Emperyalist Paylaşım Savaşı Devam Ediyor
Elif Çağlı
“Nefret ederlerse etsinler, yeter ki korksunlar!”
Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra başlayan yeni döneme,
eski güçler ilişkisine göre belirlenen dengelerin altüst oluşu damgasını vurdu.
ABD emperyalizmi için bu dönem, kendini dünyanın tek hegemon gücü olarak kabul
ettirme stratejisiyle biçimlenmektedir. Bu strateji, Amerika’nın askeri gücüne
dayanarak tek kutuplu bir dünya yaratma planlarında somutlanıyor. Oğul Bush’un
şaibeli bir seçimle başkanlık koltuğuna oturtuluşu, bu planların yaşama geçirilmesindeki
önemli halkalardan biridir. 11 Eylül saldırısı sonrasında Amerikan emperyalizminin
şahinleri, “şer kaynakları”nı kurutma bahanesiyle atağa geçmişlerdir.
Amerikan emperyalizminin dünyayı yeniden biçimlendirme saldırısına,
ideolojik alanda da kavramları tersine çevirme kampanyası eşlik ediyor. Örneğin,
Amerika’nın emperyalist saldırganlığının temsilcisi konumunda bulunan Başkan
Bush’un vizyonu, “yeryüzündeki acıları azaltmak ve barışı sağlamak amacıyla
önceden saldırıya geçmek ve gerekirse tek yanlı harekete başvurarak dünyayı
baştan aşağı yeniden düzenlemek” şeklinde sunuluyor. Böylece, emperyalist ölüm
makinelerinin kustuğu dehşetin adı “acıları azaltmak”, savaşın adı “barış”,
işgalin adı “önleyici saldırı” ve nihayet kaosun adı “yeni düzen” oluverdi.
Bush ekibinin emperyalist zorbalığında somutlanan kapitalist
sistem, kitleleri tatlı dille kandırabilmenin artık giderek imkânsızlaştığı
bir tarihsel döneme girmiştir. Bu nedenle emperyalist sistemin egemeni ABD,
kitleleri şoka sokarak ve dehşete düşürerek iktidarını sürdürmeye çalışıyor.
ABD’nin ideolojik aygıtları, gerek içte ve gerekse dışta insanlarda genel bir
korku ve endişe psikolojisi yaratarak onların bilincini felce uğratma ve böylece
kitleleri pasifize etme yolunu tutmuştur. Baş emperyalist, istediği anda milyonlarca
insanın yaşamını sona erdirecek güçte bir savaş düzenine sahip olmakla övünüyor.
Kendisine boyun eğmek istemeyen tüm rakip ya da muhalif güçleri, üstün Amerikan
silah teknolojisiyle tehdit ederek, tüm dünyaya, “benden nefret edin, yeter
ki korkun” mesajını gönderiyor.
ABD’nin silahlanmaya ve savaşlara ayırdığı harcamalar kendisinden
sonra gelen on ülkenin askeri harcamalar toplamından fazladır. Örneğin 2002
yılı için ABD savaş teknolojisine 329,1 milyar dolar ayırırken, bu rakam Rusya’da
65, Çin’de 47, Japonya’da 40,3, İngiltere’de 35,4, Fransa’da 33,6 ve Almanya’da
ise 27,5 milyar dolardır. Üstelik Irak Savaşıyla birlikte ABD’nin savunma harcamaları
360 milyar dolara yükselmiştir bile. Amerikan petrol ve silah tekelleri uzun
bir süredir, kârlarını yükseltmek için piyasada atılım sırasının kendilerine
gelmesini bekliyorlardı. Bu tekellerin yönetim kurullarına çöreklenmiş şahinler
ekibi, dünya kamuoyu oğul Bush’un zekâ düzeyini tartışadursun, onu boş yere
Başkanlık koltuğuna itmediler.
Dünya kapitalist sisteminin hegemonu ABD’nin tutumu, artık iyice
çürüyerek tarihin çöp sepetine doğru sürüklenmekte olan bir toplumsal düzenin
psikolojisini sergiliyor. Yalnızca askeri üstünlüğüne dayanarak dünyaya yeni
biçim verme iddiasına tutuşan bir “imparatorluk”, artık kitleler nezdindeki
inandırıcılığını yitirmiş demektir. Dünya şimdi, tıpkı bir zamanlar çöküş sürecine
girmiş bulunan Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi, haksızlığı ortaya çıktıkça
şirretleşen egemenlerin dehşet krizleriyle karşı karşıyadır. Modern zamanların
Caligulası Bush’un ideologları, Irak’ı alevler içinde kavuran operasyona demek
ki boşuna şok ve dehşet operasyonu demediler.
Irak Savaşı, saldırgan Amerikan tekellerinin hazırladığı dehşet
senaryoları bağlamında sahneye konan “oyun”un ilk bölümüydü. Bu bölümde baş
diktatör, ikincil bir diktatörün uygulamalarını bahane ederek, Irak diye adlandırılan
toprak parçasını işgal etti. Bu bölüm kısa sürdü, perde indi, ama “oyun” devam
ediyor. Şimdi sahne, işgal edilmiş Irak’ta yeniden yapılanma adı altında
yürüyecek olan emperyalist paylaşım kavgasının aktörlerine açılıyor.
Despot “öldü”, yaşasın yeni “despot”!
Irak Savaşı öncesinde işlenen ana tema, bu savaşın ABD’nin askeri
üstünlüğünü tüm dünyaya kanıtlama bakımından bir sınav olacağı şeklindeydi.
Irak, Amerikan emperyalistlerinin Ortadoğu’ya yönelik savaş stratejilerinde
özellikle seçtikleri bir zayıf halkadan ibaretti. Birinci Körfez Savaşı sonucunda
askeri gücünü zaten yitirmiş bulunan ve peşisıra gelen ambargoyla ekonomik bakımdan
da tükenen bu ülkede ordunun fiilen karşı koyacak bir gücü bulunmuyordu. Irak
halkı, savaşın yol açtığı acıların yanısıra Saddam rejiminin baskısı ve açlık
koşulları nedeniyle perişan bir durumdaydı. Örneğin Birinci Körfez Savaşının
başlangıcından beri en az 500 bin çocuk, sivilleri hedef alan emperyalist ambargo
koşulları sonucunda ilaç, yiyecek, gerekli su ve bakımdan yoksun kaldığı için
ölmüştü.
Koalisyon güçleri Irak Savaşı için düğmeye basıp Bağdat’a bombaları
yağdırmaya başladıklarında, uluslararası TV muhabirleri hava saldırısının yoğunluğunu,
“devasa, devasa patlamalar” sözleriyle aktardılar. Kent şok dalgalarıyla sarsılıyor
ve Rumsfeld, Irak liderliğinin teslim olma görüşmeleri yürütmesi için çok sayıda
kanalı açık tuttuklarını belirtiyordu. Amerikan yetkililerinin iddia ettiği
gibi, Saddam ve yönetici ekibi gerçekten ABD ile bir pazarlık yürüttü mü, neler
oldu, neler döndü bilmiyoruz. Fakat herkesin bildiği bir gerçek var ki, Irak
Savaşı kısa sürdü ve ABD’nin yoğun bombardımanı altında boğulan Bağdat, savaşın
yirmi birinci gününde düştü. Koalisyon güçlerinin saldırısına karşı ne Cumhuriyet
Muhafızlarının mücadelesi ne de anlamlı bir başka direniş gerçekleşti. Bu, son
dönemlerde moda olan tabirle adeta bir postmodern savaş gibiydi. Öyle ki, savaş
boyunca tam olarak ne olup bittiğini, kaç kişinin öldüğünü, yaralandığını, sakat
kaldığını ve başta Saddam olmak üzere yenilgiye uğrayan Irak’ın egemenlerinin
akıbetini öğrenmemiz bile henüz mümkün olmadı.
Savaşı kendi çıkarları doğrultusunda dünyaya naklen yayınlayan
Amerikan medya kanalları, Bağdat düştüğünde de olayların gidişatını yine kendi
kurguları temelinde yansıtmayı sürdürdüler. Buna göre, Saddam adlı despottan
kurtulan Irak halkı sevinçten sokaklara fırlamış ve zorba bir diktatörlüğün
simgesi durumunda bulunan Saddam heykellerini birer birer devirmişti. Ardından
halk, müzeler dahil (fakat ne hikmetse ABD askerleri tarafından korunan petrol
bakanlığı gibi stratejik noktalar hariç!) pek çok bakanlığı, konsolosluğu, dükkân
ve mağazaları yağmalamaya koyulmuştu. Tüm bu olaylar dünyaya, ABD ve İngiliz
silahlı güçlerinin doğrudan kontrolü altındaki haber kaynakları tarafından aktarıldı.
Bir dönemin sömürgeci egemeni İngiltere ile modern zamanların baş emperyalisti
ABD elele vermiş, uygarlığın en eski beşiği olan Ortadoğu’nun tarihini adeta
tamamen silmek istercesine bir kültür ve tarih yağmasına girişmişlerdi. Mezopotamya’nın
müzeleri emperyalist tarihi eser kaçakçıları tarafından talan edilirken, ar
damarı çatlamış “beyaz adam”lar bir de bu yağmanın sorumlusu olarak yoksul Irak
halkını suçlamaktaydılar. Böylece Ortadoğu insanını tüm dünyaya “ilkel ve geri
yaratıklar” olarak gösterirlerken, kendilerini de “medeniyetler çatışması”nın
galibi olarak ilan ediyorlardı. Bu olaylar hakkında medya kanallarından sunulan
görüntüler, daha önceden kurgulanmış ideolojik motifleri zihinlere kazımaya
çalışan Amerikan-İngiliz ortak yapımı “filmler”den ibaretti.
Bu filmi biliyoruz, hepimiz izledik! Hatırlayın, filmin başlangıcında
Batılı general Iraklıların kendilerini çiçeklerle karşılayacağını açıklar. Fakat
filmin sonuna doğru aynı general, Saddam rejiminden ne denli nefret ederse etsin
halkın kendilerine “kurtarıcı” olarak değil de “işgal gücü” olarak baktığını
görür. Ve bu gerçeği dünya kamuoyundan gizleyebilmek amacıyla, günlük yevmiye
karşılığında Amerikan askerlerine gülümseme rolü verilen bazı Iraklı figüranlar
Bağdat sokaklarına dizilir. Filmin adı “Yalan İmparatorluğu”dur!
Gerçek olan şu ki, Irak’ta Baas rejiminin başı olan zorba despot
Saddam devrilmiş, fakat bu kez de ABD emperyalizminin o bölgede uzun süre devam
ettirmeyi planladığı bir işgal ve zorbalık dönemi başlatılmıştır. Koalisyon
güçlerinin başı Bush ve Blair ikilisi, bu sonucu tüm dünya halklarına “Irak’ta
özgürlük döneminin başlatılması” biçiminde yutturma çabası içindedirler. Onlar
Irak halkının emperyalist işgale karşı anlamlı bir direniş sergileyememesini,
bu yalanlarını pekiştirmenin bahanesi olarak kullanmak istiyorlar. Oysaki bu
durum tamamen, Ortadoğu ülkelerinin yakıcı gerçekliği olan despotik diktatörlüklerin
karakteriyle ilişkilidir. Uzun bir tarihi dönem boyunca siyasal yaşamdan uzakta,
giden ve gelen eli sopalı diktatörlerin baskısı altında bilinçsiz ve örgütsüz
durumda gerilere itilmiş halk kitlelerinin, bir anda inisiyatif üstlenip kendi
kaderlerini belirlemek üzere öne atılmaları olanaklı değildir. Öte yandan, her
türlü muhalefeti yasaklayarak ve kitleleri korkutup sindirerek egemenliklerini
sürdüren diktatörler de, bir gün “son an” gelip çattığında, aslında kendilerini
destekleyen tek bir kişinin bile olmadığını görürler. Bu nedenle, bir zamanlar
Saddam’ın etrafında kuş uçurtmayan Cumhuriyet Muhafızları da dahil, Bağdat düşerken
kimselerin eski rejim için esaslı bir direniş sergilememiş olmasının şaşılacak
bir yanı yoktur. Ayrıca da Saddam gibi despotların, kendi kellelerini kurtarabilmek
için “şeytan”la pazarlığı bile göze alabildiklerini tarih onlarca kez kanıtlamıştır.
Bağdat’ın düşüşünü takiben emperyalist ideolojik saldırının
en önemli unsurunu, Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla ve birbiri ardı sıra çöken
bürokratik rejimlerin akıbetiyle çağrışımlar yaptırmak oluşturuyor. Tıpkı o
dönemde olduğu gibi bu kez de Ortadoğu’daki despotik diktatörlüklerin çöküşünü,
Marksizme ve sosyalizme hücumun bahanesine dönüştürmeye çalışıyorlar. Emperyalist
ideologlar, Ortadoğu’daki rejimleri bir zamanların Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki
bürokratik yapıyla özdeşleştirip, yanına bir de “sosyalizm” ibaresi ekleyerek
sunmaktan medet umuyorlar. Ortadoğu’daki despotik diktatörlüklerin sosyalizmle
en ufak bir ilişkisinin olmaması bir yana, geçmişte Sovyetler Birliği ekseninde
oluşmuş bulunan bürokratik rejimlerin de tıpatıp benzerleri değildirler.
Bir zamanlar Stalinist ideologlar Ortadoğu ülkelerindeki sosyo-ekonomik
yapıyı, kapitalist olmayan kalkınma yolu diye adlandırıp lanse ederlerdi.
Oysa bu ülkeler, tarihsel uzantısı oldukları Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya
kapitalizminin etkisiyle çözülüş sürecine benzer özellikler taşır. Bu tür süreçlerdeki
temel özellik, kapitalist sistemden kopulması değil, tam tersine geçmişteki
asyatik-despotik yapılanmadan kaynaklanan nedenlerle dünya kapitalist sistemine
entegrasyondaki gecikmedir. Bu tip ülkelerde kapitalist gelişme çizgisi, Batı’daki
klasik kapitalist gelişme sürecinden tamamen farklıdır. Tarihi geçmişleri itibarıyla
asyatik bir yapılanmaya dayanan ülkelerde, eski despotik devlet ve buna bağlı
eski egemen devlet sınıfı yıkılmaksızın, kapitalizme açılan süreçte devlet
doğrudan ve çok ağırlıklı bir rol üstlenmiştir. Bu ülkelerde kapitalist gelişme
sürecinde yaşanan yoğun devletçilik olgusu, sosyo-ekonomik yapıya hantal ve
alabildiğine bürokratik bir devlet kapitalizmi niteliği kazandırmıştır. Özetle,
bir yandan bu ülkelere özgü bir kapitalistleşme süreci ilerlerken, diğer yandan
geçmişin uzantısı olan despotik diktatörlük tipindeki bir devlet örgütlenmesinin
varlığını sürdürmesi, asyatik geçmişe sahip bu bölgenin yoğun çelişkilerle kıvranmasının
temel nedenidir.
Emperyalistlerin bugün Ortadoğu’daki diktatörlüklerin despotik
özelliklerinden hareketle sosyalizme kara çalmaya uğraşmaları, tam da “Yalan
İmparatorluğu”nun akıl hocalarından beklenebilecek bir tutum. Ne var ki Saddam’ın
devrilişinden hareketle, tarihte benzer akıbeti paylaşmış diktatörlerin bir
sıralamasını yapmaya koyulan burjuva ideologların atladıkları çok ama çok önemli
bir husus var. Yaşamdaki gerçekler, yıkılan diktatör heykellerine bakıp masallar
uydurmakla ortadan kaldırılamaz. Emperyalistler, yıkılan diktatörler propagandasını
Saddam’la başlatıp Lenin’le bitirmeye boş yere uğraşadursunlar. Ama şunu da
bilmeliler ki, tüm yaşamı boyunca asyatik despotizmden nefret etmiş ve her tür
zorba diktatörlüğe karşı amansız bir mücadele yürütmüş Lenin gibi devrimci Marksist
önderleri, yıkılan bir heykele indirgemeye asla güçleri yetmeyecektir.
