Dinin politik amaçlarla kullanılamayacağına; şapka giyilmesine; tekke, zaviye, türbedarlıkların ve -efendi, bey, paşa, ağa, hacı, hafız, hoca gibi- birtakım unvanların kaldırılmasına; uluslararası saat, takvim ve ölçüler kullanılmasına; anayasadan dinsel içerikli sözcüklerin kaldırılmasına; bazı kisvelerin (giysilerin) giyilemeyeceğine ilişkin yasalar çıkarılır. Medeni Kanun, Milli Sanayii Koruma Kanunu, Soyadı Kanunu, yeni Türk Alfabesi kabul edilir. Türk Tarih ve Dil kurumları, Devrim Tarihi Enstitüsü ve Halkevleri kurulur. Uluslararası Kadınlar Kongresi toplanır. Ezan bütün camilerde Türkçe okunmaya başlanır.

Artık Türkiye Cumhuriyeti'nde "her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir." Ve "Tam bağımsızlık, bizim...üzerimize aldığımız vazifenin temel ruhu"dur. Ta ki 1947'lere, Truman Doktrini'ne kapılanmaya kalkışıldığı güne değin...

12 Temmuz 1947 Anlaşması ile, 18 Ocak 1927'den bu yana Lozan Barış Antlaşması'nı onaylamayı reddetmiş olan Amerika'ya göbekten bağlanmayı kabul ettik. Amerika'dan yardım aldık ve yardımın kullanılışı "sırasında görevini serbestçe yapabilmesini mümkün kılmak için, Amerikan misyon şefi ve temsilcilerine yapılan yardımın kullanılışı ve işleyişi hakkında rapor, malumat ve müşahade şeklinde isteyebileceği her türlü kolaylık ve yardımı" ve hatta "Birleşik Devletler basın ve radyo temsilcilerine, bu yardımın kullanılışını serbestçe müşahade etmeleri ve müşahadelerini bildirmeyi" bile sağlamayı kabullendik.

O tarihten başlayarak, “Biz, ... istiklalimizi emin bulundurabilmek için heyet-i umumiyemizce heyet-i milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece mücahedeyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlar” olmaktan çıktık. Yurdumuzu baştan başa Amerikan askeri üsleri sararken, "Bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş" kılınmaya izleyici kaldık.

Mustafa Kemal'in "Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek mânasiyle bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir" sözlerini şiar alıp «Tam Bağımsız Türkiye» diyenleri «komünist» olmakla suçladık. "İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır" sözlerini unuttuk. «Solcu ve komünist» saydıklarımıza karşı şeriat hükümlerini yol gösterici olarak dayatan dinci kesimlerle dayanışmaya girdik. Yetmedi, kendilerini «milliyetçi» diye tanımlayan tosuncukları saldık üzerlerine.

Emperyalizme tam bağımlılığı pekiştiren Özal ekonomi politikalarını uygulamak için Kenan Evren cuntaları ilân ettik. «Tam Bağımsız Türkiye» diye gösteri yapanları suçlamak için Fethullah Gülen'e "Var mı Resulullah'ın yürüyüş yaptığı, var mı slogan attığı" diye vaazlar verdirtip öte yandan cunta erkini sürdürmek için Atatürk devrimlerine sırt dönüp Nakşibendi tarikatından destek aldık. Genelkurmay Başkanı’nın, şeriat hukukuna geçiş faaliyetlerinin son aşaması olarak Pakistan’da «İslami Vergiler» uygulanmasını öngören katil Ziya Ül-Hak’a «kardeşim» diye sarılmasını, “Devlet mi dediniz?Devlet işin içine girmişse iş batar” demesini bile yadırgamadık.

Taktık Amerikan boyunduruğunu, açtık kapitalist ve emperyalist saldırganlığa sınırlarımızı, soktuk devlet çarkları arasına dinsel radikalizmi, aldık 650 bin kişiyi gözaltına, fişledik 1 milyon 683 bin kişiyi, 7 bin kişi için idam cezası istedik, bunlardan 517'sine idam verdik, 50'sini astık, 71 bin kişiyi solculuktan, 98 bin 404 kişiyi «örgüt üyesi olmak» suçundan yargıladık, 388 bin kişiye pasaport vermedik, 30 bin kişiyi «sakıncalı» bulup işten attık, 14 bin kişiyi yurttaşlıktan çıkardık. 30 bin kişi «siyasi mülteci» olarak yurtdışına gitti; 444 kişi kuşkulu biçimde öldü; 171 kişinin «işkenceden öldüğü» belgelendi; 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu; 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hakimin işine son verildi; 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi ve 3 bin 315 yıl 6 ay ceza verildi; 39 ton gazete ve dergi imha edildi; 927 film yasaklandı; cezaevlerinde 299 kişi yaşamını yitirdi; 43 kişinin gözaltında intihar ettiği açıklandı.

Geldik bugünlere. Ektiğimizi biçiyoruz. Devlete dinsel terör egemen. Amerikan boyunduruğu artık tam bir pranga. Emperyalizm, küreselleşme adı ardında “siyasi, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta” ülkemize egemen. “Bağımsızlık ve hürriyetlerini her ne bahasına ve her ne karşılığında olursa olsun zedeleme ve kayıtlamaya asla müsamaha etmemek; bağımsızlık ve hürriyetlerini bütün mânasiyle koruyabilmek ve bunun için gerekirse, son ferdinin, son damla kanını akıtarak, insanlık tarihini şanlı örnek ile süslemek” kimsenin umurunda değil gibi. Oysa, “Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden mahrumiyeti, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir.”

O zaman nerede kaldı, “Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple millî bağımsızlık bence bir hayat meselesidir...benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan sarfınazar edinceye kadar amansız düşmanıyım” diyerek “Biz, ... istiklalimizi emin bulundurabilmek için heyet-i umumiyemizce heyet-i milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece mücahedeyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız...” saptamasını yapan Mustafa Kemal’e inanç? Nerede kaldı onun izinde olmak? Nerede kaldı Anayasa hükmü olan devrim kanunlarının korunması? Ve nerede kaldı tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti?

 
KİTAPLAR
MAKALELER
SEÇMELER