Diyalektik Materyalizm
John Pickard
Marksizmin yöntemini tartışırken, işçi hareketi içindeki
eylemlerimize, katıldığımız tartışmalarda ileri sürdüğümüz argümanlara ve
yazdığımız makalelere temel oluşturan fikirleri ele almaktayız.
Genel olarak Marksizmin üç ana kaynaktan biçimlendiği kabul
edilir. Kaynaklardan biri, Marx’ın, Fransız politikasına, özellikle de
Fransa’daki 1790’ların burjuva devrimi ve onu takip eden 19. yüzyılın ilk
dönemlerinin sınıf mücadelesine ilişkin analizini geliştirmesidir. Marksizmin
kaynaklarından bir diğeri “İngiliz ekonomi politiği” denilen şeydir, yani
Marx’ın İngiltere’de geliştiği şekliyle kapitalist sistemi analiz etmesidir.
Marksizmin aynı zamanda tarihsel olarak başlangıç noktası olan diğer kaynağının
da “Alman felsefesi” olduğu söylenir ve benim burada üzerinde durmak istediğim
de onun bu yönüdür.
Öncelikle söylemeliyiz ki, Marksizmin temeli materyalizmdir.
Yani Marksizm tüm gerçekliğin özünün madde olduğu, bilincin maddeyi değil
maddenin bilinci yarattığı fikrinden hareket eder.
Başka bir deyişle, düşünce ve düşünce kaynaklı olduğu
söylenen herşey –sanatsal fikirler, bilimsel fikirler, hukuka, politikaya,
ahlâka, vs. ilişkin fikirler– tüm bunlar gerçekte maddi dünyadan
kaynaklanmaktadır. “Bilinç”, yani düşünce ve düşünce süreçleri, beynin bir
ürünüdür; ve beynin kendisi de, dolayısıyla fikirler de, canlı maddenin
gelişmesinin belli bir aşamasında ortaya çıkmıştır. Yani o da maddi dünyanın
bir ürünüdür.
Dolayısıyla insan bilincinin ve toplumunun gerçek doğasını
anlamak için, Marx’ın da ortaya koyduğu gibi mesele “insanların
söylediklerinden, hayal ettiklerinden, tasavvur ettiklerinden … değil, gerçek
ve faal insandan hareket edip, gerçek yaşam süreçlerini temel alarak bunların
ideolojik yansımalarının ve yankılarının gelişimini göstermek suretiyle elle
tutulur canlı insana varmaktır. İnsan zihninde oluşan inanılmaz hayaller bile
ampirik olarak gösterilebilen ve maddi temellere dayanan maddi yaşam
süreçlerinin doğurduğu imgeler olmak durumundadır. Böylelikle, ahlâk, din, metafizik
ve her çeşit ideoloji ve de bunlara tekabül eden bilinç şekilleri bağımsız
görünümlerini kaybederler. Bunların tarihleri yoktur, gelişimleri yoktur; ancak
insanlar maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek kendi öz
gerçeklikleriyle birlikte, düşüncelerini ve düşüncelerinin ürünlerini
değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değildir; bilinci belirleyen yaşamdır.
Birinci yöntemde hareket noktası, yaşayan birey olarak görülen bilinçtir;
gerçek yaşama uygun düşen ikinci yöntemde ise, bu hareket noktası bizzat gerçek
yaşayan bireylerdir, ve bilinç sadece onların
bilinci olarak ele alınır.” (Alman İdeolojisi, Birinci Bölüm)
Dolayısıyla bir materyalist sadece fikirler için değil, maddi
olguların kendileri için de açıklama arar ve tanrılar ve benzeri doğaötesi
müdahale odaklarına değil maddi sebeplere bakar. Bu Marksizmin çok önemli bir
yönü olup, onu kapitalist toplumda yerleşmiş bulunan diğer düşünme
yöntemlerinden ve mantıklardan ayırır.
17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa ülkelerinde bilimsel düşüncenin
gelişimi gerçekten de çelişkili bir nitelik sergiledi ve bu hâlâ burjuva
teorisyenlerin tipik yaklaşım biçimidir. Bir yandan materyalist yönteme doğru
bir gelişme vardı. Bilimciler nedenleri arıyordu. Doğal olgulara Tanrı takdiri
mucizeler olarak bakmakla yetinmiyor, onlara bir açıklama arıyorlardı. Ama aynı
zamanda bu bilimcilerin henüz tutarlı veya üzerinde çalışılmış bir materyalist
anlayışları yoktu; genellikle de doğal olgulara getirdikleri açıklamaların
ardında, zincirin sonunda Tanrının elini işbaşında görüyorlardı.
Böyle bir yaklaşım, içinde yaşadığımız maddi dünyanın temelde
kendi dışındaki güçlerce belirlendiğini ve gerçek dünyadan bağımsız
varolabildikleri için bilincin veya fikirlerin önde geldiğini kabul etmek veya
en azından buna açık kapı bırakmak anlamına gelir. Materyalizmin felsefi
karşıtı olan bu anlayışa “idealizm” diyoruz.
Bu yaklaşıma göre insanlığın ve toplumun –ve de sanatın,
bilimin, vs.– gelişimini belirleyen maddi süreçler değil fikirlerin gelişimi,
insan düşüncesinin mükemmelleşmesi veya yozlaşmasıdır. Ve bu genel yaklaşımın,
itiraf edilsin ya da edilmesin, kapitalizmin her türlü felsefesini kapsaması
tesadüf değildir.
Burjuva filozoflar ve tarihçiler genel olarak varolan sistemi
veri alırlar. Kapitalizmin, yeni ve daha üstün bir sisteme yerini bırakması
mümkün olmayan nihai ve tam bir sistem olduğunu kabul ederler. Ve tüm geçmiş
tarihi, zavallı fanilerin kapitalizmin gerçekleştirdiğine ya da
gerçekleştirebileceğine inandıkları bir tür “mükemmel topluma” ulaşma
gayretleri olarak sunarlar.
Bu yüzden, geçmişin hatta bugünün en büyük burjuva
bilimcilerinin ve düşünürlerinin eserlerine baktığımızda materyalist ve
idealist fikirleri nasıl kafalarında karmakarışık ettiklerini görebiliriz.
Örneğin mekaniğin yasalarını ve gezegenlerle gök cisimlerinin hareket
yasalarını incelemiş olan Isaac Newton, bu hareketlerin zihin veya düşünceyle
belirlendiğini düşünmüyordu. Ama tüm maddeye bir ilk itiş verildiğini, bu ilk
itkinin de bir tür doğaüstü güç tarafından, Tanrı tarafından verildiğine inanıyordu.
Aynı şekilde, bugün birçok biyolog için bitki ve hayvan
türlerinin bir türden diğerine evrildiğini ve insanoğlunun kendisinin de önceki
türlerin gelişiminden ibaret olduğunu kabul etmek kolaydır. Ama yine de
bunların pek çoğu, insan aklıyla hayvan aklı arasında, ölümden sonra insan
vücudunu terk eden “ebedi ruh”tan ibaret bir fark olduğu fikrine sıkı sıkıya
sarılırlar. En yetenekli bilimcilerden bazıları dahi bilimsel olarak gerçekten
geri olan ve bilimden ziyade büyü ve batıl inanca yakın duran bu tür idealist
fikirlerle materyalist yöntemi harmanlamış durumdadır.
Bu yüzden Marksizm, her türlü idealizmle kökten bir kopuşu ve
onun yerine gerçekten olup bitenin materyalist bir kavrayışını temsil eder. Bu
anlamda materyalizm, Marksizmin temel hareket noktalarından birini oluşturur.
Diğer temel kalkış noktası da diyalektiktir.
Diyalektik
Diyalektik kısaca hareketin mantığı veya hareket içindeki
eylemciler için sağduyu mantığıdır. Hepimiz biliriz ki nesneler hareketsiz
kalmazlar, değişirler. Ama diyalektikle çelişkili olan ve kapitalist toplumun
bağrına gömülü “formel mantık” adlı bir başka mantık daha vardır. Belki de bu
yöntemin içeriğini tarif etmekle başlamak gerekli.
Formel mantık “özdeşlik yasası”na (“A” eşittir “A”), yani şeylerin
kendilerine eşit olduğuna ve birbiriyle belirli ilişkiler içinde olduğu
düşüncesine dayanır. Özdeşlik yasasından temel olarak türemiş diğer yasalar da
vardır; örneğin “A” “A”ya eşitse, “B”ye veya “C”ye eşit olamaz.
Görünüşte bu düşünce yöntemi sağduyuya uygun gelebilir.
Aslına bakılırsa bilimin gelişmesinde ve bugünkü toplumu yaratmış olan sanayi
devriminde çok önemli bir alet, çok önemli bir araç olmuştur. Örneğin
matematiğin gelişimi ve temel aritmetik formel mantığa dayanmaktadır. Formel
mantığı kullanmadan bir çocuğa çarpım tablosu veya toplamayı öğretemezdiniz.
Bir bir daha iki eder, üç etmez. Aynı şekilde, formel mantığın yöntemi
mekaniğin, kimyanın, biyolojinin vs. gelişimine temel oluşturmuştur.
Örneğin 18. yüzyılda İskandinav biyolog Linnaeus, bilinen tüm
bitki ve hayvanlar için bir sınıflandırma sistemi geliştirdi. Linnaeus tüm
canlıları sınıflara, takımlara, familyalara ayırdı, buna göre insan, primatlar
takımında, hominidler familyasında, homo cinsinde yer almakta, ve homo sapiens
türünü temsil etmektedir.
Sınıflandırma sistemi
biyolojide çok önemli bir ileri adımı simgelemiştir. İlk defa bitki ve
hayvanların gerçek anlamda sistematik incelemesini ve hayvan ve bitki türlerini
karşılaştırmayı mümkün kıldı. Ama formel mantığa dayanmaktaydı. Homo sapiens’in
Homo sapiens’e eş olduğuna; muska domestica’nın (adi ev sineği) muska
domestica’ya eş olduğuna; solucanın solucana eş olduğu düşüncesine
dayanmaktaydı. Başka bir deyişle sabit ve katı bir sistemdi bu. Bu sisteme göre
bir türün başka bir şeye eşit olması mümkün değildi; aksi takdirde bu
sınıflandırma sistemi tamamen çökerdi.
Aynı durum Dalton’un atom teorisinin büyük bir atılım
yarattığı kimya için de geçerlidir. Dalton’un teorisi maddenin atomlardan
oluştuğu ve her bir tip atomun sadece kendisine benzediği –yani şekil ve
ağırlık yönünden sadece o elemente özgü olup diğer hiçbirinde bulunmadığı–
fikrine dayanıyordu.
Dalton’dan sonra yine katı formel mantığa dayalı az çok katı
bir element sınıflaması yapılarak bir hidrojen atomunun hidrojen atomu, karbon
atomunun karbon atomu vs. olduğu ileri sürüldü. Ve eğer herhangi bir atom başka
bir şey olabilseydi, modern kimyanın temeli olan bu sınıflandırma sistemi
tamamen çökerdi.
Artık formel mantığın yönteminin birtakım sınırları olduğunu
görmek önemlidir. Formel mantık gündelik hayatta yararlı bir yöntemdir ve
nesneleri tanımlamada faydalı kestirimler yapmamızı sağlar. Örneğin, Linnaeus
sistemi hâlâ biyologlar için faydalıdır, ama özellikle Charles Darwin’in
çalışmalarının ardından bu sistemin zayıf yönlerini görebiliyoruz.
Darwin, örneğin Linnaeus sisteminde ayrı türler olarak ayrı
isimler verilen bazı bitkilerin gerçekte birbirine çok benzediğine dikkat
çekti. Aynı şekilde, aynı isim altında bulunan ve aynı bitkinin varyasyonları
olduğu ileri sürülen diğer bazı bitkiler de birbirinden çok farklıydı.
Yani Charles Darwin’in zamanında bile Linnaeus sistemine
bakıp “bir yerlerde bir sakatlık var” demek mümkündü. Ve tabii ki, Darwin’in
kendi eseri ilk defa bir türden başka bir türe geçmenin mümkün olduğunu
söyleyen evrim teorisi için sistematik bir temel oluşturdu.
Ve bu Linnaeus sisteminde büyük bir boşluk doğurdu.
Darwin’den önce gezegenimizin üzerindeki tür sayısının tamı tamına Tanrının ilk
altı günde yarattığı tür sayısına –tabii Nuh Tufanında telef olanlar hariç–
eşit olduğuna ve bu türlerin bin yıllar boyu değişmeden kaldığına inanılıyordu.
Ama Darwin değişen türler fikrini üretti ve böylece sınıflandırma yöntemi
kaçınılmaz olarak değiştirilmek zorunda kalındı.
Biyoloji alanında gerçekleşenler kimya alanı için de aynen
geçerlidir. 19. yüzyılın son döneminde kimyagerler bir atomik elementin
diğerine dönüşebileceğini fark ettiler. Başka bir deyişle, atomlar tamamen
farklı ve kendine özgü varlıklar değildi. Bugün pek çok atomun, pek çok
kimyasal elementin kararsız olduğunu biliyoruz. Örneğin, Uranyum ve diğer
radyoaktif atomlar zaman içinde bölünerek tamamen farklı kimyasal özelliklere
ve atom ağırlıklarına sahip tamamen farklı atomlar ortaya çıkarırlar.
Öyleyse bizzat bilimin gelişimiyle formel mantığın yıkılmaya
başladığını görebiliriz. Ama bu olgusal buluşlardan sonuç çıkaran ve gerek
doğada gerek de toplumda mutlak veya sabit kategoriler olmadığını ortaya koyan
diyalektik yöntemdir.
Formel mantıkçı “A” “A”ya eşittir derken, diyalektikçi “A”nın
“A”ya her zaman eşit olmadığını söyler veya Troçki’nin yazılarında kullandığı
bir örneği alırsak, bir kilo şeker, başka bir kilo şekere eşit değildir. Eğer
bakkaldan şeker alacaksak eşitlik varsayımı işe yarar, ama dikkatle bakarsak,
bunun gerçekte yanlış olduğunu görürüz.
Öyleyse şeylerin, hayatın ve toplumun sürekli hareket ve
değişim halinde olduğunu dikkate alan bir kavrayış biçimine ve mantığa
ihtiyacımız var. Ve bu mantık şekli şüphesiz diyalektiktir.
Ama öte yandan diyalektiğin evrene düzenli ve tedrici bir değişim
süreci atfettiğini düşünmek hatalı olur. Diyalektiğin yasaları –burada bir
uyarı gerekli: bu kavramlar gerçekte olduklarından daha korkutucu geliyor
kulağa– değişim süreçlerinin gerçekte nasıl işlediğini tarif eder.
Nicelikten Niteliğe
Başlangıç olarak “niceliğin niteliğe dönüşümü yasası”nı ele
alalım. Bu yasa değişim süreçlerinin –evrendeki hareketin– tedrici ve düzenli
olmadığını söyler. Görece tedrici ve küçük değişimlerin yaşandığı dönemlerle
devâsa değişimlerin –nicel olarak değil ancak nitel olarak ölçülebilecek
değişimler– yaşandığı dönemler.
Yine doğa bilimlerinden bir örnek verecek olursak, suyun
ısınmasını ele alabiliriz. Suya ısı verdikçe gerçekleşen değişimi sıcaklık
derecesi cinsinden tam olarak ölçebilirsiniz (“nicelik”). Diyelim 10°C’den
(çeşme suyu sıcaklığı) yaklaşık 98°C’ye kadar değişim nicel olacaktır; yani daha sıcak
olmasına rağmen su, su olarak kalacaktır.
Ama o andan sonra sudaki değişimin nitel hale geldiği ve
suyun buhara dönüştüğü bir nokta gelir. 98 dereceden 102 dereceye ısıtılırken
suda meydana gelen değişimi nicel olarak tanımlayamazsınız. Nicel değişimin
birikimi (gittikçe daha çok ısıtmak) sonucu nitel bir değişimin (sudan buhara)
oluştuğunu söylememiz gerek.
İşte niceliğin niteliğe dönüşümünden bahsederken Marx ve Engels’in
kastettiği de buydu. Aynı şey türlerin gelişiminde de görülebilir. Her bir tür
içinde her zaman çok büyük çeşitlilik görülür. Bu odaya bir göz atarsak Homo
sapiens’deki çeşitliliği görebiliriz. Bu çeşitlilik nicel olarak örneğin boy,
ağırlık, deri rengi, burun uzunluğu, vs. cinsinden ölçülebilir.
Ama eğer çevre değişimlerinin etkisiyle evrimsel dönüşüm bir
noktaya varırsa bu nicel değişimler nitel değişime yol açabilir. Başka bir
deyişle, artık hayvan ve bitkideki söz konusu değişimi sadece nicel ayrıntılar
açısından tanımlayamazsınız. Artık birbirinden nitel olarak farklı türler söz
konusudur.
Örneğin, bir tür olarak bizler şempanze ve gorillerden nitel
olarak farklıyız; onlar da diğer memeli türlerinden nitel olarak farklılar. Ve
bu nitel farklılıklar, bu evrim sıçramaları, geçmişteki nicel değişimlerin
ürünüdür.
Marksizmin düşüncesine göre, ani değişim dönemlerinin arasına
serpiştirilmiş tedrici değişim dönemleri her zaman olacaktır. Gebelik döneminde
tedrici bir gelişim dönemi görülür, sonunda ise son derece hızlı bir gelişim
dönemi. Aynı durum toplumun gelişiminde de geçerlidir. Marksistler sık sık bu
gebelik benzetmesini savaşların devrimlere dönüşümünü tarif etmek için
kullanmışlardır. Bunlar toplumsal gelişme içinde nitel sıçramaları temsil ederler;
ama onlar da toplumdaki nicel çelişkilerin birikimiyle ortaya çıkmışlardır.
Yadsımanın Yadsınması
Diyalektiğin ikinci yasası da “yadsımanın yadsınması
yasası”dır; ve yine kulağa gerçekte olduğundan daha karmaşık gelmektedir.
Burada “yadsıma” sadece bir şeyin yok olması, başka bir şeye dönüşerek ölmesi
anlamına gelir.
Örneğin insanlık tarihinin ilk dönemlerinde sınıflı toplumun
gelişmesi, daha önceki sınıfsız toplumun yadsınmasını temsil ediyordu. Ve
gelecekte komünizmin gelişimiyle birlikte, bugünkü sınıflı toplumun yadsınması
demek olan başka bir sınıfsız toplum göreceğiz.
Yani yadsımanın yadsınması yasası yalnızca bir sistemin
doğarken başka bir sistemi yok olmaya ittiğini söyler. Ama bu yeni sistemin
kalıcı veya değişmez olduğu anlamına gelmez. O da toplumda daha sonra görülecek
gelişme ve değişim süreçleri sonucunda yadsınır. Nasıl sınıflı toplum sınıfsız
toplumun yadsınmasıysa, komünist toplum da sınıflı toplumun yadsınması
olacaktır: yadsımanın yadsınması.
Diyalektiğin bir başka kavramı da “zıtların iç içe geçmesi”
yasasıdır. Bu yasa, değişim süreçlerinin çelişkiler sayesinde, tüm doğal ve
toplumsal süreçlerin içinde gömülü olan farklı unsurlar arasındaki çatışmalar
sayesinde ortaya çıktığını söyler.
Zıtların iç içe geçmesine doğa biliminden en iyi örnek belki
de “kuantum teorisi”dir. Bu teori enerjinin ikili bir karakter göstermesi
üzerine kuruludur; bazı deneylere göre enerji dalgalar halinde vardır, tıpkı
elektromanyetik enerjide olduğu gibi. Ama diğer bazı durumlarda, enerji kendini
parçacıklar halinde açığa çıkarır. Başka bir deyişle, bilimciler arasında
genellikle kabul gördüğü gibi, madde ve enerji aynı anda iki farklı biçimde
–bir taraftan gözle görülemeyen bir dalga, diğer taraftan içinde belirli bir
enerji “kuantumu” (miktar) taşıyan bir parçacık– varolabilir.
Dolayısıyla modern fizikteki kuantum teorisinin temeli
çelişkidir. Ama bilim alanında bilinen daha birçok çelişki mevcuttur. Örneğin
elektromanyetik enerji pozitif ve negatif kuvvetlerin birbiri üzerindeki etkisi
aracılığıyla harekete geçer. Manyetizma bir kuzey kutbunun bir de güney
kutbunun varoluşuna bağlıdır. Bu ikisi tek başlarına varolamazlar. Tam da
çelişkili kuvvetlerin bir ve aynı sistem içerisinde bir bütün halinde
bulunmaları nedeniyle vardırlar ve işlerler.
Benzer biçimde bugün her toplum bir sistem içinde bütünleşmiş
çelişkili unsurlar taşımaktadır ve bu da herhangi bir toplumun, herhangi bir
ülkenin istikrarlı ve değişmeden kalmasını imkânsız kılmaktadır. Formel
mantığın tersine diyalektik yöntem bu çelişkileri ortaya döküp yaşanan
değişimin temeline inmek üzere bizi eğitir.
Marksistler her toplumsal sürecin içinde çelişkili unsurlar
olduğunu söylemekten çekinmezler. Tam tersine, asıl bu süreç içindeki çıkar
çatışmalarının tanınıp anlaşılması sayesinde, değişimin muhtemel doğrultusunu
ve bu durumda işçi sınıfının bakış açısına göre çaba harcamak için gerekli ve
mümkün hedef ve amaçları saptayabiliriz.
Beri yandan Marksizm formel mantığı toptan terk etmez. Ama
toplumsal gelişmeleri anlamak bakımından formel mantığın ancak tâli bir rol
oynaması gerektiği görülmelidir.
Hepimiz gündelik ihtiyaçlarımız için formel mantığı
kullanırız. Bu mantık, gündelik işlerimizi yürütmek ve iletişim kurmak için
gerekli kestirimleri yapmamızı sağlar. Formel mantıktan yararlanmadan, bir
eşittir bir yaklaşımını kullanmadan normal bir yaşam süremezdik.
Ama öte yandan formel mantığın sınırlarını da görmemiz
gerekir, ki bunlar süreçleri daha derinlemesine ve ayrıntılı incelediğimizde ve
toplumsal ve politik süreçleri daha yakından gözlediğimizde bilimde aşikâr hale
gelen sınırlardır.
Diyalektik, bilimciler arasında nadiren kabul görür. Bazı
bilimciler diyalektikçidir, ama çoğunluğu bugün bile materyalist bir yaklaşımı
her türlü formel ve idealist fikirle harmanlamaktadır.
Doğa bilimlerinde durum bu olduğuna göre, sosyal bilimler söz
konusu olduğunda haydi haydi böyledir. Bunun sebepleri son derece açıktır.
Toplumu ve toplumsal süreçleri bilimsel bakış açısından incelemeye
çalışırsanız, kapitalist sistemin çelişkileriyle ve toplumun sosyalist dönüşümü
ihtiyacıyla karşı karşıya kalmak kaçınılmazdır.
Öğrenme ve araştırma merkezleri olduğu varsayılan
üniversiteler, kapitalizmde egemen sınıf ve devletten bağımsız olmaktan
uzaktırlar. Bu nedenledir ki, doğa bilimlerinin diyalektik materyalizme
meyleden bir bilimsel yöntemi hâlâ söz konusu olabilmektedir; ama iş sosyal
bilimlere gelince, kolej ve üniversitelerde formalizmin ve idealizmin en
berbatını bulursunuz.
Bu durum yüksek maaşlı profesör ve akademisyenlerin yerleşik
çıkarlarından bağımsız değildir. Toplumdaki ayrıcalıklı konumlarının,
öğretmekle yükümlü oldukları şeyler üzerinde etki ve yansımaları olması
kaçınılmaz ve açıktır. Kendi görüşleri ve önyargıları, öğrencilerine ve benzer
şekilde tüm okullara taşıdıkları “bilgi”ye nüfuz eder.
Bilhassa burjuva tarihçiler, tüm sosyal bilimciler arasında
en sığ görüşlü olanlardır. Tarihin dün sona erdiğini hayal eden burjuva
tarihçilerin örneklerini kaç kez gördük! İçinde bulunduğumuz İngiltere’de, 17.
18. ve 19. yüzyıllar söz konusu olunca, İngiliz emperyalizminin dehşetini; köle
ticaretine bulaştığını; sömürge halklarının kanla bastırılmasından sorumlu
olduğunu; aynı zamanda kadın ve çocuklar da dahil İngiliz işçilerinin kömür
madenlerinde, pamuk fabrikalarında, vs. en kötü sömürüye maruz kalmasından
sorumlu olduğunu kabul ediyormuş görünürler.
Tüm bu kötülükleri kabul ederler; ama ancak düne kadar. İş
bugüne gelince, İngiliz emperyalizmi birden demokratik ve ilerici kesilir.
Bu tümüyle tek yanlı, tümüyle çarpık bir tarih görüşüdür ve
Marksist yöntemin tam tersidir. Marx ve Engels’in tutumu, toplumsal süreçlere
aynı doğaya baktıkları gibi diyalektik açıdan –gerçekten vuku bulan süreçler
açısından– bakmaktı.
İşçi hareketi içindeki günlük tartışma ve münakaşalarda sık
sık formalist insanlarla karşı karşıya geliriz. Soldaki birçok insan dahi
olaylara, hareket doğrultusunu anlamadan, tamamen katı ve formel biçimde
bakmaktadır.
İşçi hareketinin sağ kanadı ve sol kanadın bir kısmı Marksist
teorinin bir dogma olduğuna, “teori”nin eylemcinin sırtındaki 300 kiloluk yüke
benzediğine ve bu yükten ne kadar çabuk kurtulunursa o kadar aktif ve etkili
olunabileceğine inanmaktadır.
Ama bu, Marksist teorinin tüm doğasının kökten yanlış
anlaşılmasıdır. Aslına bakacak olursak Marksizm dogmanın tam zıddı olup, tam da
etrafımızda gerçekleşen değişim süreçleriyle başa çıkmanın yöntemidir.
Hiçbir şey sabit değildir ve hiçbir şey olduğu yerde durmaz.
Formalistler, toplumu donuk bir fotoğraf gibi görürler ve şeylerin neden ve
nasıl değiştiğini anlamadıkları için karşılaştıkları durumlardan korkabilirler.
Bu türden bir yaklaşımın, değişimin kaçınılmazlığını anlamadan şeyleri
oldukları gibi kabul eden dogmatik bir kavrayışa yol açması kolaydır.
Bu yüzden Marksist teori, işçi hareketi içindeki her türlü
eylem için çok temel bir araçtır. Olayların gelişim yönüne kendimizi odaklamak
için sınıf mücadelesi içindeki çelişkili güçlere karşı sürekli dikkatli
olmalıyız.
Elbette kendimizi kapitalist toplumda egemen olan düşünce
çerçevesinden kurtarıp Marksist yöntemi benimsemek her zaman kolay olmuyor.
Marx’ın dediği gibi bilime giden kestirme bir yol yoktur. Yeni politik
fikirlerle boğuşurken bazen zor yolu denemek zorundasınızdır.
Ama Marksist teorinin tartışılması ve incelenmesi, kesinlikle
her eylemcinin gelişiminin esaslı bir parçasıdır. Öncü işçileri mücadelenin tüm
karmaşası içinde bir pusula ve harita ile donatan yalnızca bu teori olacaktır.
Eylemci olmak her zaman iyi bir şeydir. Ama içine girdiğimiz süreçleri bilinçle
kavramaksızın, pusula ve haritası olmayan bir kaşiften daha etkili olamazsınız.
Ve eğer bilimin yardımı olmadan keşif yapmaya kalkarsanız, ne
kadar enerji dolu olursanız olun, yıllar boyu pek çok eylemcinin maalesef
yaptığı gibi, er ya da geç bir uçuruma veya bataklığa düşüp yok olursunuz.
Bir pusula ve haritanız varsa yönünüzü tayin edebilirsiniz.
Belli bir anda nerede olduğunuzu, nereye gittiğinizi ve nerede olacağınızı
saptayabilirsiniz. İşte Marksist teoriye vâkıf olmamızı gerektiren temel neden
de budur. İşçi hareketi içindeki eylemlerimiz söz konusu olduğunda, Marksist
teori bize kesinlikle paha biçilmez bir eylem kılavuzu sunar.
Bu yazı, diyalektik materyalizmin temel noktalarının
kısa bir özetidir ve Troçki’nin Materyalist Diyalektiğin ABC’sine ek
olarak 1994 yılında kaleme alınmıştır.]