Feminizme Karşı Marksizm
Sınıf Mücadelesi ve Kadının Kurtuluşu
Alan Woods
Marksistlere göre, her çeşit baskının temel nedeni toplumun
sınıflara bölünmesidir. Öte yandan, birçok feministe göre kadının ezilmesi,
erkeğin doğasından kaynaklanır. Bu, toplumsal değil biyolojik bir olgudur. Bu,
insan soyunun tamamen bilimsel ve diyalektik olmayan, statik bir kavranışıdır.
İnsana ilişkin bu tarih dışı görüşten zorunlu olarak kötümser sonuçlar çıkar.
Eğer erkeklerin doğasında kadınları ezmelerine yol açan bir şey olduğunu kabul
edersek, mevcut duruma çare bulmak zordur. O takdirde buradan şu sonuç çıkarılmak
zorundadır; kadınlar erkekler tarafından her zaman ezilmişlerdir ve bu nedenle
ezilmeye devam edeceklerdir.
Marksizm durumun böyle olmadığını açıklar. Burjuva ailenin
de, tıpkı sınıflı toplum, özel mülkiyet ve devlet gibi her zaman var olmadığını,
kadınların ezilmesinin toplumun sınıflara bölünmesi kadar eski olduğunu gösterir.
Bundan ötürü, onun ortadan kalkması, sınıfların ortadan kalkmasına, yani
sosyalist devrime bağlıdır. Bu, kadınların ezilmesinin, proletarya iktidarı
aldığı zaman otomatik olarak ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Erkekle kadın
arasında gerçek insani ilişkilerin kurulması için gereken toplumsal koşullar
yaratıldığı zaman, sınıfsal barbarlığın psikolojik mirasının üstesinden de nihai
olarak gelinecektir. Fakat proletarya kapitalizmi yıkıp, sınıfsız toplum için
gereken koşulları hazırlamadıkça, kadınların gerçek kurtuluşu mümkün değildir.
Sosyalist devrim için, işçi sınıfını ve onun örgütlerini,
dil, din, ırk, ulus ve cinsiyet farkı gözetmeksizin birleştirmek zorunludur.
İşçi sınıfı bir yandan her çeşit baskı ve sömürüye karşı mücadele verme görevini
üstlenmeli ve toplumun tüm ezilen katmanlarının başına geçmeli, öte yandan onu
bölmeye çalışan her türlü girişimi –hatta bu girişimler bizzat ezilen kesimlerden
gelse bile– kararlı bir şekilde püskürtmelidir.
Marksizmin kadın sorunundaki tutumuyla ulusal sorundaki tutumu
arasında tam bir paralellik vardır. Bizler her türlü ulusal baskıya karşı mücadele
etmekle yükümlüyüz. Peki bu, milliyetçiliği desteklediğimiz anlamına mı gelir?
Kuşkusuz hayır. Marksizm enternasyonalizmdir. Amacımız yeni sınırlar yaratmak
değil, tüm sınırları dünya sosyalist federasyonu içinde eritmektir.
Burjuva ve küçük-burjuva milliyetçiler, ezen ulusun yıllarca
uyguladığı baskı ve ayrımcılığın neden olduğu anlaşılabilir nefret duygularından
yararlanarak, işçi sınıfının ulusal temellerde bölünmesinde ölümcül bir rol
oynarlar. Lenin ve Rus Marksistleri, bir yandan her türlü ulusal baskıya, ama
diğer yandan da burjuva ve küçük-burjuva milliyetçilerin ulusal sorunu demagojik
amaçlar için kullanma girişimlerine karşı amansız bir mücadele verdiler. Ulusal
soruna nihai çözümün yegâne gerçek garantisini sosyalist bir federasyon olarak
görürken, her ulustan işçi sınıfının, toprak ağalığına ve kapitalizme karşı
mücadelede birleşmeleri gerektiğini ısrarla savundular.
Diğer bir deyişle, Marksistler ulusal soruna sınıfsal bir
bakış açısından yaklaşırlar.
Kadının ezilmesi karşısındaki Marksist tutum da bununla aynıdır.
Her türlü ayrımcılığa ve baskıya karşı mücadele ederken, temel problemi sınıfsal
sorun olarak değil, kadınla erkek arasındaki çatışma olarak gören burjuva ve
küçük-burjuva feminizmini kesinlikle reddetmeliyiz.
Gerçekten, hareketin tüm tarihi, sınıfsal sorunun birincil
olduğunu ve devrimci bir değişim isteyen ezilen sınıfın kadınları ile, kadınların
ezilme sorunlarını yalnızca kendi bencil amaçları için kullanan hali vakti yerinde
“ilerici” kadınlar arasında daima keskin bir mücadelenin var olduğunu göstermektedir.
Bu sınıfsal farklılık kendini her aşamada daha da keskin biçimlerde ortaya koymuştur.
Bu noktayı açıklamak için birkaç örnek yeterlidir.
17. yüzyıl gibi erken bir tarihte, kadınlar toplumsal ve siyasal
kurtuluşları için talepler ileri sürmeye başladılar. İngiliz Devriminde, monarşiye
karşı ve demokrasi ve eşit haklar için verilen mücadelede kadınların artan oranda
yer aldığı görüldü. 1649’da, Londralı Kadınların Dilekçesi’nde şunlar yazılıydı:
“Tanrının suretinde yaratıldığımızı, İsa’nın bize erkeklerle eşit davrandığını
ve ayrıca İngiliz İmparatorluğunun özgürlüklerinin eşit ölçüde paylaşılmasını
güvence altına almak üzere bu onurlu meclise dilekçe verip, üzüntümüzü bildirdiğimiz
için sizin tarafınızdan hor görülmek bizi şaşırttı ve üzdü. Haklar Dilekçesi’nde
yer alan bu özgürlük ve güvencelerde ve bu ülkenin diğer iyi kanunlarında, bu
ulusun erkekleri kadar hakka sahip değil miyiz?” (J. O'Faolain ve L. Martines’den,
Tanrının Suretinde Değil, s. 266-7.)
Kadınlar, kadınların da vaiz ve bakan olabileceğini savunan,
devrimci hareketin solundaki radikal gruplarda ve dini mezheplerde aktif olarak
yer alıyorlardı. Örneğin Mary Cary, “Beşinci Monarşi” hareketine katılmıştı.
Yeni Kudüs’ün Zaferi’nde, Cary şöyle yazıyordu: “Eğer Yüce Ruhun ihsanıyla
donatılmış erkek sayısı bu kadar azsa; kadınların hali nicedir! Hem de Yüce
Ruha gerçekten mazhar olmuş bu kadar çok dindar kadın varken; ama bu kadınların
oranı ne kadar da azdır? Bunlar ne kadar da zayıftır? Kehanette bulunmaktan
ne kadar da uzaktırlar? İşte ben bu yüzden bundan, yani henüz gerçekleştiğini
görmediğimiz, ama bu metnin onların bunu yapacağını söylediği şeyden söz ediyorum...
Fakat bu vaadin gerçekleştirileceği zaman yaklaşıyor, Azizler şevkle dolacaklar;
ve sadece erkekler değil, kadınlar da kehanette bulunabilecekler; sadece yaşlı
erkekler değil, genç erkekler de; sadece yukarı tabakadakiler değil, aşağı tabakadakiler
de; sadece üniversite eğitimi olanlar değil, olmayanlar da; hatta uşaklar ve
hizmetçiler bile.”
Feminizm ve Fransız Devrimi
Fransız Devrimine gelindiğinde durum çok değişmişti. Sınıfsal
ilişkileri daha açık, daha keskin hale gelmişti. Kuşkusuz bilinç de öyle. Devrim,
kendisini İncil’le örtmeye ihtiyaç duymuyordu artık. Bunun yerine, aklın ve
erkek haklarının diliyle konuşuyordu. Peki ya kadın hakları?
Fransız Devrimi sadece sınıfsal bir bakış açısıyla anlaşılabilir.
Tehlikeli bir denizde alçalıp yükselen dalgalar gibi şaşırtıcı bir çeşitlilik
sergileyen farklı partiler, klüpler, eğilimler ve bireyler, sadece egemen olmak
için mücadele eden faklı sınıfların dışavurumuydu. Her devrimin genel kuralı,
devrimci moment kendini tükene kadar, daha radikal olan eğilimin daima daha
ılımlı olanın yerini almaya meyilli olması ve ardından devrim filminin geri
sarılmaya başlamasıdır. Bu, yığınların yanılsamaları ile hareketin gerçek sınıfsal
içeriği arasındaki çelişkiden dolayı, yığınlardan gelen itici gücün sonunda
tökezlediği her burjuva devrimin kaçınılmaz kaderidir.
Devrimci hareket içindeki sınıfsal ayrışmalar, daha ilk andan
itibaren görülmeye başlanmıştı. Jirondenler, devrimi yarı yolda durdurmak ve
kralla anlaşarak Anayasal Monarşi kurmak isteyen burjuva eğilimi temsil ediyorlardı.
Bu, kitleler sahneye çıktıkları ve gericilikle devrimci plebyen tarzda hesaplaşmaya
başladıkları için gerekli yaygınlığa ulaşan devrime ölümcül bir darbe olurdu.
Kropotkin’in kitabında son derece çarpıcı bir tarzda tanımlandığı gibi, Fransız
Devriminin zaferini garantileyen ve eski düzeni tam anlamıyla çözen şey, kitlelerin
patlamasıydı.
Hem Fransız hem de Rus Devrimlerinde, kadınların önder bir
rol oynadıkları genellikle kavranmaz. Fakat biz burada, devrim esnasında ortaya
çıkan eğitimli orta sınıf feministlerden değil, sınıflarının ezilmesine karşı
ayaklanan, sıradan işçi ve halktan kadınlardan bahsediyoruz. Fransız Devrimini
1789’da başlatan Parisli plebyen ve yarı proleter kadınlar, bizzat devrim sırasında
doğal olarak ortaya çıksa da, kadın cinsinin ezilmişlik sorunu yüzünden değil,
ekmek sorunu yüzünden ayaklandılar.
“Oylamaların ve halk derneklerinin büyük çoğunluğunun dışında
kalan kadınlar, ayaklanmalarda, özellikle de Ekim 1789, 10 Ağustos 1792 ve en
belirgin olarak 1795 bahar ayaklanmalarında (1792’de getirilen Devrim Takviminin
ay adlarına göre, Üçüncü Yılın Germinal ve Prairial ayaklanmaları olarak bilinirler)
çok önemli bir rol oynadılar. Erkeği ‘kamu alanına’, kadını ise ‘özel alana’
yerleştiren on sekizinci yüzyıl cinsiyet ayrımına göre şartlandırıldıkları için,
kadınlar, hatta en radikal olanları bile, oy hakkını nadiren talep ettiler.
Yığınsal kadın dernekleri kurdular. Bunların en ünlüsü ‘Devrimci-Cumhuriyetçi
Yurttaşlar Derneği’ idi, fakat bu kulüp ancak 1793 Mayısından Ekimine kadar
faaliyet gösterecekti. Bununla birlikte Dominique Godineau ve Darlene Levy gibi
tarihçiler, bu derneklerin varlığının, kadınların, erkeklerin politik ve ekonomik
programlarını paylaşmadıkları anlamına gelmediğine işaret ederler. Kadınlar
erkekleri harekete geçmeleri için desteklediler, hatta teşvik ettiler. Yığınsal
derneklerin salonlarında oturdular; ekmek dükkânlarının dışında, pazarlarda
ve sokaklarda kendi politik alanlarını yarattılar.” (Fransız Devrimi,1787-1799.
Halkın Devrimi ve Fransız Devrimi, Profesör Gwynne Lewis)
Devrim, yığınlar ve ezilen tüm kesimler içinde yıllarca zapt
edilmiş duyguları ve özlemleri açığa çıkararak, toplumu derinden sarsar. Kadınların
kurtuluşu talebi bu yüzden yakıcı bir önem kazanır. Fakat bu talep, eninde sonunda
farklı sınıfsal çıkarlara dayanan farklı eğilimler tarafından, farklı biçimde
algılanır. Parisli yoksul proletaryanın ve yarı proletaryanın kadınlarının öncülük
yapmaları tesadüf değildir. Onlar, toplumun en fazla baskıya maruz kalan kesimiydiler,
kitlelerin acılarının en ağır kısmını taşımak zorunda olanlar onlardı. Ayrıca
politik mücadele deneyimleri ve örgütleri de yoktu ve sahneye önyargılarla engellenmemiş
olarak çıkıyorlardı. Erkekler ise aksine, daha ihtiyatlı, daha tereddütlü ve
daha “yasalcı”ydılar. Bu karşıtlık pek çok kez gözlenmiştir. Katıldıkları sayısız
grevde, kadınlar, sürekli olarak erkeklerden çok daha büyük bir militanlık,
canlılık ve cesaret sergilemişlerdir. Bu kadınların, sınıfsal konularda –ekmek
sorunu– harekete geçmeleri anlamlıdır. Aynı şey yüz yıl sonra Petrograd için
de geçerliydi.
Fransız Devriminin her kilit dönüm noktasında –en azından
ilk evrelerde–, alt sınıflardan kadınlar en önlerdeydiler. Ekim 1789’da, Kurucu
Meclisteki beyler reformlar ve anayasa üzerine bitmek tükenmek bilmez konuşmalar
yaparken, Parisli yoksul kadınlar –balıkçı karıları, çamaşırcı kadınlar, terziler,
tezgâhtar kızlar, hizmetçiler ve işçi karıları– kendiliğinden ayaklanmışlardı.
Bu kadın sankülotlar bir gösteri düzenlediler ve ucuz ekmek talep ederek
Paris şehir merkezine yürüdüler. Versailles’a yürüyerek ve ev hapsindeki kralla
kraliçeyi (ikisi arasında hiçbir ayrım yapmadılar, bir fark varsa o da “Avusturyalı
kadın”dan kocasından daha fazla nefret etmeleriydi) Paris’e geri getirerek,
erkekleri utandırdılar. Bu manzara, George Rudé’nin Fransız Devriminde Halk
adlı eserinde çok güzel tasvir edilmektedir:
“Kadınlar katılmaya başlamışlardı. Özellikle ekmek krizi kadınları
doğrudan etkiliyordu ve bundan sonra, erkeklerden daha çok kadınlar harekette
öncü rol oynayacaklardı. 16 Eylülde Hardy, kadınların hububat yüklü beş arabayı
Chaillot’ta durdurduklarını ve bunları Paris’teki Belediye Konağına getirdiklerini
kaydediyordu. Ayın 17’sinde, gün ortasında, Belediye Konağı, fırıncıların davranışlarından
şikayetçi kızgın kadınlar tarafından kuşatıldı; kadınlar Bailly ve Belediye
Meclisi tarafından kabul edildi. Hardy şöyle yazıyordu: “Bu kadınlar avaz avaz
bağırarak, erkeklerin hiçbir şeyden anlamadıklarını, bundan böyle sorunları
kendilerinin çözeceğini ilân ediyorlardı. Ertesi gün Belediye Konağı tekrar
kuşatıldı ve taahhütler verildi. Aynı akşam Hardy, kadınların des Trois Maries
meydanında bir hububat arabasını durdurduklarını ve ona yerel bölge karargâhına
kadar eşlik ettiklerini gördü. Bu hareket 5 Ekimdeki politik gösterilere kadar
ve gösteriler sonrasında devam etti.” (George Rudé, Fransız Devriminde Halk,
s.69)
Ve yine: “Başlangıçtaki bu olaylardan sonra kadınlar Belediye
Konağına yöneldiler. İlk talepleri ekmek, ikincisi ise erkekleri için silah
ve cephaneydi. Saat 08:30’da eski pazar alanından geçen bir kumaş tüccarı,
sokaklarda yabancıları durduran ve onları Şehir Meydanına kadar kendileriyle
beraber gitmeye zorlayan kadın gruplarını gördü. Muhafızlar silahsızlandırıldılar
ve silahları, kadınların peşinden gidip onları teşvik eden erkeklere verildi.
Bir diğer görgü tanığı olan Belediye Konağındaki bir kasiyer ise, erkeklerin
de aralarında bulunduğu çok sayıda kadının merdivenlerden hızlıca çıktıklarını
ve binadaki tüm bürolara girdiklerini anlatıyordu. Bir tanık sopa ve mızrak
taşıdıkları, bir başkası ise balta, demir çubuk, tüfek ve sopalarla silahlanmış
oldukları konusunda diretiyordu. İşgalcilere çıkışacak kadar cüretkâr olan bir
kasiyere, Belediye Konağının sahipleri ve sahibeleri olduklarını söylemişlerdi.
Göstericiler, silah ve barut ararken, evrakları ve muhasebe defterlerini parçaladılar,
kasa hesaplarındaki yüz bin livrelik bir deste para bir dolaptan kayboldu.
Fakat onların amaçları ne para, ne de yağmaydı: Şehir Haznedarı, daha sonradan
polise, 3,5 milyonluk livrelik nakit para ve çeke dokunulmadığını ve
kayıp banknotların birkaç hafta sonra dokunulmadan geri geldiğini söyledi. Çan
kulesinden tehlike çanları çalmaya başlayınca, göstericiler 11:00 civarında
Grève Meydanına geri çekildiler.
“Bu esnada Maillard ve gönüllüleri sahneye çıktı. Anlattığına
göre, kadınlar, Bailly ve Lafayette’in paralarını tehdit ediyordu. İster böyle
bir felâketi önleme niyetiyle isterse yalnızca “vatanseverlerin” politik amaçlarını
destekleme niyetiyle olsun, Maillard, Paris’e ekmek temin edilmesi için krala
ve Meclise dilekçe vermek üzere Versailles’a yapılan yirmi beş millik yürüyüşe
önderlik etmeye razı olmuştu. Sabahın erken saatlerinde yola koyulurlarken,
şatodan topu çıkardılar ve yolda rastladıkları tüm kadınları kendilerine katılmaya
zorladılar.” (George Rudé, Fransız Devriminde Halk, s. 74-5, vurgu benim,
AW.)
Burada, Parisli işçi kadınların mücadeleyi kavrayış tarzını
mükemmel bir şekilde görüyoruz. Erkeklerin tembelliğine sinirlenerek ve dayanamayarak,
önlerindeki her şeyi süpürüp atan olağanüstü bir ateşlilikle mücadeleye giriştiler.
Fakat mücadeleyi hiçbir zaman “kadınların erkeklere karşı” mücadelesi olarak
görmediler, bu, yoksul ve sömürülen sınıfın, zengin ezenlere karşı mücadelesiydi.
Ekonomik taleplerle (“ekmek”) başlayarak şehir merkezine yürüdüler ve süreç
içerisinde başka bir talep kendiliğinden ortaya çıktı: silah talebi. “İlk talepleri
ekmek, ikincisi ise erkekleri için silah ve cephaneydi”. Amaç erkekleri utandırarak
harekete geçirmekti ve Parisli kadınlar bunda parlak bir başarı elde ederek
devrimi korudular.
Kitlelerin politika sahnesine çıkması, her devrimin ilk ve
en temel unsurudur. Bu özellikle kadınlar için daha da geçerlidir. Fransız Devriminde,
kadınlar politikayı erkeklere terk etmeye hiçbir şekilde razı olmadılar. Paris’te,
kırmızı-beyaz çizgili pantolonlu bir üniforma giyen, kırmızı özgürlük bereleri
takan, gösterilere silahlarıyla katılan, Jacoben yanlısı Devrimci Cumhuriyetçi
Kadın Yurttaşlar’ın ortaya çıktığını gördük. Onlar, kadınların, oy kullanma
ve Cumhuriyetin en yüksek sivil ve askeri kademelerinde görev alabilme hakkını
istiyorlardı. Kadınlar için bu haklar, erkeklerle tam politik eşitlik ve devrim
uğruna savaşma ve ölme hakkı anlamına geliyordu.
Bununla birlikte, devrimin ayırt edici özelliği, partilerin
ve eğilimlerin aralıksız devam eden karşılıklı mücadeleleriydi. Bu mücadele
içinde, daha radikal eğilimler sürekli olarak öne geçiyor ve daha ılımlı eğilimlerin
yerini alıyordu; ta ki devrim sonunda kendi potansiyelini tüketene ve Bonapartizme
ve Waterloo’ya yol açan aşağıya doğru sarılı spiral çözülmeye başlayana dek.
Aşağıda yürüyen parti çekişmesi, farklı sınıflar arasındaki mücadeleyi yansıtıyordu.
Jironden hizbi, kitlelerden korkan ve kralla anlaşmaya çalışan burjuva kesimi
temsil ediyordu. Özellikle Fransız Devriminde en keskin biçimi alan bu uzlaşmaz
sınıf çelişkileri, kadın sorununu da temelden etkiliyordu.
Jironden kadın aktivistler –bunlardan bazıları kadın hakları
sorununda biçimsel olarak oldukça ileri tutumlar takınmışlardı–, sorunu, aristokrat
kafalar sepete düşerken örgü ördükleri için düşman tarihçiler tarafından müstehzi
bir biçimde örgücü olarak adlandırılan sankülot kadınlardan farklı bir
şekilde ortaya koymuşlardı. Paris’in yoksul sınıflarından gelen kadınlar, hiç
şüphe yok ki güçlü bir devrimci ruhla, sınıf bilinciyle ve zenginlere karşı
sonsuz bir nefretle hareket ediyorlardı. Burjuva ailelerden ve ayrıcalıklı orta
sınıftan gelen Jironden kadınların acil çıkarları, Paris’in yoksul semtlerinden
gelen kadınlarla aynı değildi.
Jirondenler boşanmaya ilişkin bir kanun çıkardılar ve kuşkusuz
kadınlar açısından bu bir ilerleme sayılırdı Jironden kadınlar, kadınların mülkiyet
hakları konusunda güçlü bir baskı uyguluyorlardı. Fransız Devrimi sırasında
böyle bir talep, kadınların çoğunluğu için yakıcı bir sorun değildi, çünkü ne
onlar ne de kocaları mülk sahibiydi. Devrimde çok önemli bir rol oynayan sankülot
kadınlar, “kutsal mülkiyet hakkı”na karşıydılar, çünkü devrimi kendi sınıfsal
bakış açılarından kavrıyorlardı. Hali vakti yerinde burjuvaziye devrimin kızıl
bonesini giydiğinde bile düşman olan bu kadınlar, içgüdüsel olarak, tüm kadın
ve erkeklerin yalnızca yasalar önünde değil gerçekten eşit olacakları bir cumhuriyet
için mücadele ediyorlardı. Yani onlar, sınıfsız bir toplum için, zengin ve
yoksulun bulunmadığı bir dünya için uğraş veriyorlardı. Bugün artık biliyoruz
ki, o dönemde bu olanaksız bir hedefti. Sosyalizmin maddi temeli olan üretici
güçler, henüz buna izin verecek düzeyde gelişmiş değildi. Fransız Devriminin
sınıf doğası, zorunlu olarak burjuvaydı. Fakat bu, devrime şevkle katılan ve
zaferi kendi kanlarıyla yaratan kitleler için katiyen açık değildi. Onlar –ister
kadın olsun ister erkek– iktidarı burjuvaziye vermek için değil, kendi sınıflarına
adalet sağlamak için mücadele etmişlerdi.
Devrimci ve ılımlı eğilimler arasındaki mücadele, kadınların
saflarında çok keskin bir biçime bürünmüştü. Olympe de Gouges (1748-93) tipik
bir Jironden feministiydi. Fransa’nın güneyinde, Montauban’da, soylu bir adamın
ve bir kasap karısının gayri meşru çocuğu olarak dünyaya gelen Marie Gouges,
taşra yaşamının darlığına ve babasının annesine davranış tarzına isyan etti.
Mutsuz bir evlilikten sonra Paris’e kaçtı ve ismini değiştirerek sahneye çıktı.
Özünü gerçekten anlamaksızın devrimden etkilenen tipik bir orta sınıf kadını
olan Gouges, köle ticaretinin kaldırılmasını, işsizler için kamusal işlikler
kurulmasını (daha sonra reformist sosyalist Louis Blanc tarafından benimsenen
bir fikir) ve kadınlar için ulusal bir tiyatro isteyen oyunlar ve broşürler
yazmaya başladı. 1791’de Meclisin çıkardığı Erkek Hakları Bildirgesi’ne cevaben
Kadın Hakları Bildirgesi’ni yayınladı.
Bu metin, kadınlara seslenen tahrik edici çağrısıyla çok ilgi
çekiciydi: “Kadın, ayağa kalk; aklın ölüm çanı evrenin dört bir yanından duyuluyor;
haklarını keşfet. Doğanın güçlü imparatorluğu artık önyargılarla, fanatizmle,
hurafelerle ve yalanlarla kuşatılmış değil. Gerçeğin alevi, bütün budalalık
ve gasp bulutlarını dağıttı. Köleleşmiş erkek, gücünü arttırdı ve kendi zincirlerini
kırmak için seninkinden medet umuyor. Özgürleşen erkek, eşine karşı insafsızlaşmıştır.
Ah, siz kadınlar! Gözünüzü ne zaman açacaksınız?”
Varolan evlilik yemininin yerini almak üzere kaleme aldığı
Kadınla Erkek Arasındaki Toplumsal Sözleşme metni, şu sözlerle başlıyordu: “Biz,
_____ ve ______, kendi isteğimizle hareket ederek, hayatımız boyunca ve karşılıklı
sevgimiz sürdükçe şu koşullarda birlikte olacağız: Biz servetimizi ortaklaştırmak
niyetinde ve dileğindeyiz. Bu arada, servetimizi çocuklarımız ve sevdiklerimiz
lehine bölüştürme hakkını saklı tutuyoruz; kimden olurlarsa olsunlar, mülkümüzün
doğrudan çocuklarımıza ait olduğunu ve aralarında ayrım yapmaksızın hepsinin
kendilerini tanıyan anne ve babalarının adını taşıma hakkına sahip olduğunu
karşılıklı olarak kabul ediyoruz. Biz, kendi kan bağından feragat etmeyi cezalandıran
yasayı kabul etmekle mükellefiz. Aynı şekilde, boşanma durumunda, servetimizi
bölmek ve yasanın çocuklarımız için öngördüğü payı önceden bir kenara ayırmakla
yükümlüyüz; mükemmel bir birliktelik durumunda ise, çiftlerden biri öldüğünde,
ölen kişinin mülkiyetinin yarısı çocuklarına kalacak, çocuksuz öldüğü takdirde
ise, ölen kişi ortak mülkiyetin yarısını üçüncü bir kişiye miras bıraktığını
vasiyet etmemişse, hayatta kalan kişi kanuni mirasçı olacaktır.”
“Ben kadının ruhunu yüceltmek için çok basit bir yol öneriyorum;
kadını erkeğin tüm etkinliklerine katmak; eğer erkek bu yöntemi uygulanamaz
bulmakta inat ederse, bırakalım servetini kadınla paylaşsın, ama kendi keyfine
göre değil, yasalara göre. Önyargı yıkılıyor, ahlâk arınıyor ve doğa tüm haklarını
yeniden kazanıyor. Buna rahiplerin evlenmesini, tahtında oturan kralın güçlenmesini
ve Fransız hükümetinin başarısızlığa uğrayamayacağını ekleyin.” (Olympe de Gouges,
“Kadının ve Kadın Yurttaşın Hakları Bildirgesi”; Darline Gav Levy, H. Applewhite,
ve M. Johnson, Devrimci Paris’te Kadınlar, 1785-1795 içinde, s. 92-96)
Bununla birlikte, Gouges tüm görünümüyle bir Jironden, yani
burjuva liberal bir kadındır. Yeni evlilik sözleşmesinde temel vurgu,
mülkiyet sorununa yapılmaktadır. Ve sonunda, o, “tahttaki kralın güçlenmesini”
savunmaktadır. Konvansiyon’un ılımlı kanadı kralla anlaşmaya ve anayasal bir
monarşinin kurulmasına çalıştığı için, bu, Jironden ruhuna tümüyle uygundur.
Daha sonra, kralın idamına karşı çıkan ve kendi kaderini de belirleyen bir çağrı
yayınlamıştır. Gouges, Jakobenler tarafından idam edilmiştir. Giyotine giderken
yaptığı konuşma şu sözleri içeriyordu:
“Darağaçları ve cellâtlar; iki cins arasında ayrım gütmeksizin
ilerleyerek dünyaya örnek teşkil eden ve Fransa’nın şerefi olması gereken devrimin
sonuçları bunlar mıdır?” Olympia de Gouges’in giyotine giderken haykırdığı bu
sözler, onun devrim gerçeğini ne kadar az anladığını gösteriyor. Kralın idam
edilmesi, yükseliş döneminde devrimin iki evresini birbirinden ayıran keskin
bir ayrım çizgiydi. Bu, sürekli gizli dolaplar çeviren karşı-devrimin sinir
merkezine kesin bir darbe indirmişti; bu olay aristokrasiyi sindirdi; Avrupa’nın
tüm taçlı kafalarına meydan okuyan bir mesaj gönderdi; hepsinin ötesinde, yarı-gönüllü
ve tereddütlü unsurları devrimi coşkuyla ileri taşımak isteyenlerden ayıran
bir çizgi çekti.
Dar kafalılar, Fransız Devrimini, şiddet kullandığı için mahkûm
etmişlerdir. Terör, Gouges’in sözlerini anımsatan bir dille evrensel düzeyde
mahkûm edilmiştir. Ama Jakobenlerin devrimci terörü olmasaydı, devrim hayatta
kalamazdı. Kitleler, başarıya ulaştığı takdirde devrimi kana boğacak olan kralcı
karşı-devrim tehdidine karşı kendilerini savunmak için, aşırı önlemlere başvurma
ihtiyacı duyuyorlardı. Spartaküs’ün köle isyanından başlayarak tüm tarih şunu
göstermiştir ki, egemen sınıfın kanlı vahşeti, kitlelerden intikam alırken hiçbir
sınır tanımaz. İlk dönemlerde aristokratlara, ruhbanlara ve karşı-devrimcilere
uygulanan terör ilerici bir karakter taşıyordu. Daha sonra Termidor gericiliğini
pekiştirmek üzere devrimcilere uygulanan terörse karşı-devrimciydi. Aradaki
farkı göremeyenler, taziye dileklerimize layık olabilirler ama asla ciddiye
alınamazlar.
