Tarihsel Materyalizm
Mick Brooks
Tarihsel Materyalizm Nedir?
Tarihsel materyalizm Marksist bilimin tarihsel gelişmeye
uygulanmasıdır. Tarihsel materyalizmin temel savı bir cümleyle özetlenebilir: “İnsanların
varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini
belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Önsöz)
Peki bu ne anlama gelir?
Daily Mirror
(günlük bir İngiliz gazetesi) okuyucuları “Perishers” adlı bant karikatürü
hatırlayacaklardır. Bir olayda, yaşlı köpek Wellington, yengeçlerle dolu bir
havuza yukarıdan bakar. Yengeçler kendilerine görünen “gökyüzündeki gözlerin”
esrarengiz tanrısallığı hakkında tahminler yürütürler.
Mesele, evreniniz bir havuzsa şeylere gerçekten nasıl
bakacağınızdır. Bilinciniz varlığınız tarafından belirlenir. Düşünce, türlerin
deneyim alanıyla sınırlıdır.
İlkel insanların nasıl düşündüğü hakkında çok az şey
biliyoruz, ama ne hakkında düşünemeyeceklerini biliyoruz. Etrafta futbol
maçlarının sonuçlarını merak ederek dolaşmayacaklardır örneğin. Futbol ligi,
profesyonel futbolcuların ve diğer klüp çalışanlarının maaşlarını ödeyebilecek
kadar geniş kalabalıkları alabilecek büyük kentleri ön varsayar. Sanayi
kentleri ancak, emek üretkenliği, toplumun bir kısmının geri kalan kısmı
tarafından beslenebildiği noktaya kadar geliştiği ve bu sonuncular kendilerini
yiyecekten başka gereksinmelerin üretilmesine vakfettikleri zaman ortaya
çıkabilir.
Başka bir deyişle, geniş bir işbölümü varolmalıdır. Bunun
diğer bir yönü, insanların para için çalışmaya ve istedikleri şeyleri –futbol
maçına bilet almak da dahil– başkalarından satın almaya alışmış olmaları
gereğidir; kuşkusuz bu ilkel toplumda olmayan bir durumdur.
Bu basit örnek, profesyonel futbol gibi şeylerin bile,
toplumun günlük ekmeğini yapma tarzına, insanların “toplumsal varlığına” bağlı
olduğunu gösterir.
Peki insanlık nedir? Büyük idealist filozof Hegel “insan düşünen
bir varlıktır” der. Aslında Hegel’in görüşü, insanın, yaratıcısı
tarafından, yine bu yaratıcının çalışmasına hayranlık duyması için bir beyinle
donatıldığı yolundaki alışıldık dinsel görüşün biraz daha incelikli bir
biçimidir.
Düşünmenin bizi gübre böceklerinden, dikenli balıklardan ve
kertenkelelerden farklı kılan yönlerden biri olduğu doğrudur. Peki ama insanlar
neden bir düşünme yetisi geliştirdiler?
Yüz yıldan uzun bir süre önce Engels, tamamen materyalist bir
açıklamayla, dik durmanın insansı maymundan insana geçişe işaret ettiğine
dikkat çekti. Bu görüş, Leakey gibi antropologların en son araştırmaları
tarafından da doğrulanmıştır.
Dik duruş sayesinde eller, nesneleri, diğer parmaklarla karşı
karşıya konumlanan bir başparmak aracılığıyla kavramak üzere serbest kaldı. Bu,
aletlerin kullanılmasını ve geliştirilmesini mümkün kıldı.
Dik duruş, ilk insanların etraflarındaki dünyayı
algılayabilmek için gözlerine diğer duyularından daha fazla güvenmelerine de
olanak verdi. Ellerin kullanılması, gözler aracılığıyla beyin yetilerini
geliştirdi.
Engels bir diyalektik materyalistti. Hiçbir şekilde
düşüncenin önemini küçümsemedi, tersine onun nasıl ortaya çıktığını açıkladı. On sekizinci yüzyıl ABD
politikacısı ve mucidi Benjamin Franklin’in, insanı alet yapan hayvan olarak tanımlarken Hegel’den daha materyalist bir
yaklaşıma sahip olduğunu da görebiliriz.
Yüz yıl önce Darwin bir varoluş mücadelesinin söz konusu
olduğunu ve türlerin doğal seleksiyon yoluyla hayatta kaldığını gösterdi. İlk
bakışta eski insanların çitanın hızıyla, aslanın gücüyle ya da bir filin korkutucu
cüssesiyle karşılaştırıldığında yapacak çok fazla şeyleri yoktu. Bugün insanlar
gezegene egemen olma durumuna geldi ve bu korkutucu hayvanların çoğunu yok olma
noktasına sürükledi.
Aslan gibi hayvanlar ne
kadar özgüvenli görünürlerse görünsünler, insanları daha aşağı hayvanlardan
ayıran şey, hayvanlar kendi dışlarındaki dünyayı olduğu gibi kabul ederken,
insanoğlunun giderek doğanın efendisi olmasıdır.
İnsanoğlunu doğaya hükmettiren süreç emektir. Marx’ın mezarında Engels, dostunun büyük keşfinin şu olduğunu
ifade ediyordu: “İnsanoğlu ilkin yemeli, içmeli, barınağa ve giyeceğe sahip
olmalı ve bu nedenle politika, bilim, sanat, din vb. ile meşgul olmadan önce
çalışmalıdır.”
Diğer bir diyalektik formülasyonda Engels şöyle diyordu: “El
yalnızca emeğin organı olmayıp, aynı zamanda emeğin ürünüdür.”
İlkel insanların beynini okuyamayız, ama onların çoğu zaman
ne düşündüklerine –yiyecek– ilişkin oldukça iyi bir tahmin yapabiliriz.
İhtiyaçlar karşısındaki mücadele o zamandan beri tarihe hep egemen olmuştur.
Marksistler sık sık “ekonomik
determinist” olmakla suçlanırlar. Aslında Marksistler fikirlerin önemini ya
da tarihte bireylerin etkin rolünü inkâr etmekten çok uzaktırlar. Ancak tam da
etkin olduğumuz için, bireysel etkinliğin sınırlarını
ve fikirlerimizin ve etkinliğimizin tesirli olabilmesinden önce uygun toplumsal
koşulların varolması gerektiğini biliriz.
Akademik muhaliflerimiz, bireysel etkinliği genellikle rahat
koltuklarında oturup ellerinde çerez Porto şarabını yudumlayarak yücelten pasif
siniklerdir.[1]
Marx’la birlikte anladık ki, insanlar “kendi tarihlerini kendileri yaparlar ...
ama doğrudan karşı karşıya kalınan, verili ve geçmişten gelen koşullar
altında.” Sürece müdahale etmek için toplumun nasıl gelişmekte olduğunu
anlamamız gerekir. Marksizmin bir perspektifler bilimi olduğunu söylerken
kastettiğimiz şey budur.
Düşüncenin iletimi olan dil, bizzat emeğin yarattığı bir
şeydir. Bunu, çakallar ve avını öldürmek için kaba kuvvet ya da hızdan çok
takım çalışmasına güvenen diğer avcı hayvanlar arasında bile görebiliriz.
Bunların bir dizi havlama komutları ve uyarıları –dilin başlangıcı– vardır.
Dil, ortaklaşa emeklerinin bir sonucu olarak, insanlar
arasında böyle gelişmiştir. Daha yüksek insansı maymunlar arasında rasyonel
düşünmenin tohumları ve bazı hayvanların sınırlı alet kullanımı başlangıç
aşamasında kalırken, meyvelerini sadece insanoğlunda vermiştir.
Emeğin insanı diğer hayvanlardan ayırdığını ve insanın emek
sayesinde doğayı ve böyle yaparak da kendini tedricen değiştirdiğini gördük.
Demek ki, insanlık tarihinin tüm acıları ve güçlükleri içinden geçen gerçek bir
ilerleme ölçütü söz konusudur; insanların doğaya hükmetme ve doğayı kendi
ihtiyaçlarına boyun eğdirme kabiliyetindeki artış; başka bir deyişle artan emek verimliliği.
Üretici güçlerin gelişimindeki her aşama, belirli bir üretim ilişkileri setine tekabül eder.
Üretim ilişkisi, insanların günlük ekmeklerini kazanmak için kendilerini
örgütleme tarzı demektir. Üretim ilişkileri bu nedenle her toplum biçiminin
iskeletidir ve insan bilincini belirleyen toplumsal varlık koşullarını sağlar.
Marx üretici güçlerin gelişiminin nasıl farklı üretim
ilişkilerini ve farklı sınıfsal toplum biçimlerini ortaya çıkardığını
açıklamıştı.
“Sınıf” ile, toplumdaki üretim araçlarına aynı ilişkiyle
bağlı olan insan grubunu kastederiz. Üretim araçlarının sahibi olan ve onları
kontrol eden sınıf, toplumu yönetir. Bu aynı zamanda, onun, ezilen veya emekçi
sınıfı egemenlerin çıkarları için çalışmaya zorlamasını mümkün kılar. Emekçi
sınıf, egemen sınıfın geçindiği bir artı üretmeye zorlanır.
Marx şöyle der:
“Ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alındığı
özel iktisadi biçim, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici
bir öğe olarak onu etkileyen, yönetenler ile yönetilenlerin ilişkisini belirler.
Ama, bunun üzerine de, bizzat üretim ilişkilerinden doğan iktisadi topluluğun
tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir.
Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin
siyasal biçiminin, kısacası, buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki
sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman, üretim koşullarına sahip
olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir –bu, her zaman, doğal olarak,
emek yöntemlerinin gelişmesinde belli bir aşamaya ve böylece de onun toplumsal
üretkenliğine uygun düşen bir ilişkidir.”[2]
İlkel Komünizm
Toplumun en erken aşamalarında insanlar fabrikalara girmiyor,
normalde bizzat kendilerinin tüketmeyecekleri şeyleri üretmek için çalışmıyor
ve hafta sonunda, ihtiyaç duydukları yiyecek, giyecek, vb. karşılığında diğer
insanların kabul etmeye hazır olacakları bir takım renkli kağıtlar ve süslü
disklerle “ödül”lendirilmiyorlardı. Bu davranış, uzak atalarımıza oldukça
inanılmaz gelirdi. Eskiden beri varmış kabul ettiğimiz modern toplumun birçok
özelliği de öyle. Hangi sosyalist şu iddiayı işitmemiştir: “İnsanlar açgözlü
olmaya ve gasp etmeye mahkûmdur. Sosyalizme ulaşılamaz, çünkü insan doğasını
değiştiremezsiniz.”
Aslında, sınıflı toplum
şunun şurasında 10.000 yıldan daha kısa bir süredir mevcuttur; insanoğlunun bu
gezegende varolduğu sürenin yüzde biri kadar bir süre. Sürenin geri kalan yüzde
99’unda sınıflı bir toplum, yani zorla kabul ettirilen eşitsizlikler, devlet ve
modern anlamda bir aile yoktu.
Bunun sebebi, ilkel insanın esrarlı bir şekilde bizden yüce
olması değil, üretim ilişkilerinin farklı bir toplum türü ve bu nedenle de
farklı bir “insan doğası” yaratmasıdır. Varlık bilinci belirler ve eğer
insanların toplumsal varlığı değişirse –içinde yaşadıkları toplum değişirse–
bilinçleri de değişir.
İlkel toplumun temeli toplayıcılık ve avcılıktı. Tek
işbölümü, tamamen doğal biyolojik bir nedenden, kadınların zamanın büyük
bölümünde küçük çocukların sorumluluğunu yüklenmelerinden kaynaklanan, kadın ve
erkek arasındaki işbölümüydü. Erkekler avlanırken kadınlar sebze ve meyve
topluyordu.
Böylece her bir cinsiyet üretimde önemli bir rol oynadı.
Kalahari çölündeki !Kung kabilesi gibi hâlâ ilkel komünist koşullar altında
yaşayan kabileler üzerinde yapılan çalışmalar temelinde, yiyecek temininde
kadının katkısının erkeklerden daha önemli olabileceği tahmin edilmektedir.
Tüm bu kabile toplulukları ortak özelliklere sahipti. Avlanma
alanları kabilenin ortak malı olarak görülüyordu. Avlanmanın kendisi ortak bir
eylemken başka türlü nasıl olabilirdi? Varlığın emniyette olmaması paylaşmaya
yol açar. Ölü bir su aygırını arkadaşlarınızdan saklamak iyi bir şey değildir;
çürümeye başlamadan önce onu yiyemezsiniz ve siz yoksulluk içindeyken diğer
kabile üyelerinin fazladan şeylere sahip olduğu bir zaman da gelebilir.
Paylaşmak ve eşit bir şekilde paylaşmak sağduyudur.
Kişisel aletlerde özel mülkiyet yoktu, ama çok farklı kabile
topluluklarında bile, eşitsizliğin birikmesini engellemek için bu aletleri
sahibinin vücuduyla birlikte gömmek veya yakmak gibi benzer kurallar vardı. Bu
kabileler tarımı geliştirmeye başladıktan sonra bile toprağı yeniden bölmeye
devam ettiler, ilkel komünizmin normları böylesine güçlüydü. Romalı tarihçi
Tacitus, Cermen kabileleri arasında bu tür kurallar olduğundan söz eder.
Bu topluluklarda kadınların daha büyük bir saygınlığı vardