Engels ve İnsanın Gelişimi
John Pickard
Engels’in 1876’da yazdığı ama ancak 20 yıl sonra yayınlanan
İnsansı Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü adlı broşür, insanın gelişim
teorisi konusunda parlak kavrayışlar içeriyordu. Fosillerin ve diğer delillerin
kısıtlı sayıda olmasına rağmen, Engels’in bu soruna diyalektik materyalist yöntemle
yaklaşımı, onun, insanın gelişimi sorununa, kendi çağının bilimcilerinin çok
ilerisinde olan tutarlı ve kolay anlaşılır bir açıklama getirmesini mümkün kılmıştır.
Bu açıklama bugüne değin, insanın gelişimiyle ilgili Marksist bakış açısının
temel taşlarından birisi olarak kalmıştır.
Engels’in çalışmasının modern bilimsel kanıtlar ışığında değerlendirilmesi,
bu çalışmasının şu ya da bu ikincil ayrıntısını belki geçersiz kılabilir, fakat
bu aynı değerlendirme, ana çizgileri itibarıyla Engels’in argümanlarının doğru
olduğunu da gösterecektir. Diğer bir deyişle, bu broşür diyalektik yöntemin
bir başyapıtı olarak kalmaya devam etmektedir. Engels’i böyle bir yazı kaleme
almaya iten özgül meseleler ve konular nelerdi?
Marx ve Engels farklı yollardan da olsa aynı felsefi yönteme,
diyalektik yönteme ulaşmışlardı. Tüm doğal olguların ve toplumsal gelişmelerin,
ruhani ya da metafiziksel (idealist) nedenlere değil, son tahlilde, nesnel temellere
dayandığını düşünmeleri anlamında, materyalist bir bakış açısına sahiptiler.
Aynı zamanda toplumun ve doğanın sürekli bir diyalektik değişim süreci (yani
çelişkilerden kaynaklı bir değişim süreci) içinde olduğunu; her şeyin hareket
halinde, oluş ve yok oluş içinde olduğunu düşünüyorlardı.
Hem Marx hem de Engels, felsefi yöntemlerini bilhassa toplumsal
ve politik gelişime uyguladılar. Marx’ın büyük eseri Kapital, bizzat
kapitalist sistemin genel hareket yasalarını açıkça ortaya koydu. Fakat bilimsel
sosyalizmin bu iki büyük kurucusu, kapitalizmin, toplumsal gelişimin aşamalarından
yalnızca biri olduğunu izah etme derdindeydiler. Kapitalist sistem, nasıl ki
feodal sistemdeki toplumsal güçlerin ve çelişkilerin bir sonucu olarak çıktıysa,
aynı şekilde kendisi de bizzat kendi içinde taşıdığı çelişkiler tarafından yıkılacak
ve yerini sosyalist bir topluma bırakacaktı.
Marx ve Engels’in kapitalizmin geçici doğası üzerine yaptıkları
vurgu, onları kapitalizm öncesi toplumlar üzerine düşünmeye sevk etti. Tarihsel
materyalist yöntemin, kapitalizmin iç mekanizmalarını ve yasalarını nasıl açığa
çıkardıysa, önceki toplumların gelişim yasalarını da açığa çıkaracağını göstermeye
çalıştılar. Çok daha geniş bir perspektifle, evrensel bir dünya görüşü olarak
diyalektik materyalizmin genel geçerliliğini ve uygulanabilirliğini tanıtlamak
için çağdaş bilimsel incelemeleri de kullanmaya çabaladılar. Engels’in Doğanın
Diyalektiği’nde açıkladığı gibi:
“Günümüz doğa bilimleri açısından en önemli düşünme biçimini
oluşturan şey kesinlikle diyalektiktir, çünkü doğada vuku bulan evrimci süreçleri,
genel olarak iç bağlantıları ve bir araştırma alanından diğerlerine geçişi açıklama
yöntemi sunan yalnızca odur.”
Marx ve Engels’in kapitalizm öncesi toplumlar üzerine aldıkları
notları, Engels, 100 yıl önce basılan Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin
Kökeni adlı çalışmasında kullandı. Engels’in bilimle diyalektik materyalizm
arasındaki ilişki üzerine aldığı notlar ve yazılar, ölümünden yaklaşık 30 yıl
sonra, 1924’te, Doğanın Diyalektiği adıyla yayınlandı.
Bu nedenle, Marx ve Engels’in politik konular üzerine görüşleriyle
Engels’in antropoloji ve insanlığın kökenine duyduğu ilgi arasında doğal bir
köprü vardı. Marx ve Engels, Darwin’in doğal seleksiyon teorisini materyalizmin
zaferi olarak selamladılar. Çünkü bu teori, “daha aşağı” hayvan türlerinden
insanın evrimi sorununa bilimsel bir temel kazandırıyordu. Darwin’den itibaren
artık insan türünün kökeni sorunu, teoloji ve metafizikte değil, nesnel doğa
bilimlerinde sımsıkı kök salmıştı.
Fakat Darwin, hayvanlar alemi ile homo sapiens arasındaki
maddi sürekliliğin altını çizerken, Engels nesnel süreçlerin bir sonucu olarak
hayvanlar aleminden kaynaklanan farklılıkları vurgulamıştı; insanoğlu yine de
benzersiz bir toplumsal hayvandı. Marx ve Engels materyalizmin sağlam temelinden
ayrılmaksızın, nasıl olup da insansı maymunlardaki niceliksel evrimsel değişimlerin
niteliksel olarak farklı bir tür, benzersiz bir düşünen toplumsal hayvan ürettiğini
açıklamaya çabaladılar. Engels, insanın; doğayla bilinçli bir etkileşim, doğayı
insanın yararına amaçlı bir biçimde değiştiren ama bu aynı süreç içerisinde
insanı da değiştiren bir faaliyet olarak emek faaliyetine girişen yegâne hayvan
olduğunu açıklamıştı.
Emeğin rolü üzerine çalışmasında Engels’in temel amacı, insan
emeğinin ve toplumsal organizasyonun, (genellikle insanın benzersizliğini betimlemek
için kullanılan) insan elinin ve beynin gelişiminin ürünü değil nedeni olduğunu
göstermekti. “Emek,” diye açıklar Engels, “insan varlığının ilk temel
koşuludur. Ve bu öylesine temel bir koşuldur ki, bir anlamda, bizzat insanı
emeğin yarattığını söylemeliyiz.” Engels bu görüşlerini, insanın gelişimine
“Uygarlık” gözlüğünden bakan, bu süreci idealar ve düşünceler tarafından güdülenen
bir süreç olarak gören kendi çağdaşlarının yaklaşımlarının tam karşısına koymuştu.
Şöyle der Engels:
“Uygarlığın hızlı gelişiminin tüm erdemleri akla, beynin
gelişimine ve faaliyetine atfedildi. İnsanlar kendi hareketlerini ihtiyaçlarına
göre değil de düşüncelerine göre açıklamaya o kadar alışmışlar ki, Darvinci
ekolün en materyalist doğa bilimcileri bile hâlâ insanın kökeni konusunda berrak
bir fikir geliştirmeyi beceremiyorlar, çünkü bu ideolojik etki altında, emeğin
oynadığı rolü kavrayamıyorlar.”
İnsanın kökeni konusundaki idealist fikir bilimsel çevrelerde
genel kabul gören şu düşüncede kendi ifadesini buluyordu: İnsanoğlu, elin gelişiminden
ve iki-ayaklılıktan (dik yürüyüş) önce büyük bir beyin geliştirmiştir. Toplumun
harikalarıyla hipnotize olan Engels’in çağdaşları (ve elbette sonraki birçokları)
çalışan elin en gösterişsiz ürünlerini arka plana ittiler. Bilimsel kanıtların
sınırlı olduğu koşullarda Engels yalnızca diyalektik materyalist yöntemi kullanarak,
insanın gelişimi konusunda genel kabul gören bilimsel teorilerin aslında yanlış
olduğunu gösterebilmişti. Kaleme aldığı broşür, ilk insanlarda, dik duruş ve
iki-ayaklılığın, elleri, alet yapımı ve kullanımı için serbest bıraktığını belirtir.
Alet yapımı ve kullanımı elin daha da rafine bir hale gelişini ve gelişmesini
sağlamıştır, yani el, emeğin hem bir “organı” hem de bir “ürünü”dür.
Diğer hayvanların doğayla tümüyle pasif etkileşimlerinin tersine, insanın doğayla
bilinçli etkileşimi –her ikisini de değiştiren– aktif bir süreçti. İnsan emekle
meşgul olan yegâne hayvandır.
“Hayvanlar da sözcüğün dar anlamında basit aletlere sahiptirler,
ama sadece vücutlarının uzuvları olarak. Doğaya kendi damgasını vurmayı başaran
yalnızca insandır.”
Fakat alet yapımı ve kullanımı, birlikte çalışmanın, toplumsal
emeğin kullanımını ve anlamlılığını da arttırır, der Engels. Hem alet yapımı
hem de toplumsal emek, dil ve konuşma sorununu ortaya çıkardı.
“Önce emek gelir, ondan sonra ve onun yanı sıra da konuşma.
İnsansı maymun beyninin tedricen insan beynine dönüşmesinin
altında yatan en özsel iki dürtü bunlardır.”
Şüphesiz insan beyninin daha da gelişmesi, emek süreci ve toplumsal
ilişkiyle karşılıklı bir etkileşim içine girecektir ve bu da dil, düşünce, soyut
düşünebilme ve muhakeme yetenekleri açısından daha da büyük bir kapasite ortaya
koyacaktır. Karşılıklı olarak birbirini etkileyen bu süreçlerin toplam etkisi
insan evrimine yol açmıştı.
“Elin, konuşma organının ve beynin, yalnızca tek bir bireyde
değil tüm toplumda birlikte çalışmasıyla, insanoğlu çok daha karmaşık işlemleri
yapabilir hale geldi.”
Bilgi, vasıf ve tecrübenin toplumsal birikimi, bu şeylerin konuşma
sayesinde bir kuşaktan diğerine aktarılabildiği anlamına gelir, bu suretle kültürel
bir evrim başlar.
Engels’in görüşleri, modern keşiflerin ışığında yeniden ele
alındığında, tümüyle geçerli görüşler olarak kalmaya devam eder. Eğer bugün
yaşıyor olsaydı, hiç şüphesiz kendisini biriken yeni ayrıntılara, olgulara ve
bilgilere dayandırarak İnsansı Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü’nü
temelde aynı bakış açısıyla yeniden yazardı.
İnsan türünün kökeni hususundaki maddi delillerin büyük bir
bölümü paleontolojiden –fosillerin ve taş aletlerin toplanması– sağlanır. İlk
taş aletler 2,5 ila 3 milyon yıllıktır. Bu hominid (insansı) kalıntılar, başka
aletleri yapmakta kullanılan aletleri de barındırırlar ve bu olgu, günümüz insansı
maymunlarıyla berrak bir ayrıma işaret eder. Günümüz maymunları, yumuşak malzemelerden
(ince dallar ve yapraklar) çeşitli aletler yapıyor ve kullanıyor olsalar da,
hiçbir zaman bunları başka aletler yapmak üzere kullanmazlar.
Hominid aletler genellikle yapıldıkları ve kullanıldıkları yerle
ilintilidirler, başlangıçta çok basittiler fakat bir milyon yıl sonra gitgide
karmaşıklaşıp sofistikeleştiler. Tanzanya’daki Olduvai Geçidinde bulunmalarından
sonra Oldowan taş kültürü olarak adlandırılan bu kültür, bir buçuk ilâ
iki buçuk milyon yıl önce Acheulian diye adlandırılan daha gelişmiş bir
taş kültürüne dönüştü. Elbette bugüne kemik, odun ve deriden yapılmış olanlar
değil ancak taş aletler kalabildi. Belli bir amaç için biçimlendirilmeleri ve
bu amaca uygun hale getirilmeleri çok daha zor olan taş aletler geliştirilmeden
önce, diğer malzemelerden yapılmış aletlerin geliştirildiği görüşü genel bir
kabul görmektedir.
En basit araçlar bile, sayısız denemelerden, deneyimlerden,
gözlemlerden, fikir yürütme ve hatırlamalardan oluşan uzun bir dönemin ürünüdürler.
Bitki köklerini kazıp çıkarmak için sivriltilmiş sopalar ya da besinleri taşımak
için deri çantalar gibi en basit aletler, insan gelişiminde neredeyse bir devrimi
temsil ederler; insan elinden çıkmış bu yumuşak aletlerin hiçbiri günümüze kadar
korunamamış olsa da, bu tür aletler ilk hominid türlerine hayatta kalmak açısından
muazzam avantajlar sağlamış olmalı. Bu nedenle, 2,5 milyon yıllık Oldowan
taş kültüründen çok daha önce, ilk hominidlerin çabuk çürüyen malzemelerden
yapılmış da olsa alet kullanmış olmaları muhtemeldir.
Bu senaryo, Amerikalı paleoantropolog Johanson tarafından Doğu
Afrika’da bulunan son fosil keşifleriyle uyumludur. Lucy takma adıyla anılan
bu kadın iskeleti (3,5-3,75 milyon yıl yaşında) Johanson’un Australopithecus
Afarensis olarak tanımladığı türe aittir. Bu fosil, bir dizi dikkate değer
olguya işaret eder:
- Lucy ve kuzenleri tamamen iki ayaklıydılar, yani dik yürüyorlardı.
Kalça, uyluk ve diz kemikleri, modern insanlardan hiç de geri kalmayan verimli
bir dik yürüyüş kapasitesine işaret eder.
- Elin tam karşısında bulunan başparmakları vardı, böylelikle
elleri, sıkıca kavrama ve tuttuğu nesneleri gereğince hareket ettirebilme
yeteneğine sahip oluyordu. Bu el, insan eli gibi alet yapabilme ve kullanabilme
yeteneğine sahipti, yine de insan eline çok benzemesine rağmen tam bir insan
eli değildi.
- Türün beyin büyüklüğüyle ilgili bir ölçü olan kafatası
hacmi, aynı vücut ağırlığına sahip insansı maymunlardan yalnızca biraz daha
büyüktü. Şempanzelerin kafatası hacmi 300 ya da 400 ml’dir. Australopithecus
Afarensis ise 380 ila 450 ml’lik bir kafatası hacmine sahipti. (homo
sapiensin ortalama kafatası hacmi 1400 ml’dir.)
Böylece bu fosil kalıntıları bariz biçimde küçük beyinli fakat
çok açıkça el becerilerine sahip bir dik yürüyebilen hominidin varlığına işaret
ediyor. Bu keşifler, bir başka paleontolog, Mary Leakey tarafından Kuzey Tanzanya’nın
Laetoli bölgesinde, volkanik küller içinde fosilleşmiş durumda bulunan dikkate
değer iki grup ayak iziyle tamamlanıyordu. 3,5 ilâ 3,7 milyon yıllık bu ayak
izlerinin incelenmesiyle bunların hominidler tarafından bırakılmış olduğu görüldü.
Leakey’in ifadesini kullanacak olursak, “tamamen dik duruşlu, iki-ayak üzerinde
adım atarak yürüyen bir tür”dü bu.
Hem Johanson hem de Leakey, Etiyopya’nın Hadar bölgesinde ve
Tanzanya’nın Laetoli bölgesinde keşfedilen buluntuların birbirleriyle ilintili
olduklarını ileri sürdüler. Hatta Johanson bunların aynı türe ait olabileceğini
iddia etti. Ne olursa olsun, bu buluntuların çok açıkça gösterdiği tek bir şey
varsa o da, son derece gelişmiş el becerilerine ait vasıfların (ki alet kullanımının
göstergesidir) ve tam dik duruşun, insan beyninin tam gelişimini çok açık biçimde
öncelemiş oluşudur.
Taş aletler bu fosillerle ilişkilendirilmemiştir. Bu tür aletler,
herşeyden önce, daha büyük bir kafatası hacmine ve daha insani diğer özelliklere
sahip farklı bir fosil türü olan (bazı paleontologlar aynı türün daha
sonraki gelişimine ait olduğunu ileri sürmüş olmasına rağmen) homo habilis’e
aittir. Görünen o ki bu buluntular, alet kullanımı ve dik yürümenin, insan beyninin
gelişiminden önce olduğunu ileri süren modern antropologların yaklaşımını onaylamaktadır.
Bu buluşlardan on yıl önce Amerikalı antropolog Napier şöyle yazmıştı:
“Bugün artık açığa çıkıyor ki, evrimdeki bu önemli kültürel
aşamanın (alet yapımı ve kullanımı) başlangıcı, insanın biyolojik evriminin
çok daha erken aşamalarında yatmaktadır, çok daha uzun bir zaman diliminde var
olmuştur ve eskiden inanıldığından çok daha az gelişmiş bir hominid ve çok daha
az uzmanlaşmış bir el tarafından hayata geçirilmiştir.”
Hiç kuşkusuz 3,5 milyon yıllık Lucy, belki de odun ve deri gibi
malzemelerden aletler –kendi kemikleriyle birlikte bugüne kadar dayanamayan–
yapıp kullanmasını sağlayacak yeterli el becerilerine sahip olmalıydı. Dahası,
kendisine, alet yapmak, kullanmak ve besinlerini ya da aletlerini taşımak için
ellerini kullanmasını sağlayacak tam bir hareket serbestisi sağlayan, modern
insanlar kadar gelişmiş bir dik yürüme kabiliyeti vardı. Gerçekten de, Lucy’nin
ellerinin biçiminin, düzenli ve sürekli bir alet kullanıcısı olmasından başka
bir açıklaması yoktur. Engels’in dediği gibi:
“Eğer kıllı atalarımızın dik durmaları ilkin bir kural, ardından
da bir zorunluluk olduysa, bu süre zarfında ellerde de çeşitli diğer işlevlerin
gelişmesi akla yatkın olacaktır.”
Modern insansı maymunlarda alet kullanımı tesadüfiyken ve bir
kuşaktan diğerine hiçbir şekilde aktarılmazken; iletişimsel bir konuşmayı da
içeren bir toplumsal organizasyonu öğrenmeye, alet kullanımında uzmanlaşmaya
başlayan bir türde, bu beceriler kümülatif bir biçimde kuşaktan kuşağa aktarılır.
O kadar da büyük bir beyni olmamasına rağmen Lucy’nin eli, modern insansı maymunlarla
karşılaştırıldığında niteliksel bir üstünlüğü ifade eden bir beceriyi akla getirir.
Düzenli alet yapımı ve kullanımı, Engels’in açıkladığı gibi, en başta el ve
beyin olmak üzere çeşitli insani özelliklerin daha da gelişmesine ve incelikleşmesine
yol açma eğiliminde olsa gerektir. Daha sonraki hominid türlerinde gerçekleşen
şey de tastamam budur. Engels’in deyişiyle, el, bu nedenle emeğin hem organı
hem de ürünüdür.
“İnsana en çok benzeyen insansı maymunların gelişmemiş elleriyle,
emekle geçen yüz binlerce yılın son derece kusursuzlaştırmış olduğu insan eli
arasında dağlar kadar fark vardır. El sadece emeğin bir organı değil, aynı
zamanda emeğin ürünüdür. Emek, yeni işlevlere uyum sağlama, kasların, bağların
ve uzun zaman dilimlerinde özel bir değişim geçirmiş kemiklerin ve tüm bu kalıtsal
inceliklerin daha da yeni işlerde kullanılması, insan eline, Rafael’in tablolarını,
Thorwaldsen’in heykellerini ve Paganini’nin müziğini gerçekleştirebilmesi için
gerekli yüksek kusursuzluğu sağladı.” (Doğanın Diyalektiği)
Lucy, bu büyük beyinli insansı maymun, alet yapabilme ve üretebilme
yeteneğine sahipti, fakat emek faaliyetinde bulunarak aynı zamanda primat evrimini
insan beyninin ve elinin kusursuzlaşması yoluna da böylelikle sokmuş oluyordu.
Lucy’nin ait olduğu türün insan soyuyla tam ilişkisinin ne olduğuna dair bilimsel
tartışmalar, dik durma ve elin gelişiminin, büyük bir beynin gelişimini öncelediği
olgusunu değiştirmez.
Mary’nin oğlu olan Richard Leakey’in açıkladığı gibi:
“Afrika’daki fosillerin gösterdiği gibi hominidler, insansı
maymun boyutlarındadır. Tahminen hominidler insansı maymun akrabalarından çok
farklı bir şekilde yaşıyorlardı, çünkü iki ayakları üzerinde yürüyorlardı. Fakat
yaşam tarzları ne olursa olsun, bu, önemli ölçüde gelişmiş bir beyni gerektirmiyordu.
Ta ki 2 milyon yıl önce 800 ml’lik kafatası hacmine sahip Homo Habilis’in
sunduğu kesin kanıtlara kadar.”
“Bu yaratık Lucy’nin neredeyse iki katı büyüklüğünde bir
beyne sahipti, ama boyca daha büyük değildi. Hominid gelişiminin diğer bir adımı
olan Homo Erectus ise 1000 ml’ye ulaşan bir beyne sahipti.”
Marx ve Engels’in, insan gelişiminin toplumsal karakteri konusundaki
vurguları bugün artık neredeyse bütün modern paleoantropologlar tarafından yinelenmektedir.
Sosyal davranışların somut kanıtları mevcut değil ve olamazdı da, fakat bu doğrultuya
işaret eden yeteri kadar gösterge mevcuttur. Örneğin taş aletler rastgele bir
şekilde değil, işlevleri değişir gözüken belirli yerleşimlerde bulunmuştur.
Kenya’nın Koobi-Fora bölgesindeki 2 milyon yıllık bir yerleşim yeri, suaygırı
kemikleriyle ilişkilidir. Orada bulunan taşlardan ve taş parçalarından anlaşılmaktadır
ki, bu aletler oracıkta yapılmış ve kullanılmıştır. Ama aleti yapmak için kullanılan
malzeme (çekiç taşları ve daha küçük taşlar) o alanda mevcut değildi, 3-4 km
uzaktan oraya taşınmış olması gerekiyordu. Bu “hayvan kesim” alanından farklı,
açıkça başka amaçlar için kullanıldığı belli olan alanlar da –yaşama alanları
ya da başka yerde kullanmak üzere sadece alet hazırlamak için kullanılan yerler
gibi– bulundu. Bugüne dek muhafaza olmuş bu aletlere ek olarak, daha önce de
söylediğimiz gibi, çok muhtemeldir ki, çok daha eski zamanlardan bugüne değin
korunamamış aletler de vardı.
Daha fazla kanıt olmasa bile, aletlerin üretimi ve kullanımı,
bir çeşit işbirliğine dayalı bir organizasyonu akla getiriyor. Taşların toplanması,
seçilmesi, hazırlanması, taşınması, kullanılması ve saklanması toplumsal emek
olmaksızın hayal edilemeyecek işlemlerdir. Hiçbir modern insansı maymun, besinleri
başka bir yerde yemek üzere toplamaz ve taşımaz, ve istisnai olarak avlansa
da hiçbir maymun çok uzun süren bir avlanma faaliyeti içine girmez.
Yiyecek toplayan, taşıyan ve saklayan ilk hominidler evrimde
nitel bir sıçrama gerçekleştirmişlerdi. Fakat tüm bu işlemler, paylaşımı, işbirliğini
ve işbölümünü gerektirir ki, bu da az ya da çok yerleşik bir toplumsal ilişki
ve davranış kalıbı anlamına gelir.
Belli bir toplumsal örgütlenme biçiminin aracılığı olmaksızın,
büyük miktarda birikmiş bir deneyim ve pratiği bir kuşaktan diğerine aktarmak
nasıl mümkün olabilirdi? Hominidlerin anatomik gelişimleri bile işbirlikçi davranışları
akla getiriyor. Lucy’nin daha büyük beyinli bebeklerin doğumuna imkân verecek
kalça kemikleri yoktu. Beynin boyutu bir türden diğerine arttıkça bebeğin beyni
yüzünden doğumlarda sorunlar çıkmaya başladı. Fakat evrimsel gelişim bu sorunu,
büyümenin belli görünümlerini doğum sonrasına ertelemekte buldu. Doğum anında
bir Resus maymunun beyni, yetişkinlikteki beyninin %65’i kadarken, bu oran şempanzelerde
%40 ve insanlarda ise %23’tür. Sonuç olarak en yakın insansı maymun akrabalarına
göre, insan çocukları, daha uzun bir çocukluk dönemi yaşamak zorundadırlar.
Bu da, çocuğun bakımını ve çocuğa ilgi gösterilmesini sağlayan belli bir toplumsal
mekanizma olmaksızın düşünülebilecek bir şey değildi. Dahası, böylesi bir toplumsal
örgütlenme ve uzun bir çocukluk dönemi, çocuğa, kendisine miras kalacak bir
emek geleneğini özümsemesi için gereken süreyi sağlamanın yegâne yoluydu.
Genel olarak evrimde, belli fiziksel özelliklerin (renk, boyut,
biçim vb.) gelişmesi bazı türlere selektif (seçici) bir üstünlük sağlayabilir,[*]
böylece bu özellik muhtemelen kuşaktan kuşağa aktarılır. Fakat insan türünün
gelişiminde bizzat alet kullanımı ve toplumsal davranış, bu kültürel becerilerin
gençlere öğretilmesi sayesinde kuşaktan kuşağa aktarılan, uyum sağlayıcı bir
özellik haline gelmiştir.
Aletlerin sürekli toplumsal kullanımı –Engels’in tercih ettiği
sözcükle, emek–, hominid yaşam tarzının gitgide vazgeçilmez bir parçası haline
gelir, emek olmaksızın o da sona ererdi. Fakat emek yetisine sahip olmak, hominide,
bu yetiye hiç sahip olmayan ya da benzer bir yetinin ancak kaba ve gelişmemiş
bir biçimine sahip olan türler karşısında muazzam bir selektif üstünlük sağlar.
Biyolojik evrim (genlerdeki değişim) bertaraf edilmiş olmaz, kültürel evrime
–engin bir vasıf, bilgi, deneyim ve dil stokunun kuşaktan kuşağa birikimi– büyük
bir itki verilmiş olur.
İnsan türünün gelişiminin belli çevresel koşullarını inceleyen
farklı modern teoriler vardır. En çok kabul gören modern görüşe göre insanoğlu,
4 ilâ 5 milyon yıl önce, Doğu Afrika’daki büyük ormanlardan ürktüğü için, yarı-açık
savan şartlarında gelişmeye başladı. Böyle bir çevresel basınç –ormandan daha
açık bir çevreye geçmek–, Engels’in deyimiyle maymundan insana geçişte belirleyici
adım olarak dik duruşun gelişimine de tekabül ediyor olabilir.
Ne var ki bu genel çerçeve içerisinde bile çeşitli vurgu farklılıkları
mevcut. Örneğin, et peşindeki avcılıkla karşılaştırıldığında, bitkisel besin
toplayıcılığının nispi önemine yapılan vurgular. Modern avcı-toplayıcı topluluklar
üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda, her bir faaliyette kişi başına harcanan
zaman açısından bakıldığında, besin toplayıcılığının, avcılıktan yaklaşık %70
daha üretici kalori sağladığı görülmüştür. Dahası, babun ve şempanze gibi modern
insansı maymunlar da ara sıra avlanmalarına karşın, et tüketimleri diyetlerinin
çok küçük bir kısmını oluşturur.
Hominid gelişiminin kanıtları, özellikle de bazı hayvan kesim
bölgelerinde taş aletlerin kullanımı, belli bir aşamada, belki de küçük av hayvanlarından
büyük av hayvanlarına yönelmeyle birlikte, avlanma vakalarında maymunlara kıyasla
büyük bir artış yaşanmış olması gerektiğini gösteriyor. Etin bitkisel besinlerden
çok daha fazla besleyici değeri olduğuna işaret eden Engels de bu konuyu gözden
kaçırmamıştı. Fakat yine de bitkisel besinler büyük ihtimalle günlük diyetin
büyük bir bölümü olarak kalmaya devam etmiş ve büyük olasılıkla bu tür besinlerin
üretimiyle ve toplanmasıyla ilişkili olan aletler (kazıyıcı sopalar ya da taşıyıcı
torbalar) yok olup gitmiş olmalı.
Fakat insan evrimiyle ilgili tüm modern teorilerin ortak özelliği,
hepsinin de toplumsal örgütleniş ve davranışın oynadığı temel rolü kavramış
olmasıdır. İlk hominidler avcılıkta, toplayıcılıkta, devşiricilikte, taşımacılıkta,
alet yapımı ve kullanımında ustaydı. Bu işlevler, daha önce de söylediğimiz
gibi, paylaşımı, işbirliğini ve işbölümünü gerektirir. Bunların hiçbiri hayli
gelişmiş toplumsal kurallar ve pratikler olmaksızın düşünülemez bile.
İnsanın evrimindeki diğer bir önemli unsur da, toplumsal emek
ve alet kullanımıyla iç içe geçen, konuşma ve dilin gelişimidir.
Engels’in işaret ettiği gibi, “emeğin gelişimi, karşılıklı dayanışma
ve ortak hareket durumlarını arttırarak ve bu ortak hareketin üstün yanlarını
herkesin gözünde açıklığa kavuşturarak toplumun tüm üyelerinin daha da sıkı
bir biçimde bir araya gelmesine kaçınılmaz olarak yardımcı oldu. Kısacası, oluşum
halindeki insanlar, birbirlerine söyleyecek bir şeyleri olduğu bir noktaya ulaştılar.
İhtiyaç, organı yarattı; dilin kökenini emek süreci içinde ve bu süreçten hareketle
açıklayan bu yaklaşım yegâne doğru yaklaşımdır.”