Jironden feministlere bir diğer örnek de Théroigne de Méricourt’tur
(1766-1817). Devrimden önce yaşamını kibar bir fahişe olarak sürdüren
Méricourt, kadın hakları sorunuyla ilgilendi, ama yine saf bir Jironden bakış
açısıyla. Bu talihsiz feminist, 1793 Haziranında Tuilleries Bahçelerinde dolaşırken
Jakoben kadınların saldırısına uğradı, çırılçıplak soyuldu ve taşlandı. Hayatı
bir akıl hastanesinde son buldu.
İnsani açıdan yaklaştığımızda, burjuva olsalar da, kadınların
yazgısını düzeltmek için kendi tarzlarında mücadele veren bu talihsiz kadınlara
sempatiyle bakabiliriz. Ama tüm kuşkuların ötesinde bu, sınıfsal bir uçurumun,
burjuva feministleri ezilen sınıfların devrimci kadınlarından ayırdığını ve
zengini yoksuldan, Jirondeni Jakobenden ayıran çizginin kanla çizildiğini gösterir.
Sosyal sınıflarına bakmaksızın tüm kadınları birleştirmek üzere yapılan çağrılar,
daha adil bir topluma ulaşmak için erkekleriyle yan yana mücadele veren işçi
kadınlar arasında hiçbir yankı bulamaz.
Süfrajetler arasındaki sınıfsal bölünme
İngiltere’deki işçi hareketinin yükselişinin ilk yılları,
aynı zamanda işçi sınıfı arasında ve kadınlar arasında sürdürülen yoğun bir
ajitasyon dönemiydi. Yeni Trade Unionism, 19. yüzyılın sonlarında, örgütsüz
işçileri ve önceleri asla kapsanmayan kesimleri ayağa kaldıran bir dizi militan
grevin içerisinde doğdu. Bunlardan bazıları, ünlü kibritçi kızlar grevi gibi,
işçi kadınları da içeriyordu. Orta sınıf kadınlar arasında, oy hakkı için giderek
büyüyen bir ajitasyon söz konusuydu. Ancak orta sınıf süfrajetler, sadece biçimsel
eşitlik elde etmekle ilgileniyorlardı ve mülk sahibi kadınlar için, yani
kendi sınıflarından olan kadınlar için oy hakkı elde etmek onları
fazlasıyla hoşnut ederdi. O dönemde pek çok erkeğin de oy hakkının bulunmadığını
hatırlayalım. Bununla birlikte, olaylar, erkek ya da kadın ayırt etmeksizin
işçilerin davasına karşı düşmanlığını açığa vuran burjuva feminizminin gerici
doğasını çabucak kanıtlayacaktı.
Jen Pickard’ın Sylvia Pankhurst üzerine yazdığı makalesinde
doğru bir şekilde işaret ettiği gibi: “Pankhurst ailesinin adı, kadınların
oy hakkı kazanma mücadelesiyle eş anlamlıydı, ama Sylvia Pankhurst’un yaklaşımını,
annesi Emmeline ve kız kardeşi Christabel’den ayıran şey, sınıfsal sorunlardı.
Bu, yaklaşık yirmi yıllık bir mücadelenin ardından, 1920’lerde, Emmeline’in
Muhafazakâr Parlamento üyesi olarak kalması, Sylvia’nın ise Britanya Komünist
Partisi’nin kurucu üyesi olmasıyla sonuçlandı.”
Kadınların Toplumsal ve Politik Birliği (WSPU), Bağımsız İşçi
Partisinin kadınların oy hakkı konusundaki tereddüdünün bir sonucu olarak 1903
yılında kuruldu. WSPU hızla büyüdü ve 1907’ye gelindiğinde, öğretmenleri, tezgâhtarları,
kâtipleri, terzileri ve tekstil işçilerini de içine alan 3000 şubeye sahipti.
Gazeteleri Kadınlara Oy Hakkı, haftada 40.000 adet satıyordu. Albert
Hall’ü doldurmayı ve Hyde Park’ta 250.000 kişilik bir gösteri düzenlemeyi başarabiliyorlardı.
1911’de, Asquith’in Liberal Hükümeti bir yandan İrlanda için
özerklik sözü verirken, aynı zamanda (mülk sahibi) kadınlar için de oy hakkı
vaat ediyordu. Ama liberaller her iki sözlerine de ihanet ettiler. Süfrajetler,
kendi davaları için doğrudan eyleme başvurduklarında, en vahşi baskılarla yüz
yüze geldiler: dayak, tutuklama ve zorla besleme işkencesi. Bu kampanya asıl
olarak orta sınıf kadınlar tarafından düzenlenmişti. Ama süfrajetlerin burjuva
kanadının savunduğu cam kırma taktiği hiçbir sonuca ulaşmadı. Egemen sınıf,
kadınların oy kullanmasına amansızca karşı çıktı.
Kadın hakları hareketini ilerletebilmenin gerçek yolu, o dönemde
patronlar sınıfıyla sıkı bir mücadeleye girişen işçi hareketiyle bağları geliştirmekten
geçiyordu. Bu, nakliye ve liman işçilerinin kitlesel grevleriyle birlikte, Britanya’daki
sınıf mücadelesinin de yükseldiği bir dönemdi. “Liberal” Asquith, Güney Galler’deki
bir madenci grevini kırmak için askeri birlikler gönderdi. Kadın hareketinin
bir kesimi, işçi hareketiyle bağ kurma işini hayli başarılı bir biçimde yapmaya
çalıştı. Sylvia Pankhurst, Londra’nın doğu ucundaki işçi kadınlar arasında ajitasyon
ve propaganda yöntemlerini uygulamaya başladı. Güney Londra’da, Bermondsey’de,
bir gıda fabrikasındaki grevci kadınlara, o bölgedeki fabrikalardan ve işyerlerinden
gelen 15.000 kişinin de katılmasıyla, Southwark Park’ta kitlesel bir miting
gerçekleştirildi. Ücretlerin yükseltilmesini ve oy hakkını istiyorlardı. Bu
bir ilerlemeydi: ekonomik talepler için mücadeleyi politik taleplere, özellikle
de kadınların oy kullanma talebine bağlamak için sınıf mücadelesi silahını kullanmak.
Farklı sınıfsal yaklaşım, süfrajet hareketinde –aynı zamanda
da Pankhurst ailesinde– sınıfsal temelde bir bölünmeyle sonuçlandı. Savaştan
birkaç ay önce, Ocak 1914’te, Sylvia, annesi Emmeline ve kız kardeşi Christabel
ile birlikte bir toplantı için Paris’e çağırıldı. Paris’te rahat bir sürgün
yaşayan Christabel sağlık simgesiyken, Sylvia hapishanelerde ve açlık grevlerinde
bitkin düşmüştü. Kız kardeşi Christabel, Sylvia Pankhurst’un savunduğu sınıf
tutumu ile tam bir tezat oluşturacak şekilde, WSPU’nun bütün erkek partilerinden
bağımsızlığını vurguluyor, Doğu Londra Federasyonunun WSPU’dan ihraç edilmesini
istiyordu. Yani, işçi kadınların süfrajet hareketinden kovulmasını talep
ediyordu.
Bu orta sınıf züppesi, Doğu Londra Federasyonunun demokratik
bir yapıya sahip olduğunu ve işçi kadınlara fazlasıyla bel bağladığını iddia
ediyordu. Göründüğü kadarıyla anneleri uzlaştırmaya yeltendi, ama Christabel
çok dik başlıydı ve kesin bir “temizlik” istiyordu. Böylece Ocak 1914’te, Doğu
Londra, WSPU’dan ayrılmak zorunda kaldı ve ayrı bir örgüt –Doğu Londra Süfrajetler
Federasyonu (ELFS)– kurdu. Bu, orta sınıf feminizminin işçi sınıfına karşı tutumunu
mükemmel bir şekilde göstermektedir. Jen Pickard şöyle yorumluyor: “WSPU’daki
bu bölünme İngiliz toplumundaki genel kutuplaşmayı yansıtmaktadır. 1911-1914
yılları arasında, işçilerin tüm kilit kesimlerini (liman işçileri, nakliye işçileri,
tren yolu işçileri, makinistler) kapsayan grevler yaşandı. Hatta hapsedilmiş
ve zorla beslenmiş WSPU üyeleri arasında, en kötü koşullara ve muamelelere maruz
kalanlar işçi kadınlardı.”
Burada da yine sınıfsal sorun temeldi. Süfrajet hareketindeki
bölünme, burjuva feministlerin, işçi sınıfı kadınlarına, sosyalizme ve işçi
hareketine karşı gerçek tutumunu göstermektedir. Onlar, sorunu “kadının erkeğe
karşı” mücadelesi olarak koyarak, olumsuz bir rol oynadılar ve, bölünmeden birkaç
ay sonrasında görüldüğü gibi, kaçınılmaz olarak gerici bir konuma düştüler.
1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşı, İngiltere’de sınıf mücadelesinin
gelişiminin önünü kesti. Feminist “isyancılar” Emmeline ve Christabel, bir gecede
derhal en azgın şovenistler haline geldiler. WSPU’nun gazetesinin adı Kadınlara
Oy Hakkı’ndan Britanya’ya dönüştürüldü. Gazetenin yeni sloganı “Kral,
Ülke, Özgürlük”tü.
Bu, kadın davasına yapılan sefilce ve utanmazca bir ihanetti.
Bu ihanet, burjuva feminizminin gerçek sınıfsal doğasını ve onu işçi sınıfından
ve sosyalizminden ayıran uçurumu gözler önüne serdi. Tüm sözde radikalliklerine
ve demagojilerine rağmen, son tahlilde proletaryanın erkek ve kadınlarına
karşı, kendi sınıflarının –egemen sınıfın– erkekleriyle birleşmeye hazırdılar:
Onlar rahat ve güvenli bir ortamda bayrak sallarken, birileri mücadele etmek,
canlarını vermek ve acı çekmek zorundaydı. Hep aynı hikâye.
Sylvia Pankhurst, onurunu koruyarak savaşa karşı çıktı –utangaç
bir pasifist duruşa rağmen– ve cepheye sürülen erkeklerin yerine silah ve makine
sanayiinde görevlendirilen kadınların, erkeklerle eşit ücret alması için fabrikalarda
bir kampanya yürüttü. İşçilerin Boş Yere Ölümü adlı bir gazete yayınladı
ve sonra aşırı sol bir tutum takınacağı Komünist Partiye katıldı. Marksizmi
kavrayışı çok sınırlıydı, fakat hiç değilse sınıfsal bir tutum almaya çalışıyordu.
1918’de otuz yaşın üstündeki Britanyalı kadınlar, oy hakkını elde ettiler. Bu,
süfrajetlerin taktiklerinin bir sonucu değil, Rus Devriminin ve Britanya egemen
sınıfını sarsıp taviz vermeye zorlayan Birinci Dünya Savaşını takip eden devrimci
mayanın bir yan ürünüydü. Burada, reformun ancak devrimin bir yan ürünü olduğu
bir kez daha görüldü.
Kadının kurtuluşu ve sosyalizm
Pratikte sadece “erkek haklarını” ilân eden geçmişin burjuva
devrimleri, hiçbir zaman kadının eşitliğini sağlayamadı. Gerçekte, kadınların
kapitalizm altındaki ilerlemesi, kısmen sınıf mücadelesinin bir yan ürünüyken,
kısmen de kadınların üretimdeki rollerinin değişmesinin bir sonucu olmuştur.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde (dünyanın küçük bir azınlığı) birtakım politik
haklar kazanılmıştır, fakat gerçek kurtuluşa ulaşılmamıştır ve kapitalizm temelinde
asla ulaşılamaz.
1848 gibi erken bir tarihte, Marx ve Engels burjuva ailenin
lağvedilmesi talebini dile getirdiler. Fakat aile, tek bir darbede lağvedilemez.
Maddi temelleri olmadıkça, bu talep gerçekleşemez. Bu ancak, kapitalizmin yıkılmasıyla
ve yönetim işleriyle tüm toplumun ortaklaşa ilgileneceği, uyumlu ve demokratik
bir üretim planına dayalı yeni bir toplumun kurulmasıyla başarılabilir. Üretici
güçler bir kez özel mülkiyetin ve ulus devletin deli gömleğinden kurtulduğunda,
hayal edilmemiş bir ekonomik refah düzeyine hızla ulaşmak mümkün olacaktır.
Korkunun, hırsın, kıskançlığın ve açgözlülüğün egemen olduğu eski zihniyet,
onu doğuran maddi koşullar ortadan kalktığı ölçüde yok olacaktır.
Yaşam koşullarındaki radikal dönüşüm sayesinde, erkeklerle
kadınlar arasındaki ilişkilerde ve onların tüm düşünce ve hareket tarzlarında
bir dönüşümün yolu açılacaktır. Böyle büyük bir sıçrama olmaksızın, insan karakterinin
ve psikolojisinin değişiminden söz etmek, palavra ve aldatmaca olur. Sosyal
varlık bilinci belirler.
İşçi sınıfı kadınlarının rolü, Rusya’da, 1917 Şubatında görülmüştü.
Bir katliam olmasından korkan yerel Bolşeviklerin öğütlerine rağmen, Petrogradlı
kadın işçilerin greve çıkmayı ve gösteri yapmayı kararlaştırdıkları Dünya Kadınlar
Günü’nde başlayan devrimle, çarlık yıkıldı. Proleter sınıf güdülerinin kılavuzluk
ettiği kadınlar, bütün itirazları bir kenara ittiler ve devrimi başlattılar.
Gelecekte de buna benzer pek çok örnek göreceğiz. Hüküm süren gerilik dikkate
alındığında, Ekim 1917 Rusya’sında böyle bir temel mevcut değildi. Bu nedenle,
devrim sayesinde mümkün kılınan büyük ilerlemelere rağmen, Rusya’da kadının
konumu önce Stalinizm tarafından geriye atıldı, şimdiyse kapitalizmi yeniden
dayatma girişimiyle daha da geriletiliyor. Rusya ve Doğu Avrupa’daki kadınların
durumu şimdi her zamankinden daha kötü. Bu kimseyi şaşırtmamalı. Kapitalizm
temelinde, ileri doğru bir gidiş, hiçbir yerde ve hepsinden çok da Rusya’da
mümkün değildir.
Kapitalizmin yıkılmasında ve sosyalizmin inşasında kadınlar
temel rol oynayacaklar. Fakat bu yine, kendi kurtuluşları ve tüm sınıflarının
kurtuluşu için mücadele eden işçi kadınların sorunudur. Bu yüzden bu, erkeklerin
ya da kadınlara “kendi davaları” için nasıl savaşılacağını öğreten orta sınıftan
üniversiteli feministlerin değil, sınıf mücadelesine katılarak sınıf bilinci
ve özgüven kazanan işçi kadınların sorunudur. Toplumu dönüştürme mücadelesi
sürecinde, kadınlar ve erkekler kendilerini de dönüştürürler. Her grevde işçilerin
nasıl kendilerini gerçekten insan olmanın zirvesine yükselttiklerini ve köle
zihniyetini bir tarafa bıraktıklarını görebiliriz. Bir devrim durumunda, bu
çok daha fazlasıyla geçerli olacaktır!
Sadece kadınların değil, kadınların ve erkeklerin gerçek kurtuluşunu
başarmanın tek yolu budur. Aslında, biri olmadıkça diğeri de mümkün değildir.
Uğraş verdiğimiz şey, şu ya da bu grubun değil, insanlığın kurtuluşudur.
Bu, kadınların acil iyileşmeler için mücadele etmeyi bir kenara bırakmaları
anlamına gelmez. Aksine. Kapitalizm altında iyileşmeler için gündelik mücadeleler
olmaksızın, sosyalist devrim imkânsız olurdu. Ancak bir yandan, kapitalizm altında,
tüm iyileşmelerin, kısmi, bozulmuş ve istikrarsız bir karaktere sahip olacağını,
sistemin krizleri, durumun genel bozukluğu ve toplumsal, ahlâki ve kültürel
çürüme tarafından durmadan tehdit edileceğini kavramak zorunludur. Öte yandan
da, kadınların ezilmesine karşı verilen mücadeleyi, işçi sınıfının kapitalizme
karşı verdiği mücadeleyle sıkıca bağlamak zorunludur. Zaferi kazanmanın tek
olası yolu budur.
Kuşkusuz kapitalizm yıkıldıktan sonra bile, bencil hesaplar,
açgözlülük ve egoizm gibi sınıf barbarlığının psikolojik yara izleri, bir gecede
ortadan kalkmayacaktır. Bütün eski pislik nihai olarak ortadan kalkmadan önce
belirli bir sürenin geçmesi gerekecektir. Fakat daha baştan itibaren, kadın
ve erkek arasındaki ilişkiler düzelmeye başlayacaktır. Hayatları mahveden ve
tüm insani ilişkileri çarpıtan korkunç ekonomik baskılar, herkes için yeterli
iş, barınma ve eğitim koşullarının sağlanmasıyla derhal ortadan kalkacaktır.
Demokratik sosyalist bir üretim planı, herkesin toplumun işleyişine katılması
için gerekli koşulları yaratacaktır. Bu, diğer şeylerin yanı sıra, içe kapalı
aileyi ve atomize olmuş bireyi ortadan kaldıracak ve yeni, özgür ve insani ilişkilerde
kök salan, tümüyle farklı bir psikolojinin oluşturulması için gereken koşulları
yaratacaktır.
Sınıflı toplumun ve neticede sınıflı toplumun pisliğinden
kaynaklanan köle zihniyetinin yok edilmesi, yeni bir erkeğin ve yeni bir kadının;
eski köle psikolojisinden tamamen uzak, özgürleşmiş bireyler olarak, birlikte
uyum içinde yaşayabilen özgür insanların yaratılmasına yol açacaktır. Erkek
ve kadın, maddi şeyleri elde edebilmek için yapılan ve insan hayatını çarpıtıp
alçaltan, küçük düşürücü uğraşlardan kurtulduğu zaman, insanlar için ilk defa
birbirleriyle insan olarak ilişki kurmak mümkün hale gelecektir. Erkekle kadın
arasındaki ilişki –bu en güzel ve doğal ilişki– herhangi bir dış zorlama, egoist
hesap ve küçük düşürücü bağımlılık olmaksızın özgürce gelişecektir.