Emekli Amiral Vedii Bilget : Makaleler
WCARGA HİZMETLERİ
BELGE ARŞİVİ
.

 

Haziran'dan Haziran'a...

Cumhuriyet Gazetesi
15 Haziran 2003

1970 Mayıs'ında Demirel hükümeti bir Sendikalar Kanun Tasarısı hazırladı. Buna Türk-İş üyesi Milletvekilleri bir ek madde koydurttular. Buna göre, bir sendikanın Türkiye çapında etkinlik gösterebilmesi için, o işkolundaki işçilerin en az üçte birini temsil etmesi gerekecekti.

14 Mayıs günü Cumhuriyet Senatosu'nda bir konuşma yapan AP'li Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk, "ideolojik akımların aleti haline gelmiş sendikalarla tabela sendikaları bu kanun çıkar çıkmaz kendiliğinden infisah edecektir, gaye serbestidir" dedi. TİP Milletvekili ve DİSK Genel Başkan Vekili Rıza Kuas da TBMM'de konuştu ve dedi ki, "Bu kanunla Türk-İş diktası getirilmek isteniyor. 27 Mayıs devriminin getirdiği haklar geri alınmak isteniyor. DİSK, Anayasa haklarını kullanarak sonuna kadar direnecektir."

TBMM tasarıyı, 12 Haziran'da onayladı. "Yasa, sendika seçme özgürlüğünü yokedecek ve bir faşist sendikacılık anlayışının temelini atacak" demecini veren DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, yanında sendikacılardan oluşan bir kurulla 13 Haziran'da Çankaya Köşkü'ne çıktı, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'la görüştü. Sunay konuya o denli yabancıydı ki, tutup sağcı sarı sendikalardan yakındı ve "Yapacak çok şey yok" dedi.

15 Haziran sabahı, İstanbul ve Gebze'deki büyük işyerlerinde ilk genel grev başladı. Otosan fabrikasından yola çıkan 2700 işçi, "Tüm gericiler ve faşizm kahrolsun" pankartlarıyla Ankara asfaltına vardılar. Kartal kavşağında önlerine bir askeri birlik ve üç tank çıktı. Askerler kenara çekildi, işçiler geçip gitti. Süleyman Demirel'in kardeşi Hacı Ali Demirel'in ortak olduğu Haymak Döküm fabrikasında, işçilerin karşısına silahlı korumalar çıktı. İşçiler fabrikaya saldırdı. Akşama doğru DİSK, 115 işyerinde 75 bin işçinin yürüdüğü açıkladı.

Olayların önü alınamıyordu ama. 16 Haziran günü, sabahın daha ilk saatlerinde, İstanbul'da işçilerle polis karşı karşıya geldi. Büyük çatışmalar çıktı, kan döküldü. İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu İstanbul'a gitmiş, vilayetten yönetiyordu polis güçlerini. DİSK Başkanı Kemal Türkler bir açıklama yaptı, "Çatışmaları onaylamıyoruz" dedi ve ekledi, "aranıza çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek girebilir." Zaten de öyle de oluyordu.

O gün DİSK yöneticileri tutuklandı. Hükümet, İstanbul ve Gebze'de sıkıyönetim ilan etti. 18 Haziran'da çeşitli üniversitelerin iş hukuku ve sosyal güvenlik kürsüsü öğretim üyeleri, "Sendikalar Kanunu'nun ana çizgileriyle Anayasa'ya aykırı" olduğunu açıkladılar. İsmet İnönü ise Türk-İş üyesi milletvekillerini sert dille suçladı ve olayların "faili" durumuna düştüklerini söyledi.

Yalnız ülkemizde değil, tekelci sermaye egemenliğinin mutlaklaştığı dünyamızda ne zaman ki tasarlanan bir eylemin ya da yasanın amacı “serbesti” olarak ilân edilir, o zaman bu sözcüğün ardında çok karanlık amaçlar yatıyor demektir. 15-16 Haziran olaylarına yol açan “serbesti” amaçlı yasanın ardında “Türk-İş diktası getirilmek...27 Mayıs devriminin getirdiği haklar geri alınmak... sendika seçme özgürlüğünü yoketmek..." hedefleri vardı. ABD’nin “özgürlük getirmek” amacı ile Irak’a düzenlediği saldırının ardında ne gibi hedefler olduğu da herkesce biliniyor.

Son günlerde, AB’nin Türkiye’nin “özgürlük” alanlarını açmak için hedeflediği "uyum" yasa tasarılarının ardındaki hedeflerden kaygı duyulduğu da çokça vurgulanır oldu. Ne ki, tekelci sermayenin küresel anayasası olarak nitelenenen, Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (MAI) ile "uyum" yasaları -ve özellikle "serbesti" amaçlı olanları- pek izlenmiyor gibi. Her biri küçük birer küresel sermaye egemenliği alanı olan "serbest bölge"ler giderek "serbest şehir"ler durumuna geliyor. Bu kuşatmanın temelinde ise, yine bir Haziran ayı yasası, hem de 15 Haziran 1985 tarihli resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren Serbest Bölgeler Yasası var.

1970’lerde dünyada yaşanan kriz ve tıkanma Türkiye’de de etkisini gösterince Özal'lı yıllarda yeni bir sermaye birikim yöntemi uygulanmaya başladı. Dışa dönük sanayileşme denen bu yöntemde işçi sınıfına yönelik saldırılarla maliyetler düşürülürken, devlet destekli bir ihracat politikası başladı. Bunun sonucunda adı anılan yasa çıkarıldı. Halen yürürlükte olan bu yasa ile ilgili uygulama hükümleri ise 1993 Mart'ında Resmi Gazete’de yayınlanan yönetmelikle belirlendi.

Dışişleri Bakanlığı'nın da “Serbest bölge faaliyetlerinden elde edilen kazanç ve gelirler hiç bir izne ve vergiye tabi olmaksızın yurtdışına veya Türkiye'ye transfer edilebilir...Diğer birçok ülkedeki serbest bölgelerden farklı olarak, özellikle ekonominin girdi ihtiyacının ucuz ve düzenli olarak temin edilebilmesi açısından Türkiye serbest bölgelerinden Türkiye’ye yönelik mal satışlarına ve takas ticaretine kısıtlama getirilmemiştir” diyerek teşvik verdiği bu yasa birçok tehlikeyi de birlikte dayatmıştır ülkemize.

MAI'nin temelini oluşturan ulusal davranış ve performans ölçütlerinin geçerli olmaması ilkelerinin fiilen uygulandığı bu "serbest" alanlarda yabancı sermayeden herhangi bir koşulu yerine getirmesi istenmemektedir. Yasadaki maddeler, tümüyle açık yağma hükümleridir. Bu "serbest bölgeler", emekçilerin grev hakkı olmadan kölece çalıştırıldığı, vergi, çevre koruma vb yükümlülüklerinin olmadığı, çitlerle çevrili, kulelerle gözetlenen, tek "kamu hizmeti" olarak polis ve gümrük birimlerinin konuşlandırıldığı birer çalışma kamplarıdır adeta.

"5682 sayılı Pasaport Kanunu"nun, "5683 sayılı Yabancıların Türkiye'de Seyahat ve İkametleri Hakkındaki Kanun"un, "2677 sayılı Sivil Hava Meydanları, Limanlar ve Sınır Kapılarında Görev ve Hizmetlerin Yürütülmesi Hakkında Kanun"un, "1050 sayılı Muhasebe-i Umumiye Kanunu"nun ve "832 sayılı Sayıştay Kanunu"nun uygulanmadığı; "Türkiye'deki tam ve dar mükellef gerçek ve tüzel kişilerin faaliyetleri dolayısıyla elde ettikleri kazanç ve iratlar, Türkiye'nin diğer yerlerine getirildiğinin kambiyo mevzuatına göre tevsiki halinde de, gelir ve kurumlar vergisinden muaf" tutulduğu ve "faaliyet gösterecek iş yerlerinde yabancı uyruklu yönetici ve vasıflı personel çalıştırılabilir" denen bu uygulama ile,
- Grevsiz, toplu sözleşmesiz sendika varolamayacağı için çalışanlar, tamamen örgütsüzleştirilmektedirler.
- Yabancı işgücü serbestçe çalışabilmekte ve giriş çıkış yapabilmektedir. Sağlık, hukuk gibi alanlarda, sadece TC vatandaşlarının hizmet verme ayrıcalığı ortadan kaldırılmaktadır.
- Kâr ve her türlü para transferinin önünde hiçbir engel yoktur. Hatta “sıcak para" transferlerini kolaylaştırmak için İMKB içinde bir "serbest bölge" kurulmuştur.
- İşverenler teşviklerden yararlandıkları halde, ne kurumlar, ne gelir, ne KDV hiç bir vergi, fon vb ödememektedirler.

Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, son Ecevit hükümeti döneminde de "serbest bölgeler"in Hong Kong benzeri uygulamalarla "serbest şehirler"e dönüştürülmesi çalışmaları gündeme getirildi. 15 Aralık 1998 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu Kararı ile serbest şehir için adım atılmış oldu. Karasu’dan Kefken’e, yüzde 90’ı Sakarya ilinde yüzde 10’u İzmit ilinde kalan bir alanın, serbest şehir haline getirilmesi öngörüldü. Yasa anına değin kurulmuş en büyük serbest bölge, yapılmakta olan 2 bin dönümlük Trakya Serbest Bölgesi'ydi. Diğerleri 500 dönüm dolayındaydı. Oysa ilan edilen bu serbest şehir, 80 bin dönümlük bir alanda kuruluyordu. Kamulaştırma için de Maliye Bakanlığı Milli Emlaklar Genel Müdürlüğü görevlendirildi.

Yasayla birlikte “serbest şehir” kimi kesimler gruplar tarafından çok cazip görülmeye başlandı. Örneğin Trabzon’lu işverenler Rize, Samsun, Giresun serbest bölgelerinin gereksizliğini öne çıkarırken Dubai, Singapur, Hong Kong gibi serbest şehir olma istemi gütmeye başladılar. Trabzon Sanayi ve Ticaret Odasının isteği üzerine KTÜ’lü profesörler bir araştırma yapıp sonuçlarını açıkladılar. Çalışmada Türkiye'de kısa vadede serbest kentlerin oluşturulmasının oldukça zor olduğu, buna özellikle "idari yapılanma"nın engel olabileceği belirtildi.

O günlerde gazetelerde (Yeni Yüzyıl, 29/7/1998) Recep Tayyip Erdoğan'ın İkitelli’de serbest bölge olarak ayrılmış araziyi, yandaşlarına çok ucuza verdiği ve burada İran’daki Kum Kentinin bir benzeri kurulacağı savlarına rastlanır oldu.

Bugünlerde bir yandan AB ve Kıbrıs, öte yandan ABD ve Irak konuları gündeme oturmuşken, bir diğer yandan da türbanlı-başörtülü provokasyonlarla dikkatler dağıtılırken, KTÜ’lü profesörlerin "serbest şehirler" oluşturulmasının önünde engel gösterdikleri “Türkiye'nin idari yapılanması”nda sessiz sedasız değişiklikler öngörülmeye başlandı. Bunlar hızla yasalaştırılmaya da çalışılıyor.

"İkitelli'de Kum kenti benzerinin kurulması" savını fazla ciddiye almamaya çalışsak da, Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin, tüm Türkiye'yi tekelci sermayenin "serbest alanı" durumuna getirmek için her yönden çabaladığı açık bir gerçek.

15 Haziran 1971’den 15 Haziran 1985’e ve o günden bu yılın Haziran’ına çok şeyler değişmiş olabilir. Ancak geçmişten bugüne ve Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin Türkiye Cumhuriyeti’ni her türlü gericiliğin, emperyalizmin ve tekelci sermayenin “serbest egemenlik alanı” kılmasına karşı, toplumun ilerici kesimleri 1971’de Rıza Kuas’ın işaret ettiği gibi "Anayasa haklarını kullanarak sonuna kadar direnecektir." Ve artık direnmelidir de!

 
KİTAPLAR
MAKALELER
SEÇMELER