Eserinde papağanlara yaptığı ilginç atıflara rağmen, Engels’in
görüşlerinden çıkan sonuç, emek harcama yeteneğindeki yegâne hayvan olarak insanın,
dil yeteneğini de geliştirebilecek yegâne hayvan olmasıdır. Gerçekten de durum
budur. Özellikle Amerikalı antropologlar tarafından şempanzelere işaret dili
öğretmeye dönük sayısız girişimde bulunuldu. Fakat yıllar süren öğretme sürecinden
sonra şempanzelerin, her biri hayvana anlamsız gelen işaretlerin varyasyonlarından
oluşan karmaşık ezberlerden başka bir şey öğrendiklerine dair bir kanıt ortada
yoktur. Bazı şempanzelerde, hatta en meşhur olanlarında bile, işaret dilinin
öğrenilmesi, kelime hazinesini bariz bir biçimde geliştirdiğinde bile, insan
yavrularındaki öğrenme sürecinden niteliksel olarak farklıdır. Şempanze aslında
basitçe işaret kelimelerinden oluşmuş daha uzun söz dizinlerini taklit etmeyi
öğrenirken, insan yavrusu büyüdükçe kelimelerin ve kavramların daha derin ve
karmaşık kullanımlarını da öğrenir.
İnsan dilinin temel unsurları, insanların hayvanlar alemindeki
en yakın akrabaları olan insansı maymunlarda hiçbir şekilde mevcut değildir.
İnsansı maymunlarda, iletişim tümüyle duygusal temeldedir ve her zaman o anki
çevreyle ilgilidir. İnsan dili, insanın zihinsel süreçlerinin gelişimiyle zorunlu
olarak bağlantılıdır ve bunların ikisi de emekle alâkalıdır.
Daha önce bahsedilen süreçlerin (alet yapımı ve toplumsal emek)
hiçbirisi, düşünsel süreçlerin bunlara paralel bir gelişimi olmaksızın mümkün
olamazdı. İnsan zihinsel “yer değiştirme” yetisini, yani, yakın çevrede, zaman
ve mekân içinde bir yer değiştirme durumunun zihinsel resmini canlandırabilme
yeteneğini geliştirmiş olmalıdır. Aletin nasıl göründüğüne, ne işe yarayacağına
ve nerede kullanılacağına dair önsel bir düşünce olmaksızın bu tür aletlerin
üretilmesi imkânsız olurdu. Ve tüm bu yetiler en zeki insansı maymunu bile fazlasıyla
aşar.
Aletler nasıl emeğin ürünüyse, insanın zihinsel süreçleri ve
dil de emekten, doğayla aktif bir etkileşimden gelişir. Zihinsel yansıma pasif
değil aktif bir süreçtir. Dil ya da konuşma da bunun ayrılmaz bir parçası haline
gelir. Lenin’in ifadesini kullanacak olursak, kelimeler ve dil, insanoğlunu
temel duyu algılarından genelleştirilmiş soyut düşünceye taşıdı. Şüphesiz modern
antropologlar, dilin gelişimine dair teorilerine temel oluşturacak, fosil kanıtları
gibi somut kanıtlara sahip değiller. Fakat çoğu, dilin kökenini, alet kullanımı
ve ilk hominidlerin toplumsal emeğiyle ilişkilendiriyorlar.
“Gelişen hominidler, australopithecine aşamasında ve belki
daha da önce, elle tutulan bir aletin, dolaysız kullanım sürecinin ötesindeki,
zaman ve mekân içinde genişleyenlerle dolaysız ilişkilerinin ötesindeki yararını
öngörebilmekteydiler.” (Montagu, 1976)
Demek ki pratik emek konuşmayla, aletlerin gelişimi de zihinsel
beceriler ve dille birlikte dokunmuştur. “Dil”, Karl Marx’ın daha da kısa ifadesiyle,
“pratik bilinçtir.”
Diğer antropologlar da şöyle açıklıyor:
“Soyut düşünceler oluşturma ve kullanma yeteneği, fizyolojide
değilse de, evrimde, insan dilini kullanma yeteneğiyle ilişkilidir. Burada da
ürün, araçla birlikte gelişir ve tersi. Ve bu yetenekler de alet yapımıyla ilişkilidir.”
(Dobzhansky)
İlk hominidlerin konuşma, alet yapımı ve toplumsal emek süreçlerini
geliştirmeye ve bunları birlikte dokumaya başlamaları için belli biyolojik koşulların
varolması gerekliydi. Fakat Engels, tam gelişmiş insan beyninin, emeğin başlatıcısı
değil, tersinde ürünü olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koyar. “Önce emek,
ondan sonra ve ardından onunla birlikte konuşma; bunlar insansı maymun beyninin
tedricen insan beynine dönüşmesinin altında yatan en özsel iki dürtüdür.”
Bu görüş, yeni bulunan fosil kanıtları tarafından da doğrulanıyor,
üstelik sadece beyin hacminin büyümesi anlamında değil, aynı zamanda ilk insansı
maymunlardan itibaren beynin hangi kısımlarının geliştiğini anlamak üzere
kafataslarından elde edilen alçı kalıplarının incelenmesinden çıkan sonuçlar
anlamında da. Amerikalı antropolog Washburn, ilk hominid beyinlerini kastederek
durumu şöyle açıklığa kavuşturuyor: “Şu anki bakış açısına göre, kültürü [yani
emeği –J.P.] yaratan beyindir. Fakat uzun vadeli evrimci bakış açısından, insan
beynini yaratan şey kültürdür.”
Yardımcısı Lancaster’le birlikte Washburn şunu söylüyor:
“Elin yapısı, beynin elle doğrudan ilgili büyük bölgeleri,
korteksin becerilere dönük motor faaliyetleriyle ilgili daha da büyük bölgesi
ve yine bu tür faaliyetlerle ilgili oldukça genişlemiş bir beyincik: bunların
tümü, ilk aletlerin kullanılmaya başlamasından hayli sonra ve pek çok çeşit
aletin başarısından kaynaklanan yeni seleksiyon basınçlarına bir yanıt olarak
evrimleşti.”
Burada değindiklerimizden ibaret olmayan tüm modern kanıtlar,
Engels’in makalesinin temel temalarını desteklemekte ve insan türünün kökeni
hakkındaki materyalist görüşü doğrulamaktadır. Engels, yüz yıldan daha uzun
bir süre önce, dil, zekâ, beyin büyüklüğü, el becerileri ve tüm bunların ortak
paydası olan emek arasındaki diyalektik ilişkiyi kavramıştı.
İnsansı maymun benzeri bazı türleri, insan benzeri türler haline
gelme yoluna sokan şey, yaşamın temel ihtiyaçlarının karşılanmasının peşinde
koşarken emeği şekillendirebilme yeteneğiydi. Emek, insan gelişiminin temeli
haline geldi.
Engels, biyolojik ve kültürel gelişim arasındaki diyalektik
ilişkiyi göstermeyi başardı. Emek, insanlığın zorunlu yaşam tarzının bir parçası
haline gelir gelmez, insan elini ve beynini de kusursuzlaştırmıştır. Fakat emek
ya da toplumsal üretim aynı zamanda –biyolojik evrimin bir uzantısı olan ama
niteliksel bir gelişim anlamını da taşıyan– içsel bir itki de kazandı.
Demek ki toplumsal olgular ya da emeğin gelişimi, kaba bir biçimde
yalnızca genetik ya da biyolojik etkenler tarafından açıklanamaz, bu olgular
ancak kendi yasalarıyla tanımlanabilirler. Fakat kendi temellerini son tahlilde
maddi süreçlerde bulurlar. Bir anlamda, emek yeteneği, biyolojik değişimlerin
kör süreçlerinin oluşturduğu sınırları aşmanın bir aracı haline gelmiştir. Engels’in
dediği gibi:
“İnsanlar hayvanlardan uzaklaştıkça, kelimenin dar anlamıyla,
kendi tarihlerini, bilinçli olarak, daha fazla ölçüde kendileri yapar oldular,
öngörülemeyen olayların ve denetimsiz kuvvetlerin etkileri o ölçüde azaldı.
Hayvanlar nadiren çevrelerini kullanırlar ve çevrelerini yalnızca varlıklarıyla
değişikliğe uğratırlar. İnsan ise yaptığı değişimlerle onu kendi amaçlarına
tâbi kılar, onun efendisi olur. İnsanlarla hayvanlar arasındaki nihai özsel
farklılık budur ve bir kez daha bu farklılığı yaratan emektir.”
Kültür ya da emeğin yaratıldığı ve insanlığı yaratan tüm bir
2,5-3 milyon yılı düşündüğümüzde, bilim ve tekniğin büyük başarıları, milyonlarca
yıllık primat evrimiyle karşılaştırıldığında göz açıp kapama süresi olarak görünen
bir sürede gerçekleşmiştir. Son on bin yılın muazzam kültürel başarılarının
hiçbiri (uygarlık, bilim vs.) hiçbir şekilde biyolojik değişimden kaynaklanmaz,
tüm bunlar emek sayesinde başarılmıştır.
Engels’in açıklamaları şöyle devam ediyor: “Doğaya damgasını
vurmayı başaran yalnızca insandır. Bunu sadece bitki ve hayvan türlerini bir
yerden bir yere götürerek değil, aynı zamanda ikamet ettiği yerin iklimini ve
görünüşünü değiştirerek ve hatta hayvanları ve bitkileri değiştirerek yaptı.
Öyle ki bu etkinliklerin sonuçları ancak karasal hayatın genel bir yok oluşuyla
ortadan kalkabilir. Ve bunu da, öncelikle ve esas olarak elleri aracılığıyla
başarmıştır.”
Fakat Marx ve Engels insan gelişiminin pasif yorumcuları değillerdi.
Onlar gerçek insan gelişiminin, yani insanlığın gerçek kültürünün, ancak bizzat
toplum buna uygun olarak değiştirildiği zaman başarılabileceğini anlamışlardı.
Toplumsal sınıfların ortaya çıkışının, emek ya da üretim tarzındaki değişimlere
denk düşen zorunlu bir toplumsal gelişme aşaması olduğunu kavramışlardı. Fakat
üretimin daha da ileri bir aşamaya ulaşması, ancak sınıfların ortadan kaldırılmasıyla
ve yeni ve daha yüksek bir düzeydeki toplumsal emek örgütlenmesiyle, başka bir
değişle sosyalizmle sağlanabilir. “İnsanlığı kendine has biyolojik özelliklerinin
üzerine, ancak, üretimin planlı bir şekilde gerçekleştirildiği bir bilinçli
toplumsal üretim örgütlenmesi çıkarabilir.” (Doğanın Diyalektiği)
[*] Yani, o türün doğal seleksiyon (seçilim) sürecinden galip
çıkmasını sağlayan olumlu özellikler sağlayabilir.