“Yeni Dünya Düzeni” ya da Yeni Emperyalist Paylaşım
Deniz Moralı
1989’da Berlin Duvarı debdebeli gösterilerle yıkıldığında,
burjuva yorumcular, dünyaya yeni bir barış çağının geleceğini vazettiler. Öyle
ya, yeryüzündeki tüm kötülüklerin kaynağı “Şer İmparatorluğu” artık
yıkılıyordu. Ancak o günden bugüne yaşananlar, bırakalım yeni bir barış çağının
açılmasını, eskisi kadar bile bir istikrarın sağlanmadığını ortaya koydu.
Gerçek, kapitalist despotluğun mutlak hakimiyetini ilân ettiği günümüz
dünyasında, “barış çağının” da “şer imparatorluğu” gibi bir palavra olduğunun
açığa çıkmasıyla birlikte, militarizmin ve çatışmaların tırmanması oldu. Bir
çırpıda sayabileceğimiz Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya, Ortadoğu ve Afrika’nın
birçok bölgesinde etnik, dinsel, mezhepsel, kabilesel ayrımcılık ve çatışmalar
şaha kalktı. Halkları birbirine boğazlatmakla yetinmeyen emperyalist burjuvazi,
beri yandan bu dönemde dünyanın geri ülkelerine yönelik kudurgan bir
emperyalist saldırganlık dalgası da başlattı.
O günden bugüne gelene kadar 1990-91’de Irak’a, 1992-93’te
Somali’ye, 1993’te Bosna’ya, 1994’te Haiti’ye ve 1999’da da Kosova’ya yönelik
emperyalist saldırganlığa tanık olduk. Daha geçtiğimiz günlerde saldırıların
hedefi olan Afganistan’dan sonra da bu kanlı serinin yeni bir ivme kazanacağına
dair kuvvetli işaretler var. Her şey dünya tarihinde savaşlar ve devrimlerle
karakterize olacak yeni bir dönemin başladığını haber veriyor. Hiç şüphe yok
ki, dünya işçi sınıfı açısından bu yeni sürecin temelinde nelerin yattığını
doğru anlamanın ve buna uygun sağlam perspektiflere sahip olmanın önemi daha da
artmıştır.
Bu gelişmelerin altında yatan temel olgu, emperyalist güçler arasındaki rekabetin yeni
bir kızışma evresine girmiş olmasıdır. Bu evrenin, önemli bir dönüm noktası
oluşturan 1989-91’de Stalinist imparatorluğun çöküşüyle başladığını
söyleyebiliriz. Bürokratik diktatörlüğün dağılarak çöküşü ve kapitalist dünya
sistemine entegre oluşu, emperyalistlerin önüne yeni pazarlar ve nüfuz alanları
açtığı gibi, aynı zamanda emperyalistler arasında ABD hegemonyasında kurulmuş
olan zoraki birliğin en önemli gerekçesinin de ortadan kalktığı anlamına
geliyordu. Bu durum uluslararası politikayı yeniden Birinci Dünya Savaşı
öncesini karakterize eden o eski klasik çizgilerine, yani emperyalistler arası
rekabet ve çıkar çatışmalarının yoğunlaştığı tabloya geri döndürmüştür. Emperyalistler, pazarlar ve nüfuz alanları
için her düzeyde kıran kırana mücadele etmektedirler.
Öte yandan bugün kapitalist dünya sistemi aynı İkinci Dünya
Savaşı öncesini andıran genel ve eş zamanlı bir iktisadi krizin işaretleriyle
doludur. Akıl fikir sahibi burjuvaların 1929 depresyonunun bir daha yaşanma
olasılığı üzerine bunca kalem oynatmaları boşuna değil. Emperyalist ülkelerin
hemen tamamında faşist hareketlerin ve partilerin hortlayarak yükselişe geçmesi
tesadüf değil. “Tarihin sonu” zırvasıyla vur patlasın çal oynasın cümbüş eden
burjuvaların gülücükleri yüzlerinde asılı kaldı. Cenazesi törenle kaldırılan
“Tarih”, kendisiyle beraber gömülmüş görünen tüm sorunlarla birlikte yeniden
hortlamış görünüyor.
Genel bir tarihsel yakıştırma yapacak olursak, bugünün
dünyasının arz ettiği manzaranın Birinci Dünya Savaşı öncesi koşullarla İkinci
Dünya Savaşı öncesi koşulların patlayıcı bir karışımını sunduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Ancak günümüz dünyasındaki siyasal gelişmeleri doğru
okuyabilmek için bu karışımın nasıl ve hangi bileşenlerden oluştuğunu iyi
anlamak gerekir. Bunun için de, konunun esas olarak yirminci yüzyılın tarihinde
yatan temellerini kavramak zorunludur.
Eski düzen
Kapitalizmin tarihine baktığımızda büyük kapitalist güçler
arasında görece barışçıl istikrar dönemlerinin ancak ve ancak, bu güçler
arasında belirgin biçimde hegemonik bir güç varsa mümkün olabildiğini görürüz.
Örneğin 1870 Fransa-Prusya savaşından 1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşına
kadar Avrupa’da yaşanan yaklaşık 45 yıllık göreli istikrar döneminde bu güç
Britanya’ydı. O zaman Britanya “dünyanın atölyesiydi” ve “üzerinde güneş
batmayan” bir dünya imparatorluğu kurmuştu.
Ancak Britanya’nın bu hegemonyası zaman içinde temelleri
giderek zayıflayan bir hegemonyaydı. Gelişmiş kapitalist dünya içinde de
hükmünü icra eden eşitsiz gelişme yasasına uygun olarak, Britanya’nın karşısına
sınai temelleri ondan daha güçlü, yeni ve gürbüz emperyalist rakipler çıktı:
ABD ve Almanya. Bu güçler içinde özellikle Almanya’nın, sahip olduğu büyük
iktisadi gücün ölçeğine nazaran, esasen Britanya’nın sömürge imparatorluğunun
oluşturduğu engel nedeniyle, dünya kaynakları üzerindeki kontrolü son derece
sınırlı kalıyordu. Pastadan alınan payın gerçek iktisadi güçle orantılı
olmamasından doğan bu çelişki, sonunda kaçınılmaz olarak dünya çapında bir
yeniden paylaşım savaşına yol açtı. Kapitalizmde kural payın güçle orantılı
olmasıdır. Eşitsiz gelişme yasasının sonucu olarak orantı bozulduğunda yeniden
paylaşım gündeme gelir.
Birinci paylaşım savaşı tüm vahşetine ve yıkıcılığına rağmen
uygun orantıların kurulmasını sağlamadı. Britanya savaştan galip çıkmasına
rağmen gerçekte hegemonyasını kaybetti. Ancak henüz hiçbir güç ondan boşalan
tahta oturabilmiş değildi. Savaşın başlıca sebebi olan Almanya’nın yakıcı
çelişkisi, savaş bitiminde Britanya ve Fransa’nın Versailles anlaşmasında
somutlanan hudutsuz açgözlülüğü nedeniyle daha da vahim hale getirilmişti. Öte
yandan ABD de henüz boşluğu dolduramıyordu. Sorun çözülmemişti. Bu ağır yıkım
koşulları altında birbiri ardına İtalya ve Almanya’da faşizm iktidara yükseldi.
O dönemde Marksistlerin öngördükleri gibi yeni bir paylaşım savaşının tüm
koşulları mevcuttu. Nitekim ikinci paylaşım savaşı 1939’da patlak verdi. 55
milyon insanın hayatına mal olan ve altı yıl süren bir kan banyosunun ardından
kapitalist dünya sistemi bir dengeye kavuşabildi.
Bu kanlı boğazlaşmanın tartışmasız galibi ABD oldu. Galibiyle
mağlûbuyla bir harabeye dönmüş olan Avrupa karşısında ABD gerçek bir zenginlik
ve ihtişam abidesi olarak dikiliyordu. Kıtasal ölçekli güçlü ekonomisi ve
savaşta el değmemiş olarak kalan sanayisiyle dünya ekonomisini ayağa kaldıracak
olan yegâne güç ABD’ydi. ABD’nin ezici üstünlüğünü anlamak için birkaç çarpıcı
veriye bakmak yeter. Savaşın sona erdiği 1945 yılında tüm dünya üretiminin
yarısından fazlası (%57) ve toplam mamul mal ihracının da %22’si ABD tarafından
gerçekleştiriliyordu. Eskiden Britanya’ya ait olan “dünyanın atölyesi” unvanı
artık ABD’deydi. Bu temel veriyle uyum içinde olan başka veriler de vardı.
Dünya altın rezervlerinin %80’den fazlası ABD’nin elindeydi. Bu doları “altın
gibi” yapıyordu. Nitekim ABD bu gücünü kullanarak 1944’te imzalanan Bretton
Woods anlaşmalarıyla tüm diğer ülke paralarının altın karşısında sabit bir
orana, altının da belirli bir sabit miktarla dolara bağlanmasını sağladı ve
böylece doları bir dünya parası haline getirdi. Savaşın bitimiyle başlayan dönemde
ABD, güçlü ekonomisinin bir sonucu olarak büyük ticaret fazlaları vermeye
başladı.
Bretton Woods sistemi 1930’ların korumacılığına bir tepki
olarak, uluslararası ticareti kolaylaştırmak üzere tasarlanmış genel bir sabit
kur sistemiydi. Böylece kurda fazla dalgalanmaya izin verilmeyecek, bu da genel
anlamda ticareti daha az riskli hale getirecekti. Dünyadaki altının ve doların
tamamına yakını ABD’de olduğu sürece bu Amerikan hegemonyasının
kurumsallaştırılmasını temsil ediyordu. Sadece kur sistemi değil, bir bütün
olarak dünya ekonomisinin çeşitli yönlerini düzenleme maksadıyla, bugün adını
sıkça duyduğumuz IMF, Dünya Bankası ve daha sonra Dünya Ticaret Örgütüne (WTO)
dönüşecek olan GATT gibi kuruluşlar da Bretton Woods görüşmelerinin bir ürünü
olarak oluşturuldu.
Bu muazzam ekonomik üstünlüğüne dayanan ABD, kaçınılmaz
olarak kapitalist dünyanın geri kalanı üzerinde siyasal ve askeri hegemonyasını
da kurdu. Bu dönemde Avrupa “büyük ölçüde bir Amerikan protektorası” olarak
değerlendiriliyordu. Avrupa devletleri adeta Amerika’nın vassal devletleri
durumuna gelmişti. Terhisin çoktan başlamış olduğu 1949’da bile ABD’nin
yeryüzünde toplam 56 ülkeye yayılmış 400 askeri üssü bulunuyordu. Bu ülkelerin
sayısı 1966’ya gelindiğinde 66’ya çıkmıştı. Daha önemlisi ABD askeri
hegemonyasını bir dizi ittifak anlaşmalarıyla somutluyordu. Bu ittifakların en
büyük ve en önemlisi 1949’da kurulan NATO idi. NATO bilinçli olarak, sadece dış
tehlikelere karşı değil iç tehlikelere karşı da örgütlenmişti. ABD dışişleri
bakanı Dean Acheson’ın dediği üzere, “Yunanistan’da olduğu gibi dışarıdan esin
ve yardım alan devrimci faaliyet bir silahlı saldırı olarak değerlendirilecek”
idi. Öte yandan ABD, Kuzey Atlantik’i kapsayan NATO’nun yanı sıra, 1950’lerde
Pasifik, Güney Asya ve Ortadoğu’yu kapsayan ANZUS, SEATO, CENTO gibi başka
askeri paktlarla da gücünü diğer bölgelere empoze ediyordu.
Bu siyasal ve askeri hegemonyanın kurulmasında, çok önemli
bir faktör de, ABD’nin yanı sıra SSCB’nin de bir süper güç kimliğiyle
yükselmesi olmuştur. Ağır kayıplar vermiş olmasına rağmen savaştan dünya
halkları gözünde büyük bir prestij kazanarak çıkan SSCB’nin nüfuz alanı hızla
genişledi. Öncelikle Avrupa’nın doğu yarısı onun hakimiyetine girdi. Bu temelde
Almanya ikiye bölündü. Öte yandan savaş sonrasında Avrupa’nın diğer
bölümlerinde de (Fransa, İtalya, Yunanistan, Yugoslavya, Arnavutluk), Sovyet
bürokrasisinin böyle bir şeyi hiç arzulamamasına ve bunu engellemek için her
vasıtaya başvurmasına rağmen, resmi komünist hareketin yükselişi, emperyalist
kamp üzerinde benzer bir etki yarattı. Dahası dünyanın geri bölgelerindeki
halkların yeni ve muazzam bir itilim kazanan sömürgecilik karşıtı hareketinin
SSCB’ye sempati duyması ve ona yaklaşma eğilimi bu etkiyi hepten güçlendirdi.
Bu faktörlerin yanı sıra SSCB’nin, ABD’ye rakip olabilecek tek askeri gücü
oluşturacak şekilde, nükleer silahlarla desteklenen güçlü bir askeri sanayi
geliştirmesi de tabloyu tehditkâr biçimde tamamlıyordu. Her ne kadar onun bu
nüfuzu ve askeri gücü ABD kadar güçlü bir ekonomik temele dayanmıyorsa da.