Eğer Saddam gibi despotların devrilişi nedeniyle, illâ da aynı
çizgi üzerinde yer alan diktatörlerin bir sıralaması yapılacaksa seçilmesi gereken
isimler bellidir. Kelimenin tam bilimsel anlamında despotik olmasalar da, günümüzün
en başta gelen emperyalist diktatörlerini temsilen oraya Bush ve Blair’in isimlerini
eklemek uygun olacaktır. Ve işçi sınıfının ilerleyen tarihi bir gün mutlaka
bu zorbaların yıkılışını da yazacak. İşin daha da güzel tarafı, emperyalist
egemenlerin tarihin çöp sepetine gönderilişiyle birlikte, yeryüzündeki tüm modern
“despotlar” dönemi, her türlü sınıf sömürüsü ve zorbalığı sona erecek!
Emperyalistlerin Ortadoğu’yu yeniden yapılandırma ihtiyacı
Emperyalist güçler için Ortadoğu, yalnızca silah ve petrol tekellerinin
çıkarları bakımından değil, bunun da ötesinde kapitalist sistemin durgunluktan
çıkartılabilmesi için genelde yeniden biçimlendirilmesi gereken bir alandır.
Sovyetler Birliği’nin varlığı döneminde iki süper güç arasındaki denge durumundan
doğrudan etkilenen bu bölge, kapitalist sisteme tam anlamıyla entegre olamamıştır.
Ortadoğu ülkeleri emperyalist tekeller tarafından kârlı ve emniyetli bir yatırım
alanı olarak görülmemiştir. Uzun yıllar boyunca emperyalist güçler buralara
neredeyse yalnızca bir petrol kaynağı ve silah pazarı olarak bakmıştır.
Oysa kapitalist sistemin 1974’lerde açığa çıkan ve o günlerde
“petrol krizi” olarak adlandırılan uzun dönemli tıkanıklıklarını aşabilmesi
için, bu bölgenin de bir bütün olarak kapitalist yatırımlara elverişli hale
getirilmesi gerekiyordu. Ne var ki bölge ülkeleri üzerinde Sovyetler Birliği
etkisinin devam ettiği ve bu etki nedeniyle Arap ülkelerine has despotik diktatörlüklerin
varlıklarını sürdürebildiği koşullarda bu mümkün değildi. Kapitalist tekeller,
herhangi bir bölgede önemli yatırımlara girişmek için kendi kontrolleri altında
tutabilecekleri siyasal yapılanmalar ve bu doğrultuda bir siyasal istikrar ararlar.
Oysaki Sovyetler Birliği döneminde, Mısır, Suriye ya da Irak örneklerinde olduğu
gibi, emperyalist güçlerle doğan sürtüşmelere bölgenin en önemli gelir kaynağı
olan petrol ve diğer doğal kaynakların devletleştirilmesiyle yanıt verildi.
Bölge ülkelerinde uzun yıllar boyunca egemen olan rejimler,
içe dönük bir devletçilik ve genelde petrol gelirleri üzerinde yükselen bir
hanedan egemenliği sistemiyle varlıklarını sürdürdüler. Sonuçta, bu tür bir
yapılanmadan kaynaklanan atalet nedeniyle giderek bir gerileme sürecine girdiler.
Bu ülkelerde yaşanan ekonomik düşüş ve durgunluk şaşırtıcı boyutlardadır. Örneğin
Ortadoğu’nun en zengini olan Suudi Arabistan’da kişi başına düşen milli gelir
1980’den bu yana yüzde 60 azalma göstermiştir. Ortadoğu ülkelerinde işsizlik
muazzam boyutlara varmakta, bölge halkları giderek daha da yoksullaşmaktadır.
Arap dünyasının despotik-devletçi yapılanması içinde kamu fonları gerçekte hiçbir
faydası olmayan kamu inşaatları, yararsız malzeme alımları ya da işlevsiz yolların
yapımı için israf edilmektedir. Petrol dolarları bu ülkelerde ekonomik
kalkınmayı güçlendirecek yatırımlara dönüşememekte, egemen hanedanların ve devlet
adamlarının yurtdışındaki özel hesaplarını şişirmeye yaramaktadır. Kendi egemenliklerini
sürdürmek amacıyla emekçi kitleleri uzun yıllar boyunca en geri koşullarda tutan
iktidarlar, sağlık ve eğitim sistemini geliştirmediler. Halkı pasifize edebilmek
amacıyla yıllardır din faktörünü kullandılar. İşlerine geldiği zaman, Batı karşıtı
bir söylemin egemen olduğu irili ufaklı pek çok radikal İslam örgütünün önünü
açtılar.
İşte bu tür yapılanmalar, artık dünya kapitalist sistemi açısından
da tıkanıklık yaratan ve eninde sonunda tasfiye edilmesi gereken rejimlerdir.
Ortadoğu bölgesinde uzun yıllar boyunca egemenliğini sürdürmüş olan bu yapılanmalar,
Marksistler açısından önemli bir gerçeğe bir kez daha işaret ediyor: Despotik
diktatörlük tarzında örgütlenmiş bir devlet egemenliği altında gerçekleşen devletleştirmelerin,
işçi sınıfına ve emekçi kitlelere sağladığı bir yarar olmamıştır. Tam tersine
böylesi rejimlerde devlet mülkiyeti, onu kontrol eden yönetici sınıfın ya da
hanedanın zorba iktidarını güçlendirmekten öte bir anlam ifade etmez. Örneğin
Irak’ta Saddam yönetimi altında geçen 25 yıl içinde Irak halkı gün be gün daha
da yoksullaşmış, kişi başına milli gelir 10 bin dolardan bin doların altına
düşmüştür.
Emperyalist tekellerin Ortadoğu bölgesinde harekete geçmeleri
için Sovyetler Birliği’nin çöküşünü beklemeleri gerekiyordu. Nasıl ki Sovyetler
Birliği’nin hegemonya alanında kalan Doğu Avrupa ülkelerinin kapitalist sisteme
entegrasyonu için sözde sosyalist blokun tasfiyesi gerekli olmuşsa, aynı şey
bir bakıma Ortadoğu ülkeleri için de geçerliydi. Yine emperyalist güçler, Sovyetler
Birliği’nin çöküşü döneminde Doğu bloku ülkelerine yönelik seferberliği nasıl
ki bir “özgürleştirme ve demokratikleştirme” motifiyle yaldızlamışlarsa, Ortadoğu
için de benzer bir hazırlık süreci yürütüldü. Nitekim BM’nin bölgenin gelişimine
ilişkin 2002 yılı raporunda, “Latin Amerika’nın büyük kısmını 1980’lerde, Doğu
Asya’yı, Doğu Avrupa’yı ve Orta Asya’yı ise 1990’larda dönüştüren demokratikleşme
dalgası Arap ülkelerine daha yeni ulaşmaya başlıyor” denilmektedir.
Fakat Irak Savaşıyla başlatılan süreçte farklı olan bir yön
varsa, o da şudur: Ekonomik durumunun kötüleşmesi nedeniyle paniğe kapılan ABD,
askeri üstünlüğüne dayanarak hegemonyasını en kısa sürede yeniden kanıtlamak
ve dünyaya kabul ettirebilmek istedi. Bu nedenle de, Ortadoğu’ya yönelik seferberliği
son derece pervasız ve patavatsız bir üslûp eşliğinde alelacele yürürlüğe koydu
ve rakip güçleri de dışlamış oldu. Yoksa Irak Savaşı karşısında ABD’ye destek
vermeyen Almanya-Fransa blokunun ya da diğer emperyalist-kapitalist güçlerin
bölgeye yönelik emelleri hiç de Amerikan emperyalistlerinden farklı değildir.
“Yedi Kız Kardeş” işbaşında
ABD’nin bölgeye yönelik en somut beklentilerden biri de kuşkusuz
petrol üretiminin ve petrol fiyatlarının kontrol altına alınmasıdır. Ekonomik
kriz koşulları nedeniyle ucuz enerji temini ve dolayısıyla Ortadoğu petrolünün
ABD ekonomisinin çıkarları doğrultusunda kullanılabilmesi, ABD tekelleri açısından
yaşamsal bir beklentidir. Ve o bakımdan Irak Savaşı, dünya kamuoyu tarafından
bir “petrol savaşı” olarak görülmekte, Amerikan emperyalistleri açıkça petrol
yağmacısı bir işgalci güç olarak nitelenmektedir. Powell bu doğrultuda yükselen
sesleri bir ölçüde dengelemek amacıyla, aslında kurt masalındaki kandırmacada
olduğu gibi ucuz bir yalandan medet umuyor. “Eğer işgalci güç biz olursak, Irak’ın
petrol alanları Irak halkının çıkarları için kullanılacak” diyor Powell.
Oysa asıl amaç, Saddam döneminde Rus, Çin ve Fransız şirketleriyle
yapılan petrol anlaşmalarını iptal etmek ve Irak petrolünün üzerine oturarak
OPEC’i sıkıştırmak ve diğer petrol üreticisi ülkeleri de sırayla tehdit edebilmektir.
Unutmayalım ki, Irak Savaşı öncesinde Rus petrol şirketi Lukoil Irak’la anlaşmıştı
ve Çin devlet şirketi de savaştan birkaç ay önce anlaşmak üzereydi. ABD Dış
İlişkiler Konseyinin hazırladığı bir rapora göre, dünyanın ikinci büyük petrol
rezervlerine sahip Irak’ta petrol sektörünün canlandırılması sonucunda petrol
üretimini günde yaklaşık 2,5 milyon varilden 4,2-6 milyon varile çıkarmak mümkün
olabilecektir. Ancak bu miktarın bile, Suudi Arabistan’ın günde 8 milyon varili
geçen üretimine yetişemeyeceği açıktır ve işte bu yüzden ABD’nin hedef tahtasında
Suudi Arabistan da yer almaktadır.
Amerikan Newsweek dergisi, savaştan en kârlı çıkacak olanın
“Yedi Kız Kardeşler” diye anılan ABD’li ve Britanyalı petrol şirketleri olacağını
yazıyor. Böylece, aralarında ExxonMobil, ChevronTexaco, Shell ve BP gibi petrol
devlerinin yer aldığı bu şirketler 40 yıl önce Irak petrollerinin devletleştirilmesi
sonucunda ellerinden alınan imtiyazlarına yeniden kavuşmuş olacaklar. Bu şirketlerin
yeni Irak hükümetiyle üretim paylaşım anlaşması yapacağı, petrol yataklarına
ortak olup her türlü muafiyetten yararlanacağı belirtiliyor. Kısacası emperyalist
petrol tekelleri, petrol yataklarının hisselerine ortak olacak, petrol kaynakları
tükenene kadar ulusal vergi, çevre yasaları gibi ulusal yasalardan muaf tutulacak.
Irak Savaşını yürüten Amerikan ve İngiliz emperyalistleri, savaştan sonra girişecekleri
yeniden inşa adlı paylaşımda, parsanın büyüğünü asla rakip emperyalist
güçlere kaptırmak istemiyorlar. Enerji, iletişim, ulaşım ve diğer altyapı ağlarını
yeniden kurmak üzere milyarlarca dolara varan ihalenin en büyük payının Amerikan
kökenli şirketlere verileceğine kesin gözüyle bakılıyor. Hatta bu nedenle İngiliz
ortak bile biraz burulur gibi olmaktadır.
Koalisyonun şimdi Irak’ta sorumluluklarını tek başına yerine
getirmesinin kolay olmayacağı ifade ediliyorsa da, bu tür açıklamalar yalnızca
savaş sonrası gerilim düşürme taktikleri meyanındadır. Nitekim Bush ve ekibi,
BM’ye “hayati figüran” rolünün verileceğini, diğer ülkelerin gıda, ilaç, yardım
ve geçiş yönetimi için isimler önermek gibi katkılarda bulunabileceğini söyleyerek
dalgasını geçiyor. Amerika’nın saldırgan emperyalistlerinin açık sözlü ideologlarından
Richard Perle, “BM iyi ki çöktü, bizim elimizde nasıl olsa kendi bildiğimiz
gibi kullanacağımız NATO var” yollu açıklamalar yapıyor. Özetle dünyadaki gerçek
durum, emperyalist güçler arasında kızışacak bir it dalaşına işaret etmektedir.
Fransa, Almanya, Belçika ve Lüksemburg, Brüksel’de topladıkları bir mini zirvede,
Avrupa savunmasını güçlendirmeyi ve 2004’ten geç olmamak kaydıyla acil müdahale
gücü için bir karargâh kurulmasını kararlaştırdılar. ABD, Almanya başta olmak
üzere Batı Avrupa ülkelerindeki NATO birliklerini artık Doğu Avrupa ülkelerine
kaydırmanın hazırlıklarını yürütüyor. AB içine ABD’nin Truva atları olarak sokulan
bu “yeni gözde”lerin, Ortadoğu’ya ve Afrika’ya yönelik operasyonlar için elverişli
olduğu düşünülmektedir. Ayrıca, Akdeniz’deki Amerikan varlığının da Batı Afrika’ya
kaydırılması planlanıyor. Emperyalist sistemin tartışmasız patronu olarak kalma
sevdasıyla ABD tarafından yeniden biçimlendirilen dünyamız, böylece ne kadar
da “düzenli”, ne kadar da “özgürlük” ve “demokrasi” dolu bir gezegen oluyor,
sormayın gitsin!
ABD ideologları Amerikan tekellerini yıkıcı değil “yapıcı” bir
güç olarak gösterebilmek amacıyla, II. Dünya Savaşı sonrasından örnekler vermektedirler.
Bir ABD müsteşarı, ülkesinin diğer uluslardan çalmadığını, bu savaşın ABD için
bir gelir elde etme aracı olmadığını ve olamayacağını söylüyor. “Almanya ya
da Japonya’yı yağmalamadık; tam tersine, bu ülkelerin yeniden inşa edilmesine
yardım ettik” diyor. Müsteşar, Başkan Bush’un sık sık “arkamızda işgal orduları
değil, anayasalar ve parlamentolar bırakıyoruz” dediğini hatırlatıyor. Bugün
Irak, general Franks adlı “genel vali” tarafından yönetilen bir Amerikan eyaleti
gibi görünse de, vaktiyle Japonya’da general MacArthur yönetimini takiben olduğu
gibi ya da günümüzde Afganistan’da Karzai hükümetiyle yaptıkları gibi, çeşitli
Iraklı kesimlerden devşirilen bir yönetim oluşturabilirler. Irak’ta veya Ortadoğu’da
suların kısa vadede durulması mümkün değilse de, nihayetinde bu gelişmeler tam
da kapitalizmin emperyalist yayılmacılık aşamasının özellikleridir. Kapitalizmin
emperyalist aşamasında uluslararası alanda yayılmacılık ve sömürü, işte böyle
“anayasalar, parlamentolar”, “yeniden inşa yardımları” biçiminde yürüyor. Ve
II. Dünya Savaşından bu yana emperyalist-kapitalist sistemin hegemon gücü ABD
tüm bu emperyalist yayılmacılıktan hiç mi hiç gelir elde etmiyor, yaptığı her
şeyi dünya hayrına yapıyor vallahi!…
Bir, İki, Üç, daha fazla “Filistin”!
Ortadoğu’nun gerçeğini yakından bilen yorumcular, ABD’nin Irak’a
tam anlamıyla yerleşeceğini söylüyorlar. Doğrudur, Birinci Körfez Savaşını bahane
ederek Körfez bölgesine askeri güçlerini yığan ABD, aradan geçen yıllar içinde
oralardan çekilmiş değildir. ABD’nin Arap denizi ve topraklarında çeşitli üsleri
bulunmaktadır. Şimdi Irak, işgalci Yankiler için baştanbaşa bir askeri üsse
dönüştürülmüş gibidir. Irak yönetimi Amerikalı generalden alınıp, Amerikancı
bir Irak hükümetine devredilse bile, Koalisyon güçlerinin niyeti Irak’ı diğer
“şer ülkeleri”ne saldırıda bir üs olarak kullanmaktır. Irak Savaşının sonucunda
bölgeye yerleşme planlarını yürüten ABD emperyalistlerinin amaçlar seti içinde,
Suriye, İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerde de siyasal rejim değişikliklerinin
gerçekleştirilmesi ve buralarda da yeniden yapılanma çalışmalarının başlatılması
yer alıyor. Bu nedenle Bush ekibi 11 Eylül sonrasında “şer ülkeleri”ne karşı
savaş ilan ederken, daha en baştan bu savaşın uzun süreceğini belirtmişti. Nitekim
daha Bağdat düşer düşmez, Koalisyonun savaş kurmayı, Suriye, İran, Suudi Arabistan
gibi ülkelere yönelik saldırıların hazırlıklarını yürütmeye koyuldu bile. Emperyalist
saldırılara ilginç isimler icat etmekte uzmanlaşan ABD ideologları, bu kez Ortadoğu’daki
saldırı planlarını demokratik domino tezi olarak adlandırıyorlar. Bir
taşla birkaç kuş vurmaya niyetlenen emperyalist uzmanlar, böylece bir yandan
Irak’ın yenilgisini örnek gösterip diğer ülkeleri de direnişsiz bir teslimiyete
zorlarken, öte yandan Baas tipi baskıcı rejimlerden sıtkı sıyrılan Arap halklarının
beynini bir “demokrasi harekâtı” masalıyla yıkıyorlar.
Egemen emperyalist güçler tarihleri boyunca böl ve yönet
taktiğini izlediler. Ortadoğu’nun parçalanmış yapısı, Kürt sorunu ya da Filistin
sorununun bir türlü çözüme kavuşmaması, Anglo-Amerikan emperyalistlerinin bu
bölgede halkları birbirine karşı kışkırtma ve dövüştürme planlarının neticesidir.
Şimdi bu emperyalistler, Ortadoğu bölgesinde Kürt sorununa ve Filistin sorununa
da kendi planları çerçevesinde çözüm getirme iddiasındalar. Bölgenin karmaşık
güçler dengesi nedeniyle bu planların ne ölçüde yürütülebileceği başlı başına
bir sorundur. Ne var ki, askeri üstünlük nedeniyle kozları ellerinde tuttuklarına
güvenen Amerikan egemenleri çeşitli yol haritaları çizmekle meşguller.
Bunların başında Filistin-İsrail sorununun Amerikancı çözümü için belirlenmiş
olan “yol haritası” geliyor. Bu “harita”, bölge halklarına dayatılan emperyalist
çözümlerin ne anlama geldiğini açıkça sergileyen bir örnektir. Filistin sorununa,
ABD egemen çevrelerinin doğrudan uzantısı konumundaki İsrail büyük burjuvazisinin
istemleri doğrultusunda müdahale edilmek isteniyor. Bugün Irak’ta siyasal rejimin
yeniden yapılanması bağlamında kendilerine bir misyon yüklenen Kürt gruplarını
gelecekte bekleyen akıbet de asla belli değildir. Ortadoğu’da sorun çözmek adına
her seferinde yeni çözümsüzlükler yaratan emperyalist güçlerin bölgeye müdahalelerinin
sonucunda, Lübnan’da yıllarca yaşanan kanlı kaosu unutmayalım. Keza “Oslo Anlaşması”
gibi emperyalist dayatmaların pratikte işlemediği ve Filistin halkının uzun
yıllardır inanılmaz bir çile çekmekte olduğu da aşikârdır.
Bu gerçekler ışığında, aslında ABD emperyalizminin yürütmekte
olduğu uzun vadeli savaş planıyla bölgede daha fazla “Filistin” yaratmaya hizmet
ettiği söylenebilir. Emperyalist tekellere, kapitalist pazarı geliştirmeye elverişli
çözümler gerekiyorsa da burası Ortadoğu’dur. Ve büyük güçler arasındaki paylaşım
kavgasını noktalayıp istikrar getirmek hiç de kolay değildir. Ortadoğu tarihinin
büyük bir kısmına doğal kaynakların egemen güçler tarafından paylaşılması için
yapılan savaşlar damgasını basmıştı. Bu bölgede bir zamanlar bakır ve kalay
uğruna yapılan savaşlar bugün petrol uğruna yapılmaktadır ve gelecekte de su
kaynaklarının paylaşılması için yapılacağı söyleniyor. Bu bakımdan, kapitalist
sistem varlığını sürdürdükçe Ortadoğu’nun savaştan kurtuluş umudu yok gibi.
Emperyalist ideologların, bölgedeki işgali takiben bir pax-Americana çağının
başlatılacağı yolundaki propagandaları kocaman bir palavradan ibaret. Irak’a
ya da Ortadoğu’ya barış ve özgürlük, ancak işçi sınıfı ve emekçiler bu uğurda
savaşırlarsa gelebilir.
Türkiye gözden mi düşüyor?
Değişen dünya dengeleri bağlamında Türkiye’nin yerinin ne olacağı
bir türlü netleştirilemeyen bir sorun oldu. Büyük sermaye çevreleri için AB
ilişkileri önemlidir, zira Avrupa ülkeleriyle varolan ticari ve ekonomik ilişkilerin
daha da güçlendirilmesini arzuluyorlar. ABD ile ilişkiler de Türkiye burjuvazisi
için gözardı edilmesi mümkün olmayan stratejik bir boyuta sahiptir. Ayrıca da
ABD, zaten her türlü denklemin içinde kaçınılmazlıkla yer alan bir süper güçtür.
Bu faktörlere ilâve olarak, Türkiye coğrafi olarak Rusya, Ortadoğu, Kafkasya
ve Balkanlar gibi, her an emperyalist güçler arasındaki yeni çekişmelerin mayalandığı
büyük bir alanın tam göbeğindedir. Böylesi hassas bir konuma sahip bulunan Türkiye’de
egemen burjuvazi, “yeni dünya düzeni”nde Türkiye’nin yerinin artık belli olacağı
yolunda erken ve mesnetsiz umutlara kapıldı.
AKP hükümetinin kurulmasını takiben bir iyimserlik havası yaratılmıştı.
ABD desteğiyle AB yolunda ilerlemek mümkün olacak, ayrıca da Türkiye çevresini
kuşatan geniş alanda yürüyen emperyalist paylaşımda daha fazla söz sahibi olabilecekti.
Gerçi AKP hükümetinin, Türkiye’nin geleneksel iktidar odağı asker-sivil bürokrasi
tarafından hazmedilememesi her an bir siyasal kriz potansiyeli taşıyordu. Yine
de bu tutucu çevrelerin bile, artık büyük sermayenin AB ve ABD ile iyi ilişkiler
stratejisine tam destek vereceği ve böylece Türkiye’nin önünün açılacağı düşünülüyordu.
Ayrıca ABD de, Arap ülkeleri nezdinde kendi planlarına daha meşru bir zemin
yaratma hesabıyla, Türkiye’yi bölge ülkelerine ılımlı Müslüman bir iktidara
sahip örnek ülke olarak pazarlamaktaydı. ABD savaş cephesinin, stratejik ortak
ilan edilen Türkiye’den beklentileri büyük gibi görünüyordu. Fakat hatırlanacağı
gibi, işler hiç de daha önceden kâğıt üzerinde planlandığı biçimiyle yürümedi.
ABD emperyalistlerinin son dönemdeki değerlendirmelerine göre,
Türk Ordu kurmayı ve AKP hükümeti, gerek savaş öncesinde ve gerekse de savaş
esnasında büyük ortağın kendilerinden beklediği görevleri yerine getirmediler.
Bu gerilim kamuoyuna tezkere tartışmaları ya da para pazarlığı
biçiminde yansıtılmış olsa da, derinde yatan asıl neden kuşkusuz ki Kuzey Irak’ta
bağımsız bir Kürt devletinin kurulması konusudur. Bu konuda, başta Ordu kurmayı
olmak üzere Türkiye’deki geleneksel iktidar odağının ABD planıyla uyuşabilmesi
mümkün değildir. Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız bir Kürt devletinin, Türkiye
Kürdistanı’nda yaşayan Kürt halkı için de bir örnek teşkil edeceği düşüncesi
Türk asker ve sivil bürokrasisi için ezeli ve ebedi bir korku kaynağıdır. Oysa
uzun süredir globalleşmeyi savunan Türk büyük sermaye çevreleri ise, artık önlerinde
engel oluşturduğunu düşündükleri Kıbrıs ve Kürt sorununda çözümsüzlükte ayak
direyen geleneksel devlet güçlerinin resmi tezlerinden bıkıp usanmışlardır.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca, komünistlere, Kürtlere ve dindar insanlara
karşı neredeyse bir işkence aracı olarak kullanılan resmi devlet ideolojisi
Kemalizmin, Türkiye kapitalizminin dışa açılma sürecini baltalayan bir unsur
haline geldiği artık emperyalist birliklerin raporlarında açıkça dile getirilmektedir.
Irak Savaşı döneminde Türkiye’de generaller, ABD’nin hoşnutsuzluğuna
aldırmaksızın Kuzey Irak’a yönelik bağımsız tavırlar sergilemeye kalkıştılar.
Halbuki Türk Genelkurmayı, NATO dolayımıyla ABD emperyalistlerine göbekten bağımlıdır.
Fakat Türkiye’nin stratejik konumunun artık vazgeçilmez olduğu düşüncesinden
hareketle, kendilerini bir anda dev aynasında görerek ABD’ye kafa tutmak istediler.
Ve işte böylece, ABD-Türkiye ilişkilerinin giderek bozulduğu bir dönemi de başlatmış
oldular. Emperyalist güçlerin, hegemonya tesis ettikleri Ortadoğu benzeri bölgelerde,
Türkiye ya da İran gibi görece yayılma potansiyeli taşıyan ülkelerin kendi başlarına
işler çevirmesine asla tahammülleri yoktur. Nitekim bugün ABD egemenlerinin
gözü Türkiye ve İran’ın üzerindedir.
Türkiye’de geleneksel milliyetçi devlet güçlerinin Kıbrıs ve
Kürt sorununda TÜSİAD gibi büyük sermaye örgütlerinin siyasi çözüm önerilerini
kaale almaksızın bildiğini okumaya devam etmesi, çok uzun bir süredir Türkiye
siyasi yaşamını kilitliyor. Aslında başlangıçta büyük iş çevreleri tarafından
da memnuniyetle karşılanan AKP hükümetinin çok kısa vadede yıpranmasının esaslı
nedeni de işte yine bu sorundur. Bu sorun çözümlenmediği sürece, büyük burjuvazinin
AB ve ABD nezdinde Türkiye’ye kazandırmak istediği ekonomik önemin ve stratejik
rolün yeşertilmesi de mümkün olmayacaktır. Bunun en çarpıcı örneklerinden birini,
Türkiye’nin enerji yolları bakımından taşıdığı önemin şimdi tartışmalı bir duruma
sürüklenmesi oluşturuyor. ABD nasıl ki Irak Savaşı sırasında, aslında Türkiyesiz
de işlerini pekâlâ yürütebileceğini göstermek üzere bir “B” planını yürürlüğe
koymuşsa, enerji yolları konusunda da Türkiye’nin öneminin artık azalmakta olduğunu
kanıtlamak isteyen alternatif planlar mevcuttur. Örneğin, Kuzey Irak’ta kurulması
muhtemel bir Kürt devletiyle, yine Türkiye’nin burnunun dibinde yer alan Ermenistan
arasında Türk devletinin enerji politikalarına alternatif yeni yollar yaratılmak
isteniyor. Buna ek olarak, Kıbrıs’ın AB kontrolüne geçmiş olması nedeniyle Türk
askeri gücünün artık Akdeniz’de etkisini kaybedeceği söylenmektedir. Tüm bu
olasılıklar büyük sermaye çevrelerinin moralini fena halde bozuyor. Bu çevreler
ABD ile ilişkileri bozmaksızın AB kartını iyi kullanmaktan yana tercih sergilerken,
geleneksel iktidar gücü Ordu sözcüleri ise zaman zaman İran ve Rusya ile yakınlaşma
biçiminde alternatifler dillendiriyorlar.
ABD emperyalistleri Irak örneğini gösterip Ortadoğu bölgesinde
kendilerine itaat etmeyen Arap devletlerini nasıl tehdit ediyorlarsa, Türkiye’ye
karşı kullanılan üslûp da giderek sertleşmektedir. ABD egemenleri, Türkiye’nin
kendilerinden bağımsız olarak bölgede böbürlenmeye ve büyüklenmeye cüret etmesine
asla göz yummazlar. Hatırlayalım, Ankara Koalisyon güçlerine bağlı askeri birliklerin
Türkiye topraklarından geçişine izin vermezken, Kürtlerin Kuzey Irak’ta bağımsız
bir devlet kurmasını engellemek amacıyla Türk birliklerini her an bölgeye sevk
edebileceği mesajını vermişti. Irak’taki yeni yapılanmada şimdi Kuzey Irak’taki
Kürt gruplarını “stratejik ortak” olarak yanına alan ABD yetkilileri, başta
Ordu kurmayı olmak üzere Türk egemenlerine haddini bildirmeye kararlıdır. ABD
Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, “tezkere tartışmaları sırasında Ordu
liderlik rolüne sahip çıkmalı ve ABD’nin desteklenmesini açıkça öğütlemeliydi”
diyor. Wolfowitz’in son açıklamalarında örneklendiği üzere, Amerika Türk Genelkurmay
Başkanını bile azarlamaktan çekinmemekte, Türk devlet güçlerine haddini hududunu
bildirmek üzere ekonomik yaptırımlardan siyasi tehditlere ve askeri anlaşmazlıklara
dek her aracı kullanmaktadır. Irak Savaşı öncesinde ABD’nin stratejik ortağı
olmakla övünen ve ABD askeri güçlerinin Türkiye’deki Amerikan üslerinde rahat
rahat savaş hazırlığı yürütmesi için çırpınan generallerin bugünlerde süngüsü
düşmüş gibidir. Kürt sorunu gündeme getirildiğinde “aslan” kesilen Ordu kurmayı,
ABD Türkiye’nin artık gözden düştüğünü kanıtlayabilmek için İncirlik Üssünden
bile çekilebileceğini açıkladığında, bu tutumun ikili anlaşmalara aykırı olacağını
söyleyerek burada kalmaları için adeta Amerika’ya yalvarıyor.
Bir yandan AB ile bozulan ilişkiler, öte yandan büyük biraderin
arkası gelmeyen tehditleri nedeniyle Türkiye adeta bir içe kapanma sürecine
sürüklenmektedir. Bu ortamda tutucu devlet güçleri, içte siyasal tansiyonu yükseltiyorlar.
Onlar yeniden, alıştıkları yegâne yönetim biçimi olan baskı politikasına gerekçeler
döşemekteler. AKP hükümetiyle geleneksel devlet güçleri arasındaki ilişkiler
her an büyük bir siyasal krizi patlatacak ölçüde gerginleşmektedir. Kendisinden
önceki benzer partilerin iktidardan düşürülmesi ve kapatılması örneklerini hatırlayan
AKP kurmayları tansiyonu düşürmek için tavizler veriyorlar. Ama Türkiye’de devlet,
icabında bir anayasa kitapçığını ya da başı türbanlı siyasetçi eşini
sorun haline getirerek kriz yaratmaya talimlidir. Çünkü, kapitalistleşme yolunda
geçmişe oranla devasa bir yol katetmiş bulunan Türkiye’nin siyasal dengeleri,
yine de yalnızca büyük özel sermaye çevrelerinin planları doğrultusunda belirlenmiyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras aldığı devlet yapılanmasındaki
asker ve sivil büyük bürokrasinin ağırlığı hâlâ kendini fazlasıyla hissettiriyor.
Türkiye’de uzun yıllar egemen olan devlet kapitalizmi nedeniyle,
başlangıçta devlet eliyle semirtilen büyük burjuva kesim artık yeterince palazlanıp
rüştünü tamamen ispat edecek yaşa geldi. Fakat bu burjuvazi yine de geleneksel
devlet çekirdeğinin vesayetinden tam anlamıyla kurtulabilmiş değildir. Daha
doğrusu, ekonomik çıkarlar bakımından dışa açılmayı, modernleşmeyi, globalleşmeyi
hararetle savunan büyük sermaye, sıra içteki sınıf savaşına geldiğinde derhal
kendi “yüce” devletini imdada çağırmaktadır. Korkak ve o oranda da zalim Türk
burjuvazisi, işçi sınıfının güç toplama ve topluma kendini siyasal bir alternatif
olarak sunma olasılığı karşısında hemen baskıcı devletten medet ummaktadır.
Böylece Türkiye’nin özgün konumu bir türlü değişmemektedir. Kısacası, Türkiye’de
kapitalizmin özellikle 1960’tan bu yana ilerleyen sıçramalı gelişimi onu bölgedeki
diğer Müslüman ülkelerden bir hayli farklı kılmışsa da, yine de tarihinden miras
kalan despotik devlet geleneğinin gölgesi siyaset sahnesine düşmektedir.
ABD emperyalizmi de, tüm emperyalist güçlerden bekleneceği üzere
tam bir ikiyüzlülükle bu gerçeği kullanıyor. ABD egemenleri, işlerine öyle geldiğinde
Türk siyasal yapılanmasında özellikle askeri bürokrasinin ağırlığını bir eleştiri
konusu yapıp, Türkiye’yi Irak’la benzer bir konuma indirgemekten çekinmeyecekler.
Amerika, yarın öbürgün Türkiye’de geleneksel devlet güçlerinin siyasal arenadaki
rolünü Baas rejimiyle benzeştirip, buraya da “özgürlük ve demokrasi” getirme
iddiasıyla planlar yapmaya koyulursa hiç şaşmayalım! Nitekim, gelecekte bu doğrultuda
geliştirilecek taktiklere bugün ortam hazırlanır gibidir. ABD emperyalist güçleri,
tüm çevresi yeni paylaşım savaşında dikkate alınması gereken ülkelerle, Rusya,
İran gibi önemli devletlerle çevrili Türkiye’nin içini karıştırmaktan asla geri
durmayacaktır.
Türk egemenleri bir anlamda, “Dimyat’a pirince giderken evdeki
bulgurdan oldu”lar. Kuzey Irak’ta Amerika’nın onayıyla rahatça at oynatabileceklerini
düşlerlerken, Kürt sorununda kapıldıkları paranoya nedeniyle ABD’yi iyice kızdırıp,
Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde daha etkin rol oynama şanslarını
yitirdiler. Her ne kadar Türk şirketleri Irak’ın yeniden inşasından pay kapmak
için bir süredir hummalı bir faaliyet yürütüyorlarsa da, büyük patron bunun
gerçekleşebilmesini de kendisine tam itaat şartına bağlamıştır. Birkaç yıl önce,
devletin Kürt sorunundaki paranoyasına karşı çıkıp ABD’nin “siyasal çözüm” raporunu
desteklediği için bir kardeşini yitiren Sabancı, bu kez de “omzumuza talih kuşu
konmuştu, ama kaçırdık” diye serzenişte bulunuyor. Amerikan yetkilileri Türkiye’ye
çok öfkelenmiş olduklarını ifşa ediyorlar. Türkiye’nin kendilerinden açıkça
özür dilemesini, Ordunun tutumunu tamamen değiştirmesini ve ABD emperyalizminin
Ortadoğu’da girişeceği yeni saldırılarda tam anlamıyla sadık bir uşağa yaraşır
tarzda harekete geçmesini emrediyorlar.
Bu durum bizi zerre kadar şaşırtmıyor. ABD gibi bir büyük emperyalist
gücün nüfuzundan yararlanarak, kendi bölgesinde alt-emperyalist role soyunmak
isteyen “egemen”ler, kendilerine verilen uşaklık görevlerini de yerine getirmek
zorundadırlar. Türkiye’nin bölgede ABD’nin stratejik ortağı olabilmesi, geleneksel-modern
tüm kesimleriyle Türk burjuvazisinin bu görevini lâyıkıyla yerine getirmesini
gerekli kılıyor. İşte, “acaba Türkiye gözden mi düşüyor?” sorusunun yanıtı da
bu gerekliliğin yerine getirilip getirilmediğine bağlı olacaktır. Fakat hemen
belirtelim ki, sonuçları Türkiye’deki sınıflar savaşını doğrudan etkileyecek
bu sorun tamamen burjuvazinin iç sorunudur. İşçi sınıfının devrimci güçlerinin,
burjuva seçenekler arasında seçim yapmak ya da emperyalistlerin bastırmaları
nedeniyle “ulusal onur”u (!) zedelenen Türk egemenlerine destek çıkmak gibi
yanlış ve sınıf uzlaşmacı bir yaklaşımı olamaz. Solculuğu, burjuvazinin kuyruğuna
takılıp Türk milliyetçiliğine güç katmak olarak anlayan tüm siyasal çevreler,
“Bu memleket bizim!” diye ne denli bağırırlarsa bağırsınlar, bu kapitalist düzen
devam ettiği sürece “memleket”in kaderi emperyalist patronlarla onların yerli
ortaklarının ellerinde olmaya devam edecektir. Asıl değiştirilmesi gereken de
budur. Ve bunu da ancak enternasyonalist devrimci teoriyle donanmış örgütlü
bir işçi sınıfı, kendi yaşadığı topraklardan başlayarak, yeryüzünün tüm memleketlerini
kapitalistlerin sultasından kurtarmak üzere harekete geçtiğinde değiştirecektir.
Liberal yalanlara karşı uyanık olmak gerek
Ortadoğu’da emperyalist savaşın ikinci bölümü nasıl, ne zaman
ve nerede başlayacak? Bu sorunun yanıtını bugünden tam olarak bilemesek de,
bizce çok açık olan bir husus var. Koalisyon güçlerinin hedef tahtasında atışa
geçecekleri ikinci ülke hangisi olursa olsun, Türkiye bu tür yeni saldırıların
gerek hazırlık ve gerekse de yürütümü evrelerinden doğrudan doğruya etkilenecektir.
Anglo-Amerikan egemenlerin Türk siyasi çevrelerine yönelik baskısı, kendilerine
dikte ettirilen koşullara kayıtsız ve koşulsuz uymaları doğrultusundadır. Bölgede
etkili bir güç olmak istiyorlarsa, bölge devletleriyle iyi komşuluk ilişkileri
gibi planları bir yana bırakıp, ABD emperyalistlerinin yeni saldırı hazırlıklarında
kendilerine verilecek rolü itaatkâr biçimde oynamalıdırlar. Ortadoğu’daki emperyalist
savaşın Irak’a saldırı bölümünün bitmiş olması kimseyi yanıltmamalı. Emperyalist
paylaşım savaşı devam ediyor. İçinden geçtiğimiz dönem, uzun süreceği daha baştan
söylenen çok parçalı bir savaşın yeni bölümlerini sahneye koymak üzere sinsi
hazırlıkların yürütüldüğü bir dönemdir.
Türkiye işçi sınıfının, liberal çevrelerin zaman zaman yürüttüğü
yalan kampanyaları karşısında çok uyanık olmaya ihtiyacı var. Jeolojik yapısı
itibarıyla fay hatlarının üzerine oturan Türkiye nasıl ki her an yeni depremlere
gebeyse, jeostratejik konumu bakımından da sallantılı ve kırılgan bir köprü
konumuyla her an yeni siyasal krizlere ve çalkantılara gebedir. AB’ye katılırsa
Türkiye’de istikrarlı ve kalıcı bir demokrasi döneminin açılabileceği iddiası
liberal bir palavradan ibarettir. ABD ile çekişme ve bir yeniden paylaşım savaşı
döneminde gerçekleşen genişleme nedeniyle, AB’nin bizzat kendisinin geleceği
belli değildir. Türkiye ise Avrupa ülkelerinden farklı konumu ve tarihsel-siyasal
koşullarının da değişik oluşu nedeniyle hep son derece güdük bir burjuva demokratik
yapılanmaya sahip olmuştur. Bu ülkede çerçevesi dar burjuva parlamenter dönemler,
tarih boyunca askeri diktatörlükler ve olağanüstü siyasal rejimler arasına sıkışıp
kalmıştır. Bu anlamda Türkiye işçi sınıfının kapitalizm altında görüp göreceği
“demokratikleşme” sürecinin karakteri ortadadır. Tanzimattan bu yana, Batı’yla
etkileşim sonucunda genişleyeceği düşünülen temsili burjuva demokrasisinin tarihi,
Osmanlı’dan miras kalan geleneksel Mehter Marşında olduğu üzere bir adım
ileri, iki adım geri biçiminde bir tempoya sahiptir. Günümüzde de bu gerçek
özde pek değişmemiştir.
Hükümet koltuğuna oturduğunda AB’ye katılım doğrultusunda “demokratikleşme”
paketlerini Meclisten kolayca geçireceği izlenimini veren AKP hükümetinin rengi
de kısa sürede değişti ve kendisinden önce gelen hükümetlere benzeyiverdi. Savaş
karşıtı hareket ve iş yasalarındaki yeni düzenlemeler nedeniyle işçi sınıfının
mücadelesindeki sınırlı yükseliş bile Türkiye’nin egemen güçlerini rahatsız
etmeye yetti. Laiklik bayrağı altında toparlanan geleneksel devlet güçleri,
içte baskıları artırmak üzere hükümetin İslami kimliğini bahane ederek onu iyice
köşeye sıkıştırmaya ve AB kriterleri doğrultusunda çıkartılan “uyum yasaları”nı
geri devşirmeye, pratikte işlemez kılmaya azimli gibidirler. Fakat öte yandan
bir başka gerçeği de asla gözardı etmemek gerekir ki, diğer hükümetlerden farklı
olacağını ne denli iddia ederse etsin, nihayetinde AKP hükümeti de burjuva iktidarın
temsilcisidir. Sınıf savaşındaki her kıpırdanma, halkın kapitalist düzene yönelen
her tepkisi onu da tıpkı diğer burjuva hükümetlerini olduğu kadar rahatsız edecektir.
Nitekim son Bingöl depreminde yoksul halk, küçücük çocuklarının çürük çarık
yapılmış devlet binası altında ölüp gidivermesinin öfkesiyle hesap sormaya yeltendiğinde,
AKP hükümetinin işbaşında oluşu hiçbir şeyi değiştirmedi. Zaten içinde büyüyen
acısıyla başa çıkmaya çalışan insanların üzerine, burjuva devletin polisi, özel
timlerin kar maskeli komandoları çullandı. Ve nihayet tüm bu olaylar nedeniyle
halkın provakatör olarak suçlanması AKP’li başbakan Tayyip Erdoğan’a da “nasip”
oldu.
Ortadoğu’da yürümekte olan emperyalist savaş planları karşısında
liberal savaş karşıtlarının mücadeleyi geriletici tutumlarına da prim vermemek
gerekir. Önümüzdeki dönem, ABD emperyalizminin bölgede yeni saldırı planları
için gerekçeler icat etme, yeni güçler toplama dönemi olacak. Unutulmaması gerekir
ki, her savaşın askeri saldırı safhasının yanı sıra çok önemli bir ideolojik
saldırı boyutu da vardır. Bugün Amerikan emperyalistleri, Irak Savaşı nedeniyle
tüm dünyada yükselmiş olan savaş karşıtı hareketlerin tansiyonunu düşürmeye
yönelik taktikler izliyorlar. Bunun en açık göstergesi, Bağdat düştükten sonra
Amerikancı medya kuruluşlarının dünya kamuoyunu adeta bir “yaz tatili” rehavetine
sürüklemek istercesine düzenledikleri “düşük yoğunluklu” savaş haberleridir.
Ayrıca Bush’un son açıklama örneğinde olduğu gibi, Irak Savaşının sonucunun
gürültülü zafer çığlıkları eşliğinde ilan edilmemesine özen gösteriyorlar. Oysa
savaş öncesinde tam tersine, büyük savaş tamtamlarıyla “şer ülkeleri”ne savaş
ilanında bulunmaktaydılar.
Bush ekibi, şimdi akıl hocalarının tavsiyelerine uyarak dünyadaki
savaş karşıtı hareketi pörsütebilmek amacıyla, sanki bu savaş hiç olmamış gibi
sessiz ve derinden gidiyor. Böylece, askeri alandaki şok ve dehşet operasyonunu,
ideolojik alanda bir şaşırtma harekâtı izliyor. Yorumcular, Irak Savaşının
bittiğini ama nihai sonucun alınamamış olması nedeniyle henüz kazanılmış sayılamayacağını
belirtiyorlar. Bush ekibi ise, Irak’ın ABD için yeni bir Vietnam bataklığı olacağı
kehanetiyle savaşa karşı çıkanları şimdilik hayal kırıklığına uğratmış olmaktan
büyük bir memnuniyet duyuyor. Onlar bu argümanı, tıpkı Afganistan Savaşı sonrasında
olduğu gibi, savaş karşıtlarını boş yere felâket tellâllığı yapan insanlar düzeyine
indirgeyip psikolojik üstünlük elde etmek için kullanıyorlar. Oysa biliyoruz
ki, tarih her seferinde kendisini aynen tekrar etmez. Ayrıca, dünyada Sovyetler
Birliği’nin olduğu dönemin ABD’sini bekleyen Vietnam bataklığıyla, bugünün Afganistan’ını
ya da Irak’ını bire bir benzeştirmek de pek doğru bir tutum değildir. Ve yine
atlamamak gerekir ki, savaşın psikolojik cephesinde kullanacağın yanlış bir
araç, dönüp senin elini zayıflatabilir.
Önümüzdeki süreçte Irak’ta ya da diğer Arap ülkelerinde olaylar
nasıl gelişir, bunu önceden tam olarak bilemeyiz ama Amerika’nın savaş teknolojisinin
Vietnam günlerine oranla muazzam ölçüde değiştiği bir gerçek. Dolayısıyla emperyalist
savaş cephesinin, haksız ve işgalci konumu nedeniyle içine düşeceği açmazı teşhir
edebilmek için, illa da Vietnam savaşından miras kalan benzetmelere başvurmak
zorunda değiliz. Aslında yalın ve acı gerçek işte orada, Afganistan’da ya da
Irak’ta öylece duruyor. Dünyanın kapitalist açıdan geri kalmış bölgelerine medeniyet
götürecekleri iddiasıyla sefere çıkan emperyalist birlikler, yağdırdıkları bombalarla
bölgeyi yeşertmiyor, tam tersine nice hayatı söndürüyorlar. Bu birlikler, arkalarında
tüm gelecek kuşakları ve gezegenimizin neredeyse tüm bir geleceğini zehirleyecek
olan biyolojik ve kimyasal silahlarını, nükleer atıklarını, seyreltilmiş uranyum
tozlarını bırakarak tahrip edecekleri yeni alanlara doğru seferlerine devam
ediyorlar. Diyebiliriz ki, sınıflı toplumların ürünü olan zulmün ve kötülüğün
niteliği olgunlaşıp o raddeye varmıştır ki, insanlık gerçekten de artık ya
yokoluş, ya sosyalizm biçiminde ifade edebileceğimiz bir noktaya gelip dayanmıştır.
Neredeyse bir uçurumun kıyısında gibiyiz. Ezilenler ve sömürülenler devrimci
proletaryanın mücadele bayrağı altında toplanıp, kendilerini “yokoluş” uçurumuna
itekleyen emperyalist-kapitalist sistemi yerle bir etmedikçe bu büyük tehlike
devam edecektir.
Emperyalist savaş baronlarının, bugün Ortadoğu’da yürüttükleri
huruç harekâtında iki sefer arasındaki savaş molası bizi şaşırtmasın, rehavete
sürüklemesin. Böylesi savaş araları, emperyalist savaşların gerçek karşıtlarıyla
sözde muhaliflerin ayırdedilmesini sağlayan test dönemleridir. Emperyalist-kapitalist
sisteme kökten karşı çıkmaksızın ne gerçek bir sosyalist, ne gerçek bir barış
yanlısı ve hatta ne de gerçek bir çevre dostu olunabilir. İnsanlığı yıkıma ve
gezegenimizi felâkete doğru sürükleyen bu sistemden kurtulabilmek için, dönem
dönem parlayıp sönen istikrarsız küçük-burjuva bir muhalifliğe değil, her koşul
altında diri ve mücadeleci olmayı becerebilen örgütlü militan bir işçi hareketine
ihtiyaç var. Sıcak savaş dönemlerini olduğu kadar, savaş molalarını da emperyalist
sisteme karşı mücadelenin yükseltilmesi bilinciyle değerlendiren enternasyonalist
komünist tutumu tüm dünyada güçlendirmek için ileri!
11 Mayıs 2003
[1] M.S. 12-41 yılları arasında
yaşayan zalim Roma İmparatoru Caligula’nın en sevdiği söz olduğu söylenir.