Tüm bu faktörler ABD’nin SSCB’ye karşı Soğuk Savaş olarak
bilinen saldırısını başlatmasına yol açtı. 1949’da Çin gibi devasa bir ülkenin,
proleter türde olmasa da bir devrimle dünya kapitalist sisteminin dışına
çıkması, emperyalist hiyerarşinin patronu olan ABD’nin kaygılarını daha da
arttırdı. Sonuç olarak 40 yıldan uzun bir süre boyunca uluslararası sistem bu
Soğuk Savaş düzeni içinde oldu. ABD ve SSCB iki süper güç olarak bu düzenin
tepesinde yer alıyordu. Dünya temelde iki ayrı düzeni temsil eden bu iki gücün
nüfuz alanlarına bölünmüştü.
ABD açısından bu mücadelede hayati önemi en yüksek bölgeler,
şüphesiz dünyanın gelişmiş kapitalist bölgeleri olan Avrupa ve Japonya idi. Bu
bölgelerin öncelikli olarak ayağa kaldırılıp kapitalist istikrara
kavuşturulması ve SSCB’ye karşı tahkim edilmesi gerekiyordu. Marshall Planı
olarak anılan muazzam ekonomik kalkındırma programıyla Avrupa ayağa kaldırıldı.
Bu bağlamda ABD Avrupa’nın birleşme yönündeki çabalarını da destekledi. Benzer
bir kalkındırma kampanyası Japonya için de yürürlüğe kondu. Bunlar dünya
ekonomisinin yeni bir yükseliş sürecine girmesine katkıda bulundu.
Bu yükseliş süreci ABD’nin hegemonyasının üzerinde oluştuğu
arka planı oluşturması bakımından temel önemdedir. Bu yükseliş ve ardından
gelen iniş süreciyle ABD’nin hegemonyasının seyri arasında köklü bir ilişki
mevcuttur.
Kapitalist dünya ekonomisi savaş bitiminden 70’lerin ilk
yarısına kadar sürecek olan ve tarihte eşi görülmemiş bir iktisadi patlamaya
tanık olacaktı. Bu büyüme sürecinde genel olarak dünya hasılası üç kat, imalat
sanayii çıktısı dört kat ve bu ürünlerin dünya ticareti de on kat artmıştı.
“Altın Çağ” olarak da adlandırılan bu dönemde işsizlik her yerde azalmış, hatta
kimi ülkeler neredeyse tam istihdam düzeyine ulaşmıştı. Öyle ki, bu durum
kapitalizmin sırtının bir daha asla yere gelmeyeceğine dair hayalleri besledi.
Neredeyse tüm burjuva ideologları kapitalizmin artık kendini reforme ettiğini
ve krizlerden bağışık hale geldiğini iddia ettiler. Meselâ krizin hemen öngününde,
1972’deki Birleşmiş Milletler raporunda, “büyümenin aynı 60’lı yıllardaki gibi
devam edeceğinden kuşku duyulamayacağı” ileri sürülüyor, OECD de aynı
tahminleri tekrarlayarak yılda ortalama %5’lik büyüme öngörüyordu. Oysa
yetmişlerin ortalarından sonra, yıllık ortalama %5 düzeylerinde olan gelişmiş
ülkelerin büyümesi, %2,5 düzeylerine, yani yarıya indi.
Soğuk Savaş, aslında adından da anlaşıldığı gibi, bu süper
güçler ve bunların etrafındaki bloklar açısından bir göreli barış ve istikrar
sürecini ifade ediyordu. Taraflar arasında sıcak çatışmalar, birkaç istisnai
durumda bunun eşiğine gelinmiş olsa da, söz konusu olmuyordu. Bu göreli barış
ve istikrar dönemini mümkün kılan, her şeyden önce yukarıda andığımız dünya
ekonomisinin, Doğu Bloku da dahil genel bir yükseliş sürecine girmiş olmasıydı.
Bu genel anlamda işçi sınıfının yaşam standartlarında bir iyileşme getiriyor ve
içerde bir “toplumsal barışı” mümkün kılıyordu. Başta SSCB olmak üzere Doğu
Bloku ülkelerindeki işçilerin sahip oldukları kimi sosyal güvenceler ve genel
anlamda bu Stalinist sistemin kapitalist sistem karşısında inandırıcı bir
alternatif olarak boy göstermesi de emperyalist ülkelerde burjuvazinin işçi
sınıfına bazı ödünler (“sosyal devlet”, “refah devleti” uygulamaları)
vermesinde etmen oldu. Bu durum başka şeylerin yanı sıra, kaçınılmaz olarak iç
siyasette “toplumsal barışın” her zaman baş aktörü olan sosyal-demokrasinin bir
ikinci bahar yaşamasına yol açtı.
Kapitalist ülkelerdeki iç siyaset bakımından bir diğer temel
husus da, bir rakip güç ve cazibe merkezi olarak SSCB’nin umacılaştırılmasıydı.
SSCB gibi uzaya hamleler yapan dev bir nükleer güç bir umacı olarak gösterilmek
için ideal ölçülere sahipti. Emperyalist burjuvazi bir yandan işçi sınıfına
“refah devleti” adı altında birtakım ödünler verirken, diğer taraftan düzenin
tüm pisliklerinin bir mazereti olarak bu SSCB’yi bizi “ham yapacak” gulyabani
olarak gösteriyordu. Burjuva siyasetinin bu iki temel unsuru, böylelikle Soğuk
Savaş döneminin “havuç ve sopasını” oluşturuyordu.
Beri yandan SSCB’nin bu umacılaştırılması salt iç siyasette
işçi sınıfının yatıştırılmasına değil, aynı zamanda emperyalist kampın da
ABD’nin askeri ve politik hegemonyası altında toplanmasına hizmet ediyordu.
Dolayısıyla bu husus emperyalist dış siyaset açısından da büyük bir önem
taşıyordu. Bu kampanyayla desteklenen ABD hegemonyası emperyalist kamp içindeki
çelişkilerin geri plana itilmesi anlamına geliyordu. SSCB’nin karşı ağırlık
olarak varlığı burada birleştirici bir çimento işlevi görüyordu.
Ancak buraya kadar bahsettiğimiz sıcak çatışmalardan
muafiyet, esas olarak bu büyük güçlerin doğrudan kapışması bakımından söz
konusuydu. Sıcak çatışma yok değildi. Bu tür çatışmalar blokların eteklerindeki
azgelişmiş dünyada gerçekleşiyordu. Soğuk Savaş dönemi azgelişmiş ülkelerde
sıcak çatışmaların hakim olduğu bir dönem oldu. Her şeyden önce bu dönemde
sayısız sömürge ülke bağımsızlık savaşları vererek sömürge statüsünden
kurtuldular. Bu muazzam anti-sömürgecilik dalgasının sonucunda 1944’te sadece
56 olan devlet sayısı bugün 200’ü çoktan geçmiş durumdadır.
Bu mücadeleler şüphesiz boşlukta cereyan etmediler. SSCB
istese de istemese de bu mücadeleler için bir esin kaynağı ve zaman zaman da
sponsor oldu. Gerek bağımsızlığını daha önce kazanmış ülkeler olsun gerek yeni kazananlar
olsun, hemen tüm azgelişmiş ülkeler genel Soğuk Savaş dengelerinden istifade
ederek emperyalizm karşısında göreli bir hareket serbestisi elde ettiler.
Örneğin Bağlantısızlar Hareketi gibi oluşumlar bunun bir göstergesiydi.
Özetleyecek olursak Soğuk Savaş dönemi olarak anılan eski
düzenin temeli iki direkten oluşuyordu: birincisi genel ekonomik yükseliş,
ikincisi SSCB’nin varlığı. Başka bir benzetmeyle söyleyecek olursak bu, bir
ucunda SSCB’nin diğer ucunda ABD’nin oturduğu ve genel iktisadi yükseliş
konjonktürünün sağladığı destek noktası üzerinde yükselen bir tahterevalliydi.
Küçük salınımlar olmakla beraber tahterevalli genel olarak denge durumunu
muhafaza etti. Öte yandan gerek sınıflar arası güç dengeleri gerekse de
azgelişmiş bağımlı ülkelerle gelişmişler arasındaki güç dengeleri, hep bu
tahterevallinin kolları üzerinde değişik moment noktalarında diziliydiler.
Destek noktası nispeten güçlü ve dengeyi sağlayan temel ağırlıklar da kabaca
denk olduğu ölçüde bu genel bir istikrarın varlığı anlamına geliyordu. Ne var
ki bunun sonsuza kadar sürmesi mümkün değildi. Birazdan göreceğimiz gibi önce
bu tahterevallinin iktisadi destek noktası sarsıntı geçirmeye başladı ve
belirli bir süre sonra da SSCB tahterevallinin ucundan düştü. Böylece
“istikrar” tarihe karıştı, tahterevalli üzerinde dizilmiş tüm irili ufaklı
güçler ve siyaset dengeleri uçuruma yuvarlanmaya başladılar.
Eski düzenin aşınması
Dünya ekonomisinin savaş sonrasından 70’lerin başına kadar
süren uzun bir genişleme süreci yaşadığını ve bunun eski dünya düzeni için
temel bir önemi olduğunu yukarıda belirttik. 1974-5’te bir petrol krizi
biçiminde patlak veren dünya ekonomisindeki resesyon bu canlı yükseliş dönemine
son verdi. Savaş sonrasındaki 30 yıl içinde yılda ortalama %5 dolaylarında büyüyen
dünya ekonomisi o günden bugüne yılda ortalama %2,5 büyüme düzeylerine
geriledi. Bu değişimin oldukça önemli sonuçları oldu. Bir süredir unutulmuş
olan işsizlik tüm bildik sonuçlarıyla birlikte yeniden ortaya çıktı. Burjuvazi
krizle birlikte artık katlanılması zor bir masraf haline gelen Keynesçi “refah
devleti” uygulamalarına karşı yoğun bir kampanya başlattı. Bu kampanyayla
burjuvazi, sol payandası sosyal-demokrasiyi kızağa çekmek için bastırıyor ve
onu derin bir krize sürüklüyordu. Neo-liberal dalga olarak bilinen bu kampanya '80 dönemecinde politik meyvelerini verdi ve
birkaç yıl arayla Amerika’da Reagan, İngiltere’de Thatcher, Almanya’da da Kohl
bu çizginin temsilcileri olarak iktidara geldiler. Politik atmosferdeki bu sağa
dönüş, işçi sınıfının kazanımlarına yönelik saldırılara yeni bir itilim verdi.
Böylece eski düzenin temel unsurlarından biri olan içteki “toplumsal barışın”
temeli ortadan kalkıyordu.
Öte yandan emperyalistler arası iktisadi güç dengeleri
bakımından da önemli bir dönüm noktasından geçiliyordu. Dünya ekonomisi savaş
sonrası dönemde bir bütün olarak büyük bir gelişme hızı sergilemekle beraber,
eşitsiz gelişme yasası yürürlükteydi ve herkes aynı hızda gelişmiyordu. ABD’nin
desteğiyle ayağa kalkan Almanya ve Japonya bu süreç içinde ABD’den çok daha
hızlı ve dinamik bir biçimde gelişti. ABD’nin dünya üretimindeki payı sürekli
olarak azaldı. %57 olan 1945’teki pay, daha 1950’de %40’a, bundan 30 yıl sonra
Reagan yönetiminin başlarında ise %20’ye geriledi. Bunun anlamı ABD’nin payının
nispeten kısa bir süre içinde neredeyse üç kat daralmasıydı. Aynı olgu ithalat
ve ihracat dengesi açısından da görülmektedir. 1950’lerin başında ABD,
ithalatının %34,2’si kadar dış ticaret fazlası verirken, ilk kez 1974/76’da bu
oran eksi %6,3’e dönüştü ve her yıl artarak 1985/87 döneminde eksi %40,1 gibi
muazzam bir rakama ulaştı; bu açık 1988/89’da ancak %28 düzeyine gerileyebildi.
Buna mukabil aynı dönemde özellikle Almanya ve Japonya’nın üretim ve
ticaretteki payları sürekli olarak arttı. Dolayısıyla diyalektiğin bir
istihzası olarak, ABD’nin hegemonyasını sürdüğü dönem aynı zamanda bu
hegemonyanın için için aşınma süreci oldu. Bu aşınma süreci 70’lerin ilk
yarısında nitel sonucuna, yani ABD’nin mutlak
ekonomik hegemonyasının sona ermesi sonucuna ulaştı. 1971’de başkan Nixon
altın-dolar standardını kaldırdığını ilân etmek zorunda kaldı. Bretton Woods
sisteminin böylelikle bizzat ABD tarafından tasfiye edilmesi, mutlak iktisadi
hegemonyasının sonunun simgesel ilânıydı.
Askeri planda ise, ABD emperyalizminin, Fransız
emperyalizminin ardından Vietnam’da uğradığı hezimet çarpıcı bir göstergeydi.
ABD Vietnam sürecinden büyük bir itibar kaybına uğrayarak çıktı. Amerikan
halkında baş gösteren derin huzursuzluk ve protesto dalgası burjuvazi için
ciddi bir sıkıntı kaynağı oldu. Amerikan ordusu o denli demoralize olmuştu ki,
bir Amerikalı general, Amerikan askerlerinin haleti ruhiyesinin ancak devrim
öncesi 1917 Petrograd’ındaki Rus askerlerinin durumuyla
karşılaştırılabileceğini dile getirmişti. “Vietnam sendromu” dış askeri
maceralar konusunda burjuvazi için sıkıntılı bir engel yarattı. Vietnam
sendromunun önemli ölçüde aşınmış olduğu bugün bile ABD kara birlikleri
kullanmaktan azami ölçüde kaçınmakta, pis işleri mümkün olduğunca başkalarına
yaptırmaya çalışmaktadır. Öte yandan Vietnam’ın ardından 1970’lerde cereyan
eden diğer bir dizi önemli askeri gelişme de, NATO dışında, ABD’nin
patronluğunu yaptığı, yukarıda adını saydığımız tüm askeri paktların birbiri
ardına dağılması oldu. Belki daha da önemli bir gelişme, ABD için hayati önem
taşıyan Ortadoğu’da, onun en temel payandalarından birisi olan İran’ın bir
devrimle elden çıkmasıydı. Sadık hizmetkâr Şah rejiminin yıkılması karşısında,
hele hele Tahran’da Amerikan büyükelçiliği işgal edilip personel rehin
alındığında ABD’nin içine düştüğü acz görüntüsü, bugünlerin esip savuran
kabadayı görüntüsüne hiç benzemiyordu. ABD’nin aleyhine iki önemli gelişme daha
oldu. Bunlardan birincisi Afganistan’da Stalinist subayların iktidarı ele
geçirmeleri ve bir süre sonra da Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesiydi.
İkincisi ise, ABD’nin arka bahçesi Nikaragua’da Sandinistlerin iktidarı
almalarıydı. Sonuç olarak tüm bu gelişmeler ABD’nin çok yönlü bir gerileme
yaşadığını gözler önüne seriyordu.
Ancak yine de unutmamak gerekir ki, ABD’nin göreli hegemonya
yitimi onun mevcutlar içinde en büyük güç olma konumunu değiştirmedi.
Yetmişlerdeki bu dönüm noktasının tarihsel anlamı, esas olarak ABD’nin mutlak
iktisadi hegemonyasının ve İkinci Dünya Savaşından beri süregelmekte olan genel
iktisadi yükseliş (boom) sürecinin sona ermesidir. Bu henüz ABD’nin
hegemonyasının en genel planda ortadan kalktığı anlamına gelmiyordu. Bu
hegemonyanın diğer temel dayanağı olan SSCB’yle Soğuk Savaş hâlâ sürüyordu.
ABD’nin süreci tersine çevirme girişimleri
ABD hegemonyasındaki aşınmalar şüphesiz Amerikan burjuvazisi
tarafından gönül hoşluğuyla sineye çekilecek değildi. ABD göreli gerilemesini
telafi edebilmek için 80’lerde yoğun bir çabaya girişti. 1979-82’de patlak
veren yeni iktisadi kriz de bunda etkiliydi. Carter yönetiminin son döneminde
başlayan ve esasen Reagan döneminde istimine oturan yeni dönemin iktisadi
açıdan en önemli gelişmesi, kimi yorumcular tarafından “askeri Keynesçilik”
olarak da adlandırılan muazzam kamu askeri harcamaları oldu. Her ne kadar bu
çabalar, hem devlet harcamalarında hem de ödemeler dengesinde olmak üzere
ABD’nin meşhur “çifte açığını” doğurup, bu kısa dönem içinde ABD’yi dünyanın en
borçlu ülkesi haline getirdiyse de, sonunda ABD’nin büyüme hızının bu yıllarda
az farkla rakiplerinin önüne geçmesini sağladı.
Aslında burada bir parantez açarak geriye doğru şöyle hızlıca
baktığımızda, ABD’nin bir kriz aşma yöntemi olarak askeri harcamalara
yönelişinin ne kadar belirgin olduğunu görmemek elde değil. Aynı yöntem '90 dönemecindeki ekonomik krizin aşılması ve
yakın zamana kadar süren son boom’un başlamasında etkili olan Körfez Savaşı
kampanyasında da hayata geçirildiği gibi, son olarak şimdilerde içinde
olduğumuz yeni ekonomik krizde yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Askeri
harcamalar için Kongre daha şimdiden 50 milyar doları hükümete tahsis etmiş
durumdadır.
Tekrar 80’lere dönelim. Amerikan burjuvazisi, hem bu “askeri
Keynesçiliği” destekleyebilmek, hem de emperyalist rakipler nezdindeki ABD
hegemonyasını yeniden kuvvetlendirebilmek için, bir süredir yumuşama (detant)
eğilimine girmiş olan Soğuk Savaş gerginliklerini yeniden kızıştırma
zorunluluğunu duydu. Böylece 1980-1988 arasında iki dönem hüküm süren Reagan
yönetimi döneminde kimilerince “İkinci Soğuk Savaş” olarak adlandırılan azgın
bir kampanya başlatıldı. Bu kampanya çerçevesinde SSCB Reagan tarafından “Şer
İmparatorluğu” olarak adlandırılıp, tam bir ideolojik bombardımana tutuluyor ve
ABD yeryüzündeki çatışmaları kızıştırmak, doğrudan müdahalelerde bulunmak için
fırsat kollamaya başlıyordu. Yine aynı kampanya çerçevesinde, askeri gerilimin
tırmandırılmasının en dehşetli simgesi olarak Yıldız Savaşları denen füze
savunma sistemi projesi gündeme getiriliyordu.
Bu dönemde ABD; Nikaragua ve Angola gibi azgelişmiş
ülkelerdeki Amerikan karşıtı sol iktidarlara karşı sağcı gerilla ordularını
(Kontralar, UNITA) örgütlüyor, Afganistan üzerinden Yeşil Kuşak projesini
başlatıyor, Irak’ı tam on yıl sürecek bir savaş boyunca tepeden tırnağa
silahlandırarak İran’ın üzerine salıyor ve daha önemlisi Vietnam sendromunu
aşma yönündeki çabalarına hız kazandırıyordu. 1982’de Lübnan’a asker
çıkarılması, 1983’te Grenada’nın işgal edilmesi, 1986 ve 1988’de Libya’nın
bombalanması, 1989’da Panama’nın işgali, bu dönemde Amerika’nın emperyalist
saldırganlığında yeni bir tırmanışın başladığını gösteriyordu.
Eski düzenin sonu ya da “yeni dünya düzeni”
70’li yıllar, kapitalizmin ve büyük güçler arası ilişkilerin
gelişimi bakımından, baştan sona eski düzenden yeni bir düzene geçişte önemli
bir tarihsel kırılma noktasını, bir geçiş sürecini, temsil ediyordu. 70’lerin
başını ve sonunu gören bir kişi, geniş kamu harcamalarıyla karakterize olan
Keynesçi “Refah Devleti” kapitalizminin, hemen hemen tam istihdamın ve
sabitlenmiş altın-dolar kurunu ifade eden Bretton Woods sisteminin berhava
olup, bunun yerine neo-liberalizm olarak adlandırılan yeni bir yönelişin tüm
dünyayı sarmaya başladığına, kronik işsizliğin yeniden hortlayışına, reel
ücretler ve yaşam standartlarında gerilemelere ve Bretton Woods sisteminin lağvedilip
bugün hepimizin bildiği dalgalı kur sistemine geçildiğine tanık oldu.
Ancak, tarihsel önemdeki bu dönüşümler eski dünya düzeninin
çöküşünün bir yönünü temsil ediyordu. Bir süper güç olarak SSCB’nin varlığında
ifadesini bulan politik ve askeri Soğuk Savaş dengesi henüz yerinde duruyordu.
Ne var ki, ikinci bir on yılın ardından, '90
dönemecinde Stalinist Sovyet imparatorluğunun çökmesiyle birlikte, ikinci ve
nihai kırılma yaşandı, böylece eski düzenin temelleri tümüyle yerle bir oldu. '90 dönemeci hem İkinci Dünya Savaşının
1945’teki bitiminden bu yana süregelen ve Soğuk Savaş dönemi olarak
adlandırılan yaklaşık yarım asırlık bir tarihsel dönemin sonunu, hem de
1917’deki Ekim devrimiyle (ya da 1914’teki Birinci Dünya Savaşının
başlangıcıyla) açılan daha geniş çerçeveli bir tarihsel dönemin sonunu temsil
ediyordu.
Bu dönüm noktası genel anlamda dünya kapitalizminin lehine ve
aleyhine sonuçlar doğurduğu gibi, özel anlamda emperyalist güçler arasındaki
ilişkiler açısından ABD hegemonyasının lehine ve aleyhine sonuçlar da
doğurmuştur. Burada ilk elde söylenmesi gereken, artık ABD’nin tek süper güç
olarak kaldığı yolundaki yorumların aşırı ölçüde tek yanlı ve abartılı
olduğudur.
Sovyetler Birliği çöktüğünde, sanılanın aksine emperyalistler
külliyen sevinmediler. Şüphesiz onların çıkarına olan yönler vardı ve bunu
yabana atmak mümkün değildir. Bunlara aşağıda değineceğiz. Ancak işin nahoş
yönleri de vardı. Başta hiyerarşinin tepelerindeki emperyalist ülkeler olmak
üzere tüm kapitalist ülkeler, öncelikle işçi sınıfının muhalefeti olmak üzere
ülke içindeki her türlü politik ve toplumsal muhalefeti, SSCB umacısını bahane
ederek kontrol ediyordu. Sovyetler Birliği’nin varlığı, iç politik dengelerin
ayakta tutulmasında önemli bir etken olarak rol oynuyor, kapitalizmin
pisliklerinin üzerini örtmek için eşi bulunmaz bir örtü işlevini görüyordu.
Ancak sevincini buruk yaşayanlar arasında biri vardı ki, onun
burukluğu katmerliydi: ABD emperyalizmi. Zira ABD diğerlerinden farklı olarak
kapitalist yarıkürenin efendisiydi ve Soğuk Savaş dengelerinin kremasını yiyen
oydu. Düzen değişikliği gündeme geldiğinde, doğal olarak onun bu ayrıcalıklı
rolü de tartışmalı hale gelecekti. Böylece iktisadi süreçlerle politik ve
askeri süreçler arasında gelişme eşitsizliğinin işlemesiyle, ABD’nin daha önce
yitmiş olan iktisadi hegemonyasından sonra şimdi askeri ve siyasal
hegemonyasının en temel gerekçesi de ortadan kalkmış oluyordu. Bazı önde gelen
burjuva stratejistler bu konudaki üzüntülerini dile getirmişlerdir. Bunlardan
John Gaddis “Soğuk Savaşın iki-kutupluluğu barış davasına olağanüstü bir
hizmette bulunmuştur” derken, Batı Soğuk
Savaşı Yakında Neden Özleyecek gibi anlamlı bir başlığı olan yazısında John
Mearsheimer, “yakında Soğuk Savaşın sona ermesinden pişmanlık duymamız
olasıdır” demiştir.
Elbette buraya kadarı işin bir yönüdür. Madalyonun diğer
yüzünde ise gerçekten de kapitalizmin bir zaferi söz konusudur. Elbette
emperyalist beyin yıkama makinesi bu zaferin genel anlamda sosyalizm idealine
ve Marksizme karşı bir zafer olduğunu propaganda etti. “Tarihin sonu” teranesi
bunun görünümlerinden biriydi yalnızca. Oysa gerçek zaferin bununla bir ilgisi
yoktur. Kapitalizmin zaferi Stalinist bürokratik despotizme karşı kazanılmış
bir zaferdi. Bu zaferle, eskiden bürokratik despotik sömürünün pençesinde
kıvranan kitleler şimdi kapitalist ahtapotun kollarına düşüyorlardı. Kapitalist
sömürü ağına dahil edilecek yüz milyonlarla sayılan yeni kitleler (üstelik
yetişmiş bir insan gücü), zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarıyla uçsuz
bucaksız yeni topraklar, yeni pazarlar, yeni nüfuz alanları vs. vs., kısaca
yeni sömürü olanakları, elbette kapitalistlerin iştahla yalanmasına yol
açacaktı.
Bu durum kaçınılmaz olarak emperyalistler arasındaki
bastırılmış çelişkilerin önündeki baraj kapaklarının açılması anlamına
geliyordu. Bu yeni bir emperyalist rekabet selinin dünyayı sarmasını getirdi.
Almanya ve Japonya, Amerikan vesayetinden kurtulmanın gerçek koşullarının
oluşmasını şüphesiz sevinçle karşıladı.
Yeni rekabet tepişmesinin ilk evresinde, somut hamle ve
kazanımlar açısından baktığımızda, en atak davrananın ve mevcut halde en büyük
başarıyı sağlamış olanın Almanya olduğunu tespit etmek gerekiyor. Amerika’nın
kovboy çizmeleriyle dünya üzerinde dolaşıp sağa sola yıldırımlar yağdırmasına
aldanıp bu gerçeği ıskalamamak gerekir. Serinkanlılıkla baktığımızda şunları
görmemek mümkün değildir: Daha ilk ağızda Doğu Almanya’yı mideye indirerek
Avrupa’nın göbeğinde yaklaşık 80 milyon nüfuslu dev bir ülke haline gelen
Almanya, muazzam ekonomik gücüyle kısa sürede eski Sovyet nüfuz bölgesi olan
Doğu Avrupa’yı etki dairesine aldı. Önceleri Yugoslavya’nın birliğinden yana
olan genel emperyalist mutabakatı alenen bozarak, Hırvatistan ve Slovenya’yı
bağımsızlık ilân etmeleri konusunda kışkırtıp, Yugoslavya’nın bölünme sürecini
başlattı. Bugün Doğu Avrupa’nın aşağı yukarı tamamı ve Balkanların da önemli
bir bölümü Almanya’nın arka bahçesi durumuna gelmiş durumdadır. Almanya bu
ülkeleri AB’ye alarak hem bu ülkeler üzerindeki hakimiyetine çok daha kesin bir
biçim vermeyi istemekte, hem de onları AB içindeki daha dev boyutlu hakimiyet
mücadelesinde elini güçlendirecek destek kuvvetleri olarak kullanmayı
arzulamaktadır. Fransa ve İngiltere’nin AB’nin bu yönde genişleme stratejisine
ayak sürümelerinin nedeni budur. Öte yandan Almanya yüzyıllar üzerinden
değişmeyen ezeli “Doğu’ya Bastır” (Drang nach Osten) stratejisi uyarınca çok
daha büyük hedeflere de oynamaktadır: Rusya ve Orta Asya. Bütün Balkanlar,
Türkiye ve Kafkaslar bu vizyona dahildir.
Ama elbette Almanya’ya ilişkin bu “başarı” öyküsü de
yanıltıcı olmamalı. Gerçekte dünya bütününde SSCB’nin dağılmasının yarattığı
boşluktan doğan müstakbel nüfuz alanları için kapışma ne sona ermiştir ne de
Almanya’nın bu ilk kombine hamleleri sorunsuz, çelişkisiz olmuştur. Esasen giderek
azgınlaşan bir paylaşım mücadelesi yürümektedir ve zaten günümüzün dünya
konjonktürünün temel belirleyenlerinden birisi budur. Bu durum dünyanın birçok
bölgesinde ya yeni çatışma dinamikleri yaratmakta ya da mevcut sorunları yeni
katsayılarla çarpmaktadır.
Yine madalyonun bu yüzünde ABD açısından da doğan yeni
fırsatlar bulunmaktadır. ABD yeni doğan konjonktürde kendisini avantajlı duruma
getiren askeri ve politik üstünlüğünü kullanmakta tereddüt etmedi. Bunu bir güç
gösterisiyle ortaya koymak için hiçbir fırsatı kaçırmadı. 1991’de Irak’a
saldırdığı Körfez Savaşı bunu vahşice ortaya koyan bir güç gösterisiydi. Bu
savaş yeni döneme özgü emperyalist müdahaleler serisinin başlangıcını oluşturan
önemli bir dönüm noktasıdır. Bu savaşı yalnızca ABD’nin Ortadoğu’da kendi
lehine bir istikrar oluşturma ya da oraya yeni bir şekil verme, veya Irak’a
haddini bildirme olarak değerlendirmek yetersiz kalmaya mahkûm bir açıklama
olur. ABD kendi saldırı bahanesini oluşturmak için Saddam’ın Kuveyt’i işgal
etmesine yeşil ışık yakarak onu göstere göstere tuzağa düşürmüştür. Aksi
takdirde Saddam’ın böyle bir maceraya gireceğini düşünmek onun hakkında burjuva
medyanın yarattığı yarı-deli imajına kanmak olur. ABD hem Saddam’ın bu
niyetlerinden haberdardı, hem de bunu önlemek için gerekli araçlara sahipti.
Sorun ABD’nin esas olarak diğer emperyalist rakiplerine gözdağı vermek için
fırsat kollamasıydı. ABD birliklerinin Körfez’e henüz yığınak yapmayı
sürdürdüğü günlerde, başkan George Bush 11 Eylül 1990 tarihinde (ilginç bir
tesadüf!) Kongrede yaptığı konuşmada, doğan krizin “vahim olmakla birlikte Yeni
Dünya Düzenine (...) doğru ilerlemek için ender bir fırsat da sunduğunu” dile
getiriyordu.
Bush bununla, açılan yeni tarihsel dönemin anlamını dile
getiriyordu: “eski düzen sona ermiş ve dünya tarihinde yeni bir dönem
açılmıştır; bu yeni dönemde yeni bir düzene ihtiyacımız var.” Gerçekten de
dünya siyasetinin ana çizgilerini kırk yıldan uzun bir süre belirlemiş olan
eski düzen, yani Soğuk Savaş dönemi sona ermiş ve belirsizliklerle dolu yeni
bir dönem açılmıştı. Körfez Savaşı bu yeni dönemin neye benzeyeceği konusunda
tüm dünyaya gönderilen bir mesajdı. Amerikan emperyalizmi masaya yumruğunu
indirerek bu yeni düzenin patronunun kim olduğu konusunda “şüpheye” tahammülü
olmadığını gösteriyordu.
Ne var ki bu yumruğun rakipler nezdinde yeterli ölçüde ikna
edici olduğunu söylemek zordur. ABD’nin rakiplerini esas duruşta tutmak için
benzeri güç gösterilerine giderek daha fazla ihtiyaç duyması bunun en güçlü
delilidir. Gücün kendince bir “ikna” tarzı olduğuna şüphe yok. Ama bunun
sınırları olduğuna da şüphe yok.
Nitekim yeni sürecin Avrupa’nın uzun süreden beri ağır aksak
işlemekte olan birleşme eğilimine yeni bir itilim kazandırdığı aşikârdır.
Mevcut konjonktürde, gerçek anlamda birleşmiş bir Avrupa’nın ABD’nin hiç de
işine gelmeyeceği açıktır. Zaten Avrupa’nın birleşmesi yönündeki dinamiğin
gerçek dürtüsü, kıtasal ölçekte bir güç olan ABD’yle aşık atabilmektir. Bu
birleşme sürecinin nereye kadar gidebileceği ayrı bir tartışma konusudur. Ancak
şimdiye kadar katedilen mesafenin tahminleri aştığı da bir gerçektir. Her
şeyden önce Almanya Doğu Almanya’yı yutmuş, Doğu Avrupa’yı da adeta kendi
vassal devletlerinden oluşan bir arka bahçe durumuna getirmiştir. Ve daha önce
tanklarla gerçekleştiremediği Avrupa’nın Alman emperyalizmi hegemonyasında
birleştirilmesini şimdi “uygar” ekonomik vasıtalarla gerçekleştirme yönünde
kuvvetli adımlar atmaktadır. Birleştirici dinamiğin ardındaki en büyük güç
Alman kapitalizmidir. Bu dinamik temelinde ABD ve Japonya’ya karşı bir “Avrupa
kalesinin” inşası eşyanın tabiatı gereğidir.
Elbette bu basitçe bir “ülkenin” isteği değil, bugünkü
gırtlak gırtlağa rekabet koşullarında Avrupa tekellerinin zorunlu isteğidir. Bu
tekeller ABD ve Japon tekellerine karşı 370 milyonluk dev bir nüfusu temsil
eden dünyanın en büyük pazarının rakipsiz efendisi olmak istiyorlar. Bu bölgede
sermaye ve meta dolaşımının önündeki tüm engelleri kaldırıp, her türlü
çıkıntıyı düzlemek istiyorlar. Bu dürtü Avrupa’yı ekonomik olarak birleştirme
yolundaki çabaları günümüzde tek bir para biriminin uygulamaya sokulmasına
kadar getirmiş durumdadır. Bunun çeşitli çelişkiler nedeniyle tutup tutmayacağı
ayrı bir sorundur.
Aynı şekilde ABD ve Japonya da kendi çevrelerinde korunaklı
serbest ticaret bölgeleri inşa etmeye çalışıyorlar. ABD öncülüğünde kurulan ve
Kanada ve Meksika’yı içeren serbest ticaret anlaşması NAFTA ile Japonya’nın
doğu ve güneydoğu Asya’da oluşturmaya çalıştığı birlik aynı eğilimin
ifadeleridir. Bu eğilim bugün dünya
konjonktürünü belirleyen temel eğilimlerden biridir. Dünya bu üç büyük
emperyalist gücün ekseninde, birbirine rakip, yeni öbekleşmelere ve bu temelde
yeni kutuplaşmalara tanık olmaktadır.
Genel anlamda ticaret bloklarının oluşması eğilimi dünya
pazarını büyük paftalara ayırmakta ve bu, kaçınılmaz olarak bunlar arasında
gümrük duvarlarının yükselmesi, ticaret savaşları ve korumacılık
uygulamalarının gelişmesi ihtimalini gündeme getirmektedir. Şu anda Amerika tek
başına dünya ithalatının yüzde yirmiye yakın bir bölümünü çekmektedir. Daha
önce değindiğimiz gibi ABD’nin dış ticaret açığı devasa boyutlara ulaşmaktadır.
Şu anda bu açık yarım trilyon dolar düzeyindedir. Bu durum ABD’yi bazı korumacı
önlemler alma yönünde zorlamaktadır. Zaten ABD halihazırda sayısız meta için bu
tür koruyucu gümrükler, kotalar uygulamakta ve bu nedenle başta Avrupalı
emperyalistler, Japonya ve Çin olmak üzere diğerlerinin protestolarına hedef
olmaktadır. Öte yandan ABD de Avrupa ve Japonya’yı birçok konuda korumacılıkla
suçlamakta ve onların çeşitli bahanelerle uyguladıkları yasakları kaldırarak
daha çok Amerikan malı ithal etmeleri yönünde baskı yapmaktadır. Tüm serbest
ticaret söylemine rağmen, Dünya Ticaret Örgütü toplantılarının giderek daha
çetin geçmesi ve hatta sonuçsuz kapanmasının ardında yatan olgu, giderek
sertleşen bu kapışmalardır. Yaklaşık son on yıldır dünya ekonomisinin bir boom
içinde olmasına rağmen durumun böyle olması, bir kriz döneminde işlerin daha da
karışabileceği ihtimalini akla getiriyor. Bu tür eğilimler 1930’ları andırıyor.
O dönemde de benzer eğilimler tırmanışa geçmiş ve 1929’da patlak veren çöküşün
genel bir dünya depresyonuna dönüşmesinde önemli rol oynamıştı. Sürecin sonunun
vardığı yer ise bilindiği gibi emperyalist dünya savaşı oldu.
Nitekim bugünün dünyasında militarizmin de her anlamda
tırmanıyor oluşu tabloya mükemmelen uymaktadır. Emperyalistlerin Sovyetler
Birliği’nin çöküşünden sonra vaat ettikleri “barış çağının” gerçek anlamı,
silahlı çatışmaların her yerde tırmanması, silahlanma harcamalarının dev
boyutlarda devam etmesi, yeni ve dev silah projelerinin ortalığı sarması, yeni
orduların kurulması, emperyalistlerin doğrudan müdahalelerinin hız kazanması,
silahsızlanma anlaşmalarının yırtılıp atılmasıdır. Kibar salonlardaki ve gazete
sayfalarındaki sözlerin aksine, emperyalistlerin hiç de barışçıl bir dünyaya
hazırlanmadıkları gün gibi ortada. Onlar tüm bu gelişmeleri dünyaya “insani
misyon”, “barış gücü”, “ahlâki dış siyaset” vb. birtakım ideolojik kılıflarla
sunuyorlar. Gerçekte bu emperyalist kan emicilerinin barışla, insani misyonla
zerrece alâkaları yoktur. Onlar için önemli olan yalnız ve yalnızca soğuk
çıkarlardır. Lenin, savaşın “korkunç” olduğunu söyleyen birine, “evet, korkunç
kârlı” demişti. Kapitalizmin barbarlık kaydı kendisinden önceki barbarlık
biçimlerini fersah fersah geride bırakmıştır. Bugün gezegenimizi bir şeftali
gibi yaracak kadar korkunç yıkım araçları, insanlığın başının üzerinde Damokles
kılıcı misali sallanmaktadır. Bunun için sadece ve sadece birkaç düğmeye
basmanın yeterli oluşu bile kapitalizmin nasıl, Lenin’in dediği gibi “sonu
gelmez bir dehşet” olduğunu gözler önüne serer.
Bu eğilimlerin doğal bir parçası olarak dünya genelinde
silahlanma harcamaları kısa bir duraklama evresinin ardından şimdi yeniden
yükselme eğilimindedir. SIPRI verilerine göre 1998 yılında 90’ların minimum
düzeyine gerileyen silahlanma harcamaları, bu yıldan itibaren yıllık %3
düzeylerinde artmaya başlamıştır. 2000 yılı verilerine göre kişi başına
silahlanma harcaması 130 dolardır ve bu dünya gayri safi hasılasının yüzde 2,5’ini
oluşturmaktadır. Bir başka veri ise son dönemde dünya silahlanma harcamalarının
bir trilyon doları geçmiş durumda olduğunu ortaya koyuyor. Bu son veriye göre
kişi başına silahlanma harcaması yaklaşık 166 dolar ve dünya hasılası içindeki
oran da %3,1 olmaktadır. Aynı veri seti Amerika’da kişi başına yıllık
silahlanma harcamasının 804 dolar, Fransa’da 642 dolar, Britanya’da 484 dolar,
Almanya’da 355 dolar olduğunu ortaya koyuyor. Bu veriler burjuvazinin tepeden
tırnağa silahlandığını ve bunu daha da ilerletme eğiliminde olduğunu
gösteriyor. Elbette burjuvazi hoşluk olsun diye silahlanmıyor. Kendisini hem
içerde hem dışarıda ufukta görünen yeni çatışmalara hazırlıyor.
Öte yandan, özellikle ABD, tam bir ikiyüzlülükle başkalarına
atıp tutarken, biyolojik ve kimyasal silah cephaneliğini muhafaza etmekte ve bu
konudaki uluslararası anlaşmalara imza koymaya yanaşmamaktadır. Ayrıca aynı ABD
hem bir yandan daha önce imza koyduğu antibalistik füze anlaşmasını artık
tanımayacağını küstahça ilân edebilmekte, hem de diğer yandan nükleer deneme
yasağını delmeye hazırlanmaktadır.
ABD’nin son dönemde yeniden ısıtılan Yıldız Savaşları
projesi, silahlanmanın boyutlarının bilimkurguya özgü dehşet tahayyülleri
sınırına yaklaştığını göstermektedir. Amerikan emperyalizmi bu gibi projelerle,
henüz tartışmasız olan askeri güç ve teknoloji alanındaki üstünlüğünü, diğer
alanlarda yitirmiş olduğu hegemonyayı yeniden tesis etmekte bir avantaj olarak
kullanmaktadır. ABD’nin diğerlerini hep küçük düşürecek ve oflaya puflaya onun
peşine düşmelerine yol açacak biçimde ikide bir BM ve NATO şemsiyesi altında
yeni emperyalist saldırı kampanyaları tertiplemesinin en temel nedenlerinden
biri budur. Eski ABD başkanı Reagan’ın 6 Aralık 1992’de Oxford Üniversitesinde
yaptığı bir konuşmada söylediği şu sözler ilginçtir: “İroniktir ki, komünist
tiranlığın sonu Batının yüceltici, ortak amacının çoğunu elinden almıştır...
Eğer komünizmin çöküşünün bize sunduğu umudu gerçekleştireceksek, dünyanın
demokrasileri uluslararası ilişkilerde daha sıkı insancıl standartları dayatmak
zorundadır. Önerdiğim şey, askeri gücün demir yumruğuyla desteklenen insancıl
bir kadife eldivendir.”
Körfez Savaşıyla açılan bu yeni müdahaleler dizisi daha sonra
Somali, Bosna, Kosova ve nihayet Afganistan’a uzandı. Önümüzdeki günlerde
Irak’ın yeniden benzer bir saldırıya uğraması neredeyse kaçınılmaz gibi
görünüyor. İştahı kapanmayan emperyalist canavar bu arada son günlerde yaptığı
açıklamalarla bir “şer mihverinden” söz ederek, ufka İran ve Kuzey Kore’yi de
yerleştirmeyi ihmal etmiyor. Her şey fazlasıyla, 80’lerin başında Reagan’ın
Sovyetler’e karşı başlattığı “Şer İmparatorluğu” kampanyasına ve 90-91’deki
Irak düşmanı kampanyaya benziyor. Kapitalizmin, hegemonya krizleriyle de
örtüşen iktisadi krizleri nüksettikçe militarist kampanya hız kazanıyor.
Üstelik bu yeni zorbalık dalgasına uluslararası bir meşruiyet kazandırmak için
yasal kılıf da hazırlanıyor. 1999’da NATO zirvesinde, ta 1648 Westfalya
antlaşmasından beri tam üç buçuk asırdır uluslararası ilişkilerde norm olan “içişlerine
karışmama” ilkesinin tarihe gömülmesi bunun en önemli adımlarından birini
oluşturuyor.
Emperyalistler arası çelişkilerin açığa çıkışıyla ilgili
olarak bir önemli husus da, ABD’nin, emperyalist ittifakı kendi hegemonyası
altında tutma çabaları açısından kilit bir önemi olan NATO’nun durumudur. 6
Temmuz 1990’da Londra’da toplanan NATO zirvesinde SSCB’nin artık düşman
olmadığı ilân edildi. Bu aslında NATO’nun varlık sebebinin (raison d’être)
ortadan kalkması anlamına geliyordu. Nitekim NATO’nun artık anlamını
yitirdiğine ilişkin tezler birdenbire ortalığı sardı. Elbette bu tezi ortaya
atanlar esasen Avrupa burjuvazisinin meramını dillendiriyorlardı. NATO,
yukarıda açıkladığımız gibi ikinci paylaşım savaşının sonundaki dengelere göre
kurulmuş bir örgüttü ve görünüşte eşit ülkeler arasında bir ittifak olmasına
rağmen, gerçekte ABD hegemonyasını cisimleştiren bir kurumdu. Dengelerin
oluştuğu zeminin değişmiş olması, kaçınılmaz olarak sıranın NATO konusuna
gelmesi sonucunu doğuracaktı. Bu durum ABD’nin NATO’yu ayakta tutmak için yoğun
çaba harcamasına yol açtı. Bu çabanın en önemli yönü, kuşkusuz, her şey bir
yana ona yeni bir varlık sebebi kazandırmaktı. İdeolojik gerekçelendirme için
yeni tehdit ve düşmanlar uyduruldu: uluslararası terörizm, İslamcı terörizm,
uyuşturucu kaçakçılığı vb. vb. Dönemin NATO genel sekreteri Willy Claes
özellikle İslamcı köktendinciliği vurgulayarak NATO’yu bu tehdit üzerine
gerekçelendirmeye çalıştı. Ne var ki bu yeni umacı adaylarının cüssesinin
Sovyetler Birliği’nin yerini doldurmaya yetmeyeceği aşikâr olduğundan, bunun
kamuoyu nezdinde inandırıcılığı pek zayıf oldu. O günden bu yana ABD yeni
düşman yaratma ve bunlara inandırıcılık kazandırma konusunda zorlu bir çaba
içine girdi. Birdenbire terörist devletler ya da “haydut devletler” listeleri
oluşturulmaya, bu devletlerin sahip olduğu “korkunç” silahlar hakkında
efsaneler yazılmaya, bu devletlerin işlediği insanlık dışı suçlardan söz
edilmeye başlandı.
Keza emperyalist metropollerde İslamcı terörizme mal edilen
veya zaten daha önce (ya da halen) CIA denetimindeki bu güçlere sipariş edilen
gösterişli terör eylemleri peyda oldu: 1993’te CIA ajanı olduğu iyi bilinen
“kör imam” lakaplı bir yobaz tarafından örgütlendiği söylenen Dünya Ticaret
Merkezinin bombalanması; ardından 1995’te, yine İslamcı terörizme mal edilen,
ama sonra tuhaf bir yargı skandalları dizisinin ardından faşist bir meczupmuş
gibi sunulan eski bir askerin gerçekleştirdiği “ortaya çıkarılan” Oklahoma
hükümet binasının havaya uçurulması; ve nihayet 2001’deki 11 Eylül saldırıları.
Ancak askeri müdahaleler dizisi boyunca ABD’nin ezici askeri
güç gösterisine maruz kalan Avrupa emperyalizmi, özelikle son Kosova savaşında
içine düştüğü rahatsız edici acz görüntüsünün ardından bir bağımsız Avrupa
ordusu oluşturma çabasına hız vermekten geri durmadı. ABD Avrupa’nın bu
çabasına tam olarak engel olamayacağını bildiğinden, onu elden geldiğince kendi
kontrol alanı içinde tutmaya gayret etmektedir. Avrupa’nın kuracağı yeni
ordunun NATO şemsiyesinin dışına çıkmamasına uğraşmaktadır. Öte yandan bu işin
kendisine elden geldiğince ucuza patlamasına çalışan Avrupa da, mevcut NATO
imkânlarından yararlanmak için şimdilik buna rıza göstermektedir. ABD
Avrupa’nın bu perspektifin dışına çıkmasına yol açacak çıkıntıları ortadan
kaldırmada üstüne düşeni yapmaktadır. Örneğin, kendine özgü sebepleri nedeniyle
NATO üzerinden Avrupa ordusuna taş koymaya çalışan sadık müttefiki Türkiye’nin
(üstelik son dönemde kendisi için stratejik önemi daha da artmış olmasına
rağmen) kolunu bükmekte tereddüt etmemiştir.
Almanya ve Japonya’da parlamentoların sancılı oturumlardan
sonra 1945’ten bu yana ilk kez yurtdışına asker gönderme kararları almaları, bu
uğurda anayasalarındaki engelleri ortadan kaldırmaları, militarist gelişmelerin
belki de en manidar olanlarıydı. Almanya Kosova Savaşıyla birlikte 1945’ten bu
yana ilk kez Avrupa’da başka bir ülkenin topraklarındaki askeri harekâta
katıldı. Her ne kadar bu katılım mütevazı ölçülerde olduysa da bunun sembolik
anlamı büyüktür.
Emperyalistler arası çelişkilerin geçirdiği bu evrimin yanı
sıra, '90 dönemeciyle birlikte, 70’li
yıllardaki ilk kırılmadan sonra başlamış olan ve yukarıda kısaca değindiğimiz
neo-liberal etiketli gericilik dalgası şaha kalktı. İşçi sınıfının birçok
kazanımı, Sovyet tehdidinin de ortadan kalkmasıyla birlikte, yeni bir şevkle
budanmaya başlandı. Özelleştirmeler, iflâs ve tasfiyeler, şirket küçülmeleri ve
birleşmeleriyle dayatılan işsizlik genel olarak katlanarak artışını sürdürdü.
İşi olanlar için de çalışma saatleri arttı, çalışma koşulları ağırlaştı, sosyal
güvencelerden yoksun part-time çalışma, esnek çalışma, taşeronlaşma gibi
uygulamalar hızla yaygınlaştı, sosyal hak ve güvenceler (işsizlik, emeklilik,
sağlık sigortası, göçmen işçilerin durumu vb.) hepsi giderek gerilemeye
başladı. Aynı olgu kaçınılmaz olarak sendikal kazanımlarda da görüldü.
Sendikalaşma oranları sistematik olarak düştü, sendikaların sağa kayışları hız
kazandı ve buna paralel olarak güç ve etkinlikleri zayıfladı.
Bununla yakından ilişkili olarak, politik yelpazenin ağırlık
merkezi bir bütün olarak sağa kaydı. Zaten uzun süredir düzenin kâhyalığını
yapmakta olan sosyal demokrasi, bu dalgayla birlikte, yirminci yüzyıl içinde,
biri Birinci Dünya Savaşı dönemecinde, diğeri İkinci Dünya Savaşı dönemecinde
olmak üzere geçirdiği iki metamorfoza ilâveten, bir üçüncüsünü daha geçirerek
iyice sağa kaydı. İngiltere’de İşçi Partisinin başına Blair’in geçmesiyle en
belirgin ifadesini bulan bu eğilim (Blairizm olarak da adlandırılmaktadır)
giderek diğer Avrupa ülkelerine de yayılmaya başladı. Çöküşün bir nebze daha
ağır etkilemesi dışında Avrupa’daki Stalinist Komünist partiler için de durum
aşağı yukarı aynı oldu. Onlar yalnızca sosyal demokrasiyi bir adım arkadan
takip ediyorlardı. Kaldı ki bu partiler zaten daha 70’lerde Avrupa komünizmi
olarak bilinen çizgiyi benimseyerek bu yola oldukça erken bir dönemde
girmişlerdi. Sağa kayış sadece bunlarla sınırlı kalmadı. 60’ların sonu ve
70’lerde sahneye çıkan sözde radikal sol “yeni hareketler”, feminizm, çevreci hareket
vb., bunların hepsi gerçek yüzlerini kısa sürede ortaya çıkararak gerici koroda
yerlerini aldılar. Önüm arkam sağım solum, artık herkes liberaldi.
Gerek maddi plandaki, gerekse de siyasal yelpazedeki bu
değişimin iki önemli sonucu daha oldu. Birincisi, kitlelerde genel bir
demoralizasyon ve ümitsizlik duygusunun yaygınlık kazanmasının bir ifadesi
olarak depolitizasyon, ikincisi, hem bununla hem de özellikle kronik işsizlikle
sıkı sıkıya bağlantılı olarak faşizmin yükselişi. Bugün faşist partiler çeşitli
Avrupa ülkelerinde %20’leri geçen oy oranlarına ulaşmış, hatta Avusturya’da
iktidara kadar yükselmiş durumdadırlar. Seçim başarıları işin sadece bir
yüzüdür. Göçmenlere ve aşağı görülen ırk ve uluslara mensup insanlara yönelik
saldırılar, ayrımcı uygulamalar genel olarak artmaktadır. Tablonun bu unsuru da
İkinci Dünya Savaşı öncesi konjonktürü çağrıştırmaktadır.
Tabloyu bütünleyen bir başka husus da, emperyalist
burjuvazinin fırsattan istifade, burjuva demokrasisinin sınırlarını giderek
daraltmaya başlamasıdır. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından nasıl
dünyaya yeni bir barış, refah ve huzur dolu günler geleceği palavrası
pompalandıysa, aynı şekilde özgürlüklerin de genişleyeceği, demokrasi ve insan
haklarının daha da gelişeceği palavrası da dolaşıma sokuldu. Oysa, zaman zaman
ikincil ve makyaj kabilinden kimi değişikliklerle göz boyanırken, insanlığın
yüzlerce yıllık acılı mücadelelerinin meyvesi olmuş temel özgürlükler sessizce
ve birer birer budanmaya, Orwell’in Büyük Biraderini aratmayacak polis devleti
uygulamaları despotça hayata geçirilmeye başlandı. Büyük kentlerin önemli
ölçüde sistematik kamera takibine alınması, sistematik fişleme, sansür,
göçmenler üzerinde artan yasal, idari ve polisiye baskılar, toplantı ve gösteri
hakkına yönelik kısıtlamalar, grev ve sendikal haklara yönelik yasal ve fiili
kısıtlamalar, işkence ve polis zorbalığında sistematik artış vb., bu gerici
baskıcı eğilimin yansımaları olarak yaygınlaşıyor.
Öte yandan neo-liberal etiketli gericilik dalgasının dünyanın
geri kalanı üzerindeki etkileri daha da vahim oldu. Doğu Avrupa ve eski Sovyet
cumhuriyetlerinde Stalinist diktatörlülüğün yıkılışının ardından buralara bir
aç kurt gibi dalan kapitalist barbarlık, çürümüş bürokrasiyle el ele verip, bu
ülkelerdeki çalışan yığınları inanılmaz bir yıkıma sürükledi. İşsizlik,
yoksulluk, sefalet, açlık, tüm bildik acı toplumsal sonuçlarıyla birlikte
(yüksek öğrenim görmüş, hatta birkaç diplomalı, son derece kalifiye kadın
işçilerin Türkiye gibi bir ülkeye gelip hizmetçilik, fahişelik yapmak zorunda
kaldıklarını hatırlamak yıkımın boyutları hakkında bir fikir verir) bu ülkeleri
kasıp kavurdu.
Yine bu yeni dönemde, azgelişmiş ülkelerde yaşayan
milyarlarca insan, yukarıda gelişmiş kapitalist ülkeler için anlatılan
toplumsal sonuçları daha şiddetli katsayılarla yaşamaya başladılar. Açlık,
sefalet, işsizlik, mahrumiyet, hızla büyüyen eşitsizlik vs. yanı sıra, bu
ülkeler önceki dönemde istifade ettikleri dengelerin bozulması nedeniyle
emperyalistler karşısında iktisadi ve politik olarak göreli bağımsız hareket
etme kapasitelerini geçmişe nazaran yitirdiler. Dünya ekonomisine daha derin
bir entegrasyonun kaçınılmaz olması nedeniyle bu ülkelerin uluslararası
sermayeye bağımlılıkları daha da arttı. Bir yandan borçların giderek artması,
iç pazar üzerindeki denetimlerin giderek kalkması, gümrükler, sermaye
kontrolleri vb. tüm korumacı uygulamaların yavaş yavaş terk edilmesi, IMF ve
Dünya Bankası’nın giderek bu ülkeleri daha doğrudan kontrol eder hale gelmesi,
emperyalistlerin ıslığıyla eskiden olmadığı kadar hızlı ve muntazam hizaya
geçilmesi vb. hep bu olgunun görünümleridir. Aynı şekilde bağlantısızlar
hareketinin de esamisi kalmadı, vs. vs. Elbette bunları, solun büyük bölümünün
yaptığı gibi “bağımsızlığımız elden gidiyor” diye dövünmek ve devamla buna
karşı bir milliyetçi, üçüncü dünyacı, küçük-burjuva perspektifin bahanesini
döşemek için değil, olguyu tespit için söylüyoruz. Sol, özellikle Stalinist
sol, bu ezeli burjuva tuzağına, bile isteye basmaktan hiç bıkmadı. Oysa işçi
sınıfının gerçek çözümü, üretici güçlerin dünya çapındaki gelişimi sayesinde
her geçen gün daha da kokuşan bir kabuk haline gelen ulus-devleti kurtarma
gayretkeşliğine kapılıp milliyetçilik taslamak değil, bir parçası olduğu dünya
işçi sınıfıyla birlikte kapitalizmi dünya çapında yerle bir etmektir.
Devletler için söz konusu olan, elbette, üç aşağı beş yukarı
benzer bir politik yoldan ilerleyen, ancak henüz iktidar olamamış hareketler
için de söz konusuydu. Bir anlamda eski dünya konjonktürüne özgü bir alet
kutusuyla yola çıkan ulusal kurtuluş hareketleri, konjonktür değişimiyle
birlikte bu avadanlığı adım adım terk etmek zorunda kalmıştır. Küçük-burjuva
milliyetçiliğinin tabiatını anlamayıp ona boyundan büyük misyonlar yükleyenler
elbette bu değişim karşısında çok dövünüp sızlandılar. Oysa ulusal kurtuluş
hareketleri, kendi tabiatlarına çok uygun bir şekilde dönemin koşullarına
uyarlanıyorlardı. Bu tüm dünyada yaşandı. FKÖ’den tutun ANC’ye (Afrika Ulusal
Kongresi) kadar, hatta IRA’dan tutun Latin Amerika’daki gerilla hareketlerine
kadar hemen tüm akımlar kaçınılmaz olan bu ehlileşme ve liberal terbiye
tornasına girdiler.
'90 dönemeciyle gelen
yeni gerici dalga, özellikle azgelişmiş dünyada başka musibetler biçimine de
büründü. Tüm politik dengelerin sarsılmış olması, eski politik kanalların
anlamlarını yitirmesi, derinleşen sefaletin beslediği koyu yabancılaşma,
emperyalistlerin de çomaklamasıyla, kısa sürede şovenizmin,
mikro-milliyetçiliğin, etnik, kabilesel, dinsel, mezhepsel çatışma ve
boğazlaşmaların başta Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya ve Afrika olmak
üzere dünyanın büyük bölümünde tırmanmasını getirdi. Sadece Ruanda’da
sömürgeciliğin mirası olan husumetlerin kızıştırılması sonucu yaşanan kabileler
boğazlaşmasının 2 milyon insanın hayatına mal olduğunu hatırlamak, bu eğilimin
boyutları hakkında bir fikir vermeye yeter.
Özellikle eski sömürgelerde ulusal kurtuluş hareketlerine
önderlik etmiş sol eğilimli ya da görünümlü burjuva ve küçük-burjuva akımların
kaçınılmaz biçimde yozlaşarak iflâs etmeleri, çok geniş bir coğrafyada İslamcı
köktendinciliğin doğan boşluktan beslenmesini sağladı. Elbette bu akım sadece
nesnel zeminin elverişliliği sayesinde palazlanmadı. Emperyalist patron ABD,
komünizme karşı mücadele uğruna bu akımı uzun yıllar boyunca besleyip
örgütlemiş ve bugünkü etine buduna kavuşması için onu her bakımdan donatmıştı.
Kısa sürede gelişip serpilen bu gerici akım yakın zamana kadar Türkiye dahil
birçok ülkede en güçlü politik akım durumuna geldi. İran ve Afganistan gibi
ülkelerde iktidara gelmeyi başaran ve uluslararası ölçüde yaygınlaşan bu akım,
emperyalist sömürü ve aşağılamanın dünya halklarında yarattığı öfkenin bulduğu
bir çıkış kanalı oldu. Başka alternatiflerin sahneden silindiği koşullarda,
Batı karşıtı demagojik bir anti-emperyalist söylem geliştiren ve geleneksel
dayanışmacı değerlere sarılmayı öğütleyen (ve bunu belli ölçülerde örgütleyen)
mesajlar şüphesiz bunda etkili oldu.
Mevcut Durum: Sonuçlar ve Olasılıklar
Bugünün dünyasını belirleyen tüm temel olgu ve eğilimleri tek
bir özet ifadede toplamak mümkündür: tüm dünyayı saran çok boyutlu ve derin bir
kriz. Bu krizin en belirleyici iki öğesi, kapitalist dünya ekonomisinin krizi
ve emperyalist hiyerarşide buna eşlik eden hegemonya krizidir.
Yukarıda değindiğimiz gibi kapitalist dünya ekonomisinin İkinci
Dünya Savaşı sonrası içine girdiği uzun yükseliş dönemi 70’lerin ilk yarısında
sona ermişti. Ancak kapitalizmin Marx tarafından çözümlenmiş olan çevrimsel
ekonomik krizleri ne bu uzun yükseliş döneminde yürürlükten kalkmıştı ne de
sonra. 6 ilâ 10 yıl arasında değişen periyotlarla bu çevrimsel krizler yaşandı.
Ne var ki, uzun yükseliş dönemi içinde bu çevrimsel krizler daha hafif
geçerken, sonrasında giderek daha ağır ve sancılı geçmeye başladı. Bu
çevrimlerin sonuncusu 90’lar boyunca yaşandı. Bu yıllar içinde dünya ekonomisi
çevrimsel bir boom içindeydi. Ancak öyle görünüyor ki, bu kez çevriminin sonunu
belirleyen kriz, 1929 depresyonundan beri görülmemiş ölçüde derin, yaygın ve
eşzamanlı olmaya aday. Aklı başında birçok burjuva stratejist bile bunu itiraf
ediyor. Tüm göstergeler dünya kapitalizminin bu krizden, önceki çevrimlerindeki
kadar kolay kurtulamayacağını gösteriyor. Krizin derinliği ve farklılığı, en
son örnekleri Türkiye ve Arjantin’de ortaya çıkan sayısız öncü sarsıntılarla
hissediliyor.
Sınıflar arasındaki çelişkilerin tüm dünyada giderek
keskinleştiği ve sınıf mücadelelerinin yükselişe geçtiği gün gibi aşikâr.
Arjantin’de birkaç hafta içinde beş başkan birden harcayan kitlelerin
ayaklanması bunun yalnızca en son örneği. Arjantin’e gelmeden önce, 1997’de
Arnavutluk’ta iktidarı ele almaya varan halk ayaklanmasına, 1998’de
Endonezya’da dalga dalga gelerek Suharto’yu götüren halk ayaklanmalarına, 2000
ve 2001’de Ekvator’da kitlelerin birkaç gün süreyle özörgütlenmelerle iktidarı
bile ele geçirmelerine yol açan ayaklanmalara tanık olduk. Bunlar yalnızca en
uç noktalar. Daha küçük çaplı sayısız patlamalar dağın geri kalanını
oluşturuyor. Azgelişmiş kapitalist ülkelerde durum buyken gelişmiş kapitalist
ülkelerde de 1999’da Seattle ile başlayan ve tüm dünyada geniş yankılar
uyandıran anti-kapitalist içerikli eylemler, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak
şekilde önümüzde yepyeni bir dönemin açıldığını gösteriyor. Bu eylemler
dizisinin son önemli halkasını oluşturan Cenova gösterilerinde, “Batılı,
çağdaş, uygar, demokratik” burjuva devletin işi can almaya kadar vardırması,
Batıda da düzen güçlerinin gelişmelerden ne ölçüde kaygılandığını ortaya koyan
bir dönüm noktasını işaretliyor. Tüm olgular devrimci dinamiklerin dünya
ölçeğinde yeni bir yükseliş eğilimine girdiğini ve çöküş sonrası hakim olan
karanlık atmosferin dağılmaya başladığını gösteriyor. Ama aynı zamanda
“demokratik” Batı da dahil, genel olarak burjuva düzen cephesinde otoriter
eğilimlerin su yüzüne çıktığını da gösteriyor. Aslında son birkaç yıldır NATO
stratejilerinde yer almaya başlayan “asimetrik savaş” vb. şifreli kavramların
altında yatan gerçek, NATO’nun, bu yeni tarihsel çerçeveye uygun olarak,
yeniden bir uluslararası karşı-devrim, bir iç savaş örgütü olarak örgütlenme
çabasıdır.
Krizin bununla örtüşen diğer temel boyutu, yazı boyunca kaba
hatlarını çizmeye çalıştığımız hegemonya krizidir. Bir zamanlar Britanya’nın ve
ABD’nin olduğu gibi, her yönüyle hegemonik bir emperyalist güç şu anda mevcut
değildir. Emperyalist hiyerarşi sarsılmış durumdadır. Güç dengeleri gerçek
oranları yansıtmamakta ve bu orantısızlık, krizin de şiddetlendirmesiyle
emperyalistler arası çelişkileri İkinci Dünya Savaşının bitiminden bu yana
görülmemiş ölçüde kızıştırmaktadır. Dünyanın yeniden paylaşımı şiddetle kendisini
dayatmaktadır.
Bu kapışmada üç ana güç ABD, Almanya ve Japonya’dır. Bunlar
özellikle ekonomik olarak en güçlülerdir ve her biri kendi çevresinde ekonomik
bloklar oluşturmaya çalışmaktadır. ABD, kendi çevresine Kanada ve Meksika’yı
alarak NAFTA’yı oluşturmuştur. Almanya çok daha derin kapsamlı bir birlik
olarak Avrupa Birliğini ABD gibi federal devlet haline getirmeye çalışıyor.
Japonya da genel olarak doğu ve Güney doğu Asya’da Filipinler, Tayvan, Güney
Kore, Singapur, Endonezya, Malezya vb. ülkeleri etrafında toplayarak bir
ekonomik birlik yaratmaya uğraşıyor. Japonya gerek bölgesini etrafına çekmede
gerekse de ekonomik gücünü politik ve askeri alana tahvil etmede henüz
diğerlerinden geridedir. Bu nedenle ekonomik konular dışında kapışmanın ana
aktörleri ABD ve Almanya’dır. Ancak Almanya da henüz ekonomik gücüne denk bir
politik ve askeri güce kavuşmuş değildir.
Bu emperyalist odaklardan oluşan üçgenin yanı sıra oyun
sahasında yer alan iki büyük oyuncu daha bulunmaktadır: Rusya ve Çin. Bunların
her ikisi de kendine özgü orantısızlıklar barındıran güçler olarak farklı bir
kategori oluşturmaktadır. Büyük bir süper gücün asıl mirasçısı olan Rusya,
çöküşten sonra yaşadığı derin kaos ve dağınıklığın ardından son yıllarda
belirli ölçüde toparlanmış durumdadır. Şüphesiz Rusya’daki muazzam patlayıcı
çelişkiler olduğu yerde durmaktadır. Ancak Stalinist bürokrasinin burjuvalaşma
süreci kaotik bir evreden geçerek nihayetine varmış ve bürokrasi yeni sınıfsal
temellerde iktidarını göreli bir istikrara kavuşturmuş görünmektedir. Ne var
ki, bu oyunda, eski SSCB’nin olduğu gibi Rusya’nın da (ve şüphesiz ondan daha
fazla) durumunu belirleyen önemli bir faktör gerçek ekonomik gücünün ötesinde
bir askeri gücünün olmasıdır. Öte yandan kaynaklarının büyüklüğü, yetişmiş
insan gücü, uçsuz bucaksız coğrafyası, jeopolitiği ve büyük güç oyunu oynamaya
idmanlı kadroları ve gelenekleri onu önemli kılan faktörlerdir.
Çin ise bazı bakımlardan Rusya’ya benzemekle birlikte, kimi
önemli farlılıklar taşımaktadır. Her şeyden önce Çin bürokrasisi, Rus
bürokrasisinden farklı olarak kapitalistleşme sürecini devletin demir elinin
kontrolünde yürütmekte ve sürecin doğurduğu her türlü toplumsal tepkiyi ve
merkezkaç eğilimi acımasızca ezmektedir. Rusya’ya göre çok daha büyük bir
ekonomik güç olan Çin, son yıllarda yüzde 10’lar düzeyinde gerçekleşen muazzam
bir büyümeyle dikkat çekmektedir. 1,3 milyarlık nüfusu ve yine uçsuz bucaksız
coğrafyasıyla Çin, kapitalistlerin ağzının suyunu akıtmaktadır. Beri yandan,
Rusya kadar olmasa da önemli bir askeri güç olarak göz korkutmaktadır.
Ancak Çin, muazzam bir büyüme hızı ve büyük bir süratle
ilerleyen kapitalist dönüşümle birlikte inanılmaz çelişkileri bağrında taşıyan
bir yapıyı günden güne olgunlaştırmaktadır. Demir yumruğun bu dönüşüm sürecini
“kazasız belâsız” tamamına erdireceğini düşünmek zordur. Çin er geç büyük
patlamalara tanık olacaktır. Tienanmen bunun sadece erken bir işaretiydi.
Dizginsiz bir kapitalist sömürüye ve baskıya maruz kalan bu insan ummanı,
bağrında muazzam patlayıcı dinamikleri biriktirmektedir. Şu anda dünyanın en
büyük işçi sınıfı bu ülkededir. En az 200 milyonluk bir aktif işçi ordusu ve
bir iş bulma umuduyla şehirlere sel gibi akan on milyonların katkıda bulunduğu
150 milyonluk da bir işsiz ordusu bulunmaktadır. Her şeye karşın son yıllarda
Çin’de büyük grev ve gösteriler olmuş, kırda ciddi huzursuzluklar yaşanmış ve
çeşitli azınlıklarda da (Tibetliler, Uygurlar, Moğollar vb.) kaynaşma
başlamıştır. Yine de büyüme hızının yüksek oranları esaslı patlamaları
ertelemede kilit bir önem taşıyor. Ancak bu hızda büyüme daha ne kadar
sürdürülebilir? Hele hele fazlasıyla bağımlı olduğu dünya ekonomisinin büyük
bir krize girdiği şu koşullarda.
Yine de Çin, dünya burjuvazisini hem korkutan hem imrendiren
büyük bir güçtür. Burjuva stratejistler Çin’i geleceğin süper gücü olarak
görüyorlar. ABD, Kongredeki büyük muhalefete rağmen Çin’in Dünya Ticaret
Örgütüne girmesini onaylamak zorunda kaldı ve geçen aylarda Katar’da yapılan
son DTÖ toplantısında Çin’in üyeliği onaylandı. Özellikle ABD Çin’in denetim
dışına çıkmamasına azami dikkat sarf ediyor. Bu hususta zaman zaman kışkırtıcı
hareketler yapmaktan da geri durmuyor. Yugoslavya’daki Çin büyükelçiliğinin
bombalanması her ne kadar bir hata eseri olarak sunulduysa da, bunun fazlasıyla
anlamlı bir “hata” olduğu açıktır. Nitekim bir süre sonra Çin, kendi
kıyılarının yakınında faaliyet gösteren bir Amerikan casus uçağını vurup zorla
indirerek hem uçağı hem personeli rehin almış ve takip eden diplomatik
sürtüşmede Amerika’yı dize getirmiştir. Kabadayı Amerika’nın tüm bastırmasına
rağmen çok yüksek düzey teknoloji içerdiği anlaşılan uçağı teslim etmemiş ve
tüm süreç boyunca Amerika’yı dünya önünde küçük düşürmüştür. Bu olay genel
olarak Avrasya ve Pasifik üzerindeki hakimiyet mücadelesinin bir yansımasıdır. Çin
son dönemde Rusya’yla yakınlaşarak bazı eski Sovyet cumhuriyetlerinin de içine
katıldığı Şanghay İşbirliği Teşkilatı’na dahil olmuştur. Başta Hindistan ve
İran olmak üzere bölgenin diğer önemli ülkelerinin de bu eksene yaklaşma
eğiliminde olduklarına ilişkin yaygın bir kanı var. Bunun özellikle Amerika’yı
çok rahatsız eden bir oluşum olduğu açıktır. Zaten Amerika’nın Afganistan’a
yönelik son saldırısında bu oluşumlara karşı tavır koyma ve mevzi tutma
dürtüsünün de bir rol oynadığına şüphe yok. Rusya ve Çin, görünürde karşı
çıkmayıp hayırhah bir tutum takınmakla beraber, gerçekte bu saldırının boşa
çıkması ya da kendi işlerine geldiği ölçü ve biçimlerde yürümesi için çaba
göstermişlerdir. Örneğin Kuzey İttifakı güçlerinin Amerika’nın ültimatomuna
rağmen Kabil’e girmesi bu güçleri destekleyen Rusya’nın hamlesiydi. Zaten
ABD’nin böyle tuhaf bir uyarı yapmasının sebebi de bu gerçeğin bilincinde
olmasıydı. Öte yandan Çin askeri gücünü arttırmak için silahlanma harcamalarını
her yıl yaklaşık yüzde on düzeylerinde arttırmakta, hatta bunu neredeyse yüzde
yirmilere çıkarmaktadır. Özellikle Pasifik’teki güç dengeleri açısından kilit
bir önemi olan donanmasını geliştirmek için yoğun bir uğraş içinde. Henüz deniz
gücü açısından ABD’nin yanında bir cüce olarak kalsa da, son gelişmeler ABD’de
ciddi bir huzursuzluk kaynağıdır. Zaten son casus uçağı krizi, ABD’nin Çin
denizaltılarındaki son gelişmeleri takip etme çabasından kaynaklanmıştı.
Rusya ve Çin’i de denkleme ekledikten sonra geriye bölgesel
çaplı güçler kalıyor. Denklemin ikinci mertebe terimlerini oluşturan bu güçlere
örnek olarak Hindistan, İran, Türkiye, Brezilya, Avustralya gibi ülkeler
gösterilebilir. Bu güçler kendi özgül durumlarına bağlı olarak değişik
derecelerle göreli bir bağımsız hareket yeteneğine sahip olsalar da, temelde
büyük güçlerin bölgesel işlerinin taşeronları durumundadırlar. Eninde sonunda
hareket serbestisi güçle orantılıdır. Ne var ki büyük emperyalist güçler bu tür
bölgesel güçler olmaksızın iş göremeyeceğinden, bunlara her zaman ihtiyaç duyulur.
İşte günümüz dünyası bu karmaşık denklem uyarınca büyük
güçler arasında bir iskambil destesi gibi karılmaktadır. Kapışmanın temel
biçimi nüfuz alanları elde etme mücadelesidir. Dünyanın her bölgesi bu
kapışmanın güncel konusu durumundadır. ABD hegemonyasındaki Latin Amerika ve
daha sorunlu olmakla birlikte büyük ölçüde Almanya hegemonyasındaki Avrupa
gibi, güçlerden biri tarafından nispeten “garantiye alınmış” bölgeleri bir an
için dışarıda tutacak olursak, kapışmanın sıcak bölgeleri olarak Ortadoğu ve
Kuzey Afrika, Hazar havzası ve Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar, Güney ve
Güneydoğu Asya öne çıkmaktadır.
En sorunlu ve çatışmalı bölge hiç kuşkusuz dünya petrol
rezervlerinin %66’sının üzerinde oturan Ortadoğu’dur. Filistin sorununun son
dönemde tüm bölgeyi sarma ihtimali giderek artan bir yangına dönüşmesi, Kürt
sorununun tüm çözümsüzlüğüyle olduğu yerde duruyor olması, Irak’ın yeniden
namlunun ucuna konması, Suudi Arabistan dahil tüm Arap rejimlerinin
istikrarsızlaşması, İran’da rejimin içine girdiği sancılı dönüşüm süreci vb.,
bölgeyi tam bir saatli bomba haline getiren unsurların yalnızca bazılarıdır.
Haritaya bakıldığında hemen dikkat çeken cetvelle çizilmiş sınırlar,
emperyalistler tarafından yapay biçimde birçok devlete bölünmüş Arap halkının trajedisini
gözler önüne sermektedir. Yine emperyalistler tarafından bölgenin ta kalbine
bir hançer gibi sokulmuş olan İsrail bu durumun taçlandırılmasını ifade ediyor.
Ulusların canlı bedenlerine uymayan sınırlar ve kışkırtılmış husumetler bölgeyi
her daim bir barut fıçısı olarak tutmaktadır. Bu da diğer bölgelerde olduğu
gibi, ama şüphesiz en çok bu bölgede, kapitalizmin nasıl bir çıkmaz olduğunu ve
tek kalıcı çıkış yolunun işçi sınıfı enternasyonalizminin yolunu gösterdiği bir
sosyalist Ortadoğu federasyonu olduğunu gösteriyor.
Son derece karışık bir halklar mozaiği olan Balkanlar ise
emperyalist güçlerin tarihsel oyun sahasıdır. Şüphesiz bölgenin temel ve can
alıcı sorunu Yugoslavya sorunudur. İkinci Dünya Savaşında Alman faşizmine karşı
verilen ortak savaşın sonucunda, Tito önderliğinde birleşen Hırvatlar, Sırplar,
Slovenler, Boşnaklar, Arnavutlar, Makedonlar tarafından kurulan Yugoslavya,
çöküşten sonra Alman emperyalizminin entrikalarıyla başlatılan süreç içinde
paramparça edilmiştir. Aslında Temmuz 1991’e kadar tüm emperyalist güçler
Yugoslavya’nın birliği konusunda mutabıktılar. Ancak bu tarihte Almanya’nın
bağımsız bir dünya gücü olarak kendi otoritesini tesis etmek amacıyla yön
değiştirip, Hırvatistan ve Slovenya’nın koparılmasına oynaması bu kanlı parçalanma
sürecini başlatmıştır. Amerika’nın AB’ye yönelik Hırvatistan ve Slovenya’nın
bağımsızlığının tanınmaması ve Yugoslavya’nın birliğinin korunması yönündeki
baskısına rağmen, tüm ağırlığıyla abanan Almanya, bu oldu bittisini AB’ye de
kabul ettirmeyi başarmıştır. Sürecin bundan sonrası, temelde ABD’nin
Almanya’nın etkisini sınırlama ve kendi inisiyatifini kaybetmeme çabasıdır.
ABD’nin ilk tepkisi birdenbire Sırp düşmanı bir kampanya başlatarak, Bosna’nın
bağımsızlığını tanımak ve buraya yoğun bir askeri müdahalede bulunmak oldu.
Sonuç Yugoslavya’nın bildiğimiz hale getirilmesiydi. Bir süre için durulmuş
görünen sorun, önce Kosova’nın, ardından geçtiğimiz yıl Makedonya’nın
karıştırılmasıyla yeniden alevlendirildi. Bunlar, dengelerin ne kadar kırılgan
olduğunu ve kapitalist temelde halkların kardeşliğinin sağlanmasının
imkânsızlığını gösterdiği gibi, bu sorunun ancak Balkan işçi sınıfının
enternasyonalist siyasetinin ürünü olacak bir Balkan sosyalist federasyonuyla
çözülebileceğini de göstermektedir.
Her şeye karşın, kuşbakışı bakıldığında, tüm bu kapışma
sürecinin şu an için en güçlü oyuncusunun hâlâ ABD emperyalizmi olduğunu görmek
gerekiyor. Ancak gücü eskisi gibi hegemonya oluşturmaya yetecek ölçüde
değildir. Aslında ABD’nin başını çektiği son dönemin emperyalist saldırganlığı,
gösterilmek istenenin aksine, onun güçlülüğünü değil zayıflığını
göstermektedir. Zira bu, ABD’nin başka araçlarla işini göremediğinin
itirafıdır. Birçok olgu bunu doğrulamaktadır. ABD’nin giderek BM
prosedürlerinden kendini özgürleştirmesi, hatta NATO’yu bile hiçe sayan adımlar
atmaya başlaması hep bunun göstergeleridir. Ne var ki ABD’nin yerini alacak bir
güç de henüz ortaya çıkmış değildir. İçine girdiğimiz yeni dönem, bu bakımdan,
başka şeylerin yanı sıra, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının nasıl
yürürlükte olduğunu bir kez daha göstermektedir. İkinci Dünya Savaşından sonra
kapitalist dünyanın tartışmasız en büyük ve en gelişmiş gücü olan ABD, uzunca
bir süredir emperyalist rakipleri karşısında göreli olarak zayıflamakta, güç
yitirmekteydi. Tarihte birçok kez görüldüğü gibi dünyaya egemen olan en büyük
güç, bir zamanlar kendisini bu konuma getiren eşitsiz gelişme yasasının bu kez
aleyhine işlemesiyle, ayaklarının altındaki toprağın kaydığına tanık oluyor.
Nasıl Britanya Napolyon savaşlarından Birinci Dünya Savaşına kadar dünyanın
hegemon gücü idiyse ve savaştan sonra bunu yitirdiyse, aynı şekilde ABD de, bir
geçiş döneminin ardından İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın hegemon gücü
olarak yükseldi ve bir süre sonra düşüş eğilimine girdi. Ancak “yeni dünya
düzeni” hâlâ oluşmamıştır.
İşte 11 Eylül saldırıları, bu yolda büyük bir mertebe
sıçraması ve kesin bir dönüm noktası olmuştur. Burjuva yorumcular bu hususta
yalan söylemiyorlar. Aslında “yeni dünya düzeni” baba Bush tarafından ilân
edilirken, bir on yıl sonra “teröre karşı uzun savaşın” yavru Bush tarafından
ilân edilmesi bile, o günlerle bugünler arasındaki sürekliliğin simgesel bir
ifadesidir. Bu saldırılar solun geniş kesimlerinin şevkle ilân ettiğinin aksine
Amerikan kapitalizminin aleyhine değil tamamen onun lehine saldırılardır. Solun
küçük-burjuva anti-emperyalizm anlayışı ve sığlığı bunu görmesine engel oluyor.
Amerikan burjuvazisi uçak iriliğindeki 11 Eylül taşıyla en az beş kuş
vurmuştur. Birincisi, içine girilmiş olan büyük ekonomik krizden çıkış için bir
manivela olarak kullanmak üzere muazzam askeri harcamaların önünü açmıştır.
İkincisi, emperyalist rakipleri karşısında halen en büyük üstünlüğü olan, ve
fakat kabadayıca kullanımı konusunda meşruiyeti her gün sıkıntıya giren askeri
gücünü, hegemonya mücadelesinde aktif olarak kullanmak için mükemmel bir bahane
kazanmıştır. Üçüncüsü, hem genel olarak kendi şemsiyesi altında esas duruşta
tutmaya çalıştığı emperyalist ittifakı, hem de askeri anlamda bunu kurumlaştıran
NATO’yu ayakta tutmak için kilit bir önemi olan umacıyı sağlamıştır. Böylece
İslamcı terörizm diye bir düşman icat etme konusundaki inandırıcılık krizini
aşmada hatırı sayılır bir ideolojik argüman kazanmıştır. Gezegen üzerindeki
kapitalist gericiliğin baş temsilcilerinden biri olan Henry Kissinger’in bu
saldırıların ardından yazdığı şu satırlar bunu gayet açık vurgulamaktadır:
“Batı ittifakı içinde de, «Soğuk Savaş» sonrası hâlâ ortak bir amaç olup
olmadığı yönünde süren tartışmalara da son nokta konmuştur.” (16 Eylül 2001).
Dördüncüsü, askeri müdahaleler konusunda kamuoyunu ikna etmekte ve giderek önem
kazanan bir engeli, Vietnam sendromunu aşmada elini güçlendirmiştir. Beşincisi,
başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçi kesimlerin, dozu giderek daha katlanılmaz
hale gelen azgın kapitalist sömürü ve baskı karşısında kaçınılmaz olarak
yükselme eğilimine giren tepkisini bastırmak için polis devletini daha da
tahkim edecek yeni yasal düzenlemeleri derhal hayata geçirmeye başlamıştır.
Şüphesiz bu saldırılar ABD’ye bir tür ilk hamle üstünlüğü
vermektedir. Ancak bu onun arzu ettiği amaçlara muhakkak ulaşabileceği anlamına
gelmemektedir. ABD’nin girişimleri onun hiç de hesap etmediği dinamikleri
tetikleyebilir ve hatta tam tersi sonuçlar doğurabilir. Ortadoğu şimdi tam bir
kaynayan buhar kazanı durumundadır. Hindistan ve Pakistan yeniden savaşmanın
eşiğine gelmiştir. Irak’a müdahale hevesi diğer emperyalist güçlerden tepki
alıyor. Fransa, Almanya, Japonya, Rusya, Çin ve hatta ABD’nin finosu Britanya
her geçen gün emperyalist konsensüsün sallantıda olduğunu gösteren tutumlar
sergiliyorlar. Sadece büyük güçler değil, ABD’nin desteğini almak için büyük
çaba harcadığı bölge ülkeleri dahi, ayaklarının altındaki saatli bombanın tik
taklarını duyarak, alışılmadık ölçüde ayak diriyorlar. Öte yandan Kafkaslarda
ABD etkisi zayıflamış, buna mukabil Rusya’nın etkisi artmıştır. Rusya’nın genel
bir toparlanma sürecine girdiğini daha önce belirtmiştik. Bölgedeki ABD
planlarına hemen hemen her cephede darbe indiren bu toparlanmanın çeşitli
unsurlarını sıralamak mümkün. ABD’nin ilân ettiği “teröre karşı savaştan”
ziyadesiyle yararlanan Rusya, Çeçenistan’daki kendi “İslamcı teröristlerine”
karşı kampanyasını başlatmaktan ve böylelikle ABD’nin bölgedeki en canlı kaşıma
noktasında kendisini tahkim etmekten geri durmadı. Aynı şekilde bölgede ABD ve
Türkiye’yle flört eden Gürcistan’a da abanarak kampanyasına hız verdi. Aynı
istimle devam eden Rusya, bölgede kendisine karşı ABD ve Türkiye’ye yakın
durmaya eğilimli Azerbaycan’ı da, imzaladığı son stratejik anlaşmalarla tekrar
etki dairesine almada güçlü bir adım daha attı. 11 Eylülün hemen öncesinde de
bölgede aynı yönde önemli gelişmeler oldu. Rusya Hazar petrolünün paylaşımı
konusunda İran, Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan’la arasında varolan ve
ABD’nin de istifade ettiği uzun süreli ihtilâfı, bu ülkelerle masaya oturup
imzaladığı yeni anlaşmayla çözüm yoluna koydu. Daha da dikkat çekici olanı,
bölge üzerine oynanan oyunlarda en önemli gündem maddelerinden biri olan petrol
ve doğal gaz boru hatları konusunda da, Rusya beklenmedik bir şekilde ilk büyük
raundu kazanarak büyük bir avantaj elde etti. İran’la nükleer teknoloji
boyutlarını da içeren yakınlaşmayı buna ekleyelim. Benzer gelişmeler Çin için
de söz konusudur. Meselâ Çin de 11 Eylülden istifade ederek, kendisi için
önemli bir rahatsızlık kaynağı olan ve ABD’nin el altından kaşıdığı Uygur ve
Tibet’teki baskısını arttırdı.
Arjantin’deki son halk ayaklanmasının da gösterdiği gibi,
ABD’nin arka bahçesi durumundaki Latin Amerika’da da işler ABD’nin istediği
gibi gitmemektedir. Rio Grande’den Tierra del Fuego’ya kadar Latin Amerika bir
bütün olarak çalkantılara gebedir. Bunun bilincinde olan ABD emperyalizmi,
başta Kolombiya olmak üzere bölgedeki gerici rejimleri askeri ve polisiye olarak
tahkim etmek için oluk oluk para akıtmaktadır.
Diğer taraftan Avrupa, son para birliği adımıyla da görüldüğü
gibi birleşme yönündeki çabalarına hız kazandırmış durumdadır. Avrupa ordusu
konusunda Türkiye engeli aşılmıştır. Genişleme ve entegrasyon süreci tüm
çelişkilerine rağmen ilerlemektedir. Birleşme eğiliminin hangi noktaya kadar
gidebileceği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, bunun pürüzsüz bir
şekilde işleyen bir eğilim olmadığını, aksine çelişkili ve gelgitli bir eğilim
olduğunu akılda tutmak gerekir. Burada temel sorun Almanya’nın hegemonyası
sorunudur. Başta Fransa ve İngiltere bu hegemonyaya ayak diremektedirler.
Shröder’in, “İnsanların neden Almanya’ya karşı olduğunu bilmiyorum. O da
diğerleri gibi bir ülke” şeklindeki sözlerine, uluslararası burjuvazinin önemli
yayın organlarından biri olan The
Economist dergisinin verdiği yanıt anlamlıdır: “Evet bay Shröder, Almanya
diğer herhangi bir ülkeden daha iyi ya da kötü değil. Sadece fazla büyük ve
Avrupa’nın göbeğinde.” Bu temel çelişkinin çeşitli görünümlerini oluşturan veya
buna eklemlenen daha birçok çelişki mevcuttur. Federal Avrupa mı, gevşek Avrupa
mı tartışması, para birliğinin tutup tutmayacağı sorunu, İngiltere’nin bir
ayağı içerde bir ayağı dışarıda çelişkili konumu, genişleme politikası
anlaşmazlıkları, “iki vitesli Avrupa” tartışması, egemenlik haklarının ve
yetkilerinin üst organlara devri ve paylaşımı, oylama ve karar süreçleri
anlaşmazlıkları, ortak bir dış politika oluşturma sorunları vb. Sonuç olarak
AB’nin geleceği belirsiz olsa da, şimdiye kadar birleşme dinamiğinin hatırı
sayılır bir yol katettiğini ve bu dinamiğin eskiye göre daha belirgin hale
geldiğini görmek gerekir. Diğer taraftan çelişkiler ne olursa olsun sürecin
büsbütün tersine dönmesi ihtimalinin zayıf olduğunu da belirtmeliyiz. Görünen,
Avrupa çapında bir proleter devrim olmadıkça, sürecin bu çelişkili karakterini
devam ettireceği ve bu çelişkiler nedeniyle, birleşmenin, sözgelimi Almanya’nın
istediği tarzda ABD gibi federal bir devletin oluşturulması düzeyine varmasının
son derece zor olduğudur. Büyük çalkantıların söz konusu olduğu yeni bir döneme
girmiş bulunuyoruz. Böyle bir dönemeç noktasında bundan ötesini söylemenin
kahinlik taslamak olacağının bilincinde olmamız gerekir. Önemli olan temel
eğilimleri ve sınırlamaları bilebilmektir.
Toparlayacak olursak, dünya çapında patlayıcı çelişkilerle yüklü,
büyük toplumsal ve uluslararası çalkantılar, savaşlar, iç savaşlar ve devrimlerle
karakterize olacak yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bunun bütün işaretleri
mevcut. Üstelik burjuvazi de bunun farkında. O nedenle tüm hazırlıklarını yapıyor.
Dünya bir bütün olarak, bir savaş öncesini andıran sinyaller vermektedir. Kapitalizmin
barbar doğasını bilen Marksistler için bu anlaşılması hiç de zor olmayan bir
şeydir. Tarihte bütün büyük sorunlar, Hegel’in dediği gibi, savaşla çözülmüştür.
Bütün egemen sınıflar temel çıkarları hayati bir tehditle karşı karşıya kaldığında
kâğıt üzerindeki anlaşmalara, müzakerelere değil savaşa başvurmuşlardır. Kimileri
buna ağlayıp sızlanacak olsa da, bu gerçeğin ta kendisidir. Kimse emperyalist
propagandanın masallarına kanmamalıdır. Savaş genel olarak devletlerarası çelişkilerin
en yüksek gerilim noktasına çıkmasıdır. Ama bu da çoğu durumda iç sınıfsal çelişkilerin
bir dışavurumudur. Ayrıca savaşın kendisi de dönüp bu sınıfsal çelişkileri en
yüksek noktaya çıkarır. Savaşlar ve devrimler her zaman iç içe olmuşlardır.
Bunun en görkemli örneği Ekim Devrimidir. Bilinçli işçiler Ekim Devrimi deneyiminden
çıkan altın dersleri iyi sindirmelidirler, zira bu dersler hâlâ yolumuza ışık
tutan en paha biçilmez hazineyi oluşturuyorlar. Açılmış olan yeni dönem böylelikle
bir yandan yeni trajedileri haber verirken, bir yandan da yeryüzündeki devrim
dinamiklerinin yükselişi için muazzam olanaklar sunmaktadır. Burjuvazinin son
dönemde sık sık Marx’ın hayaletinden söz etmeye başlaması hayra alâmettir. Hayaleti
onların gerçek karabasanına çevirmek uluslararası işçi sınıfının tarihsel ödevidir.
Ancak bunu isteyen bunun aracını da istemek zorundadır. Dünya işçi sınıfının
yol göstericisi olacak bir devrimci Enternasyonal olmadan tüm olanaklar yeniden
berhava olabilir. Şiarımızı unutmayalım: Enternasyonalle kurtulur insanlık!
21 Şubat 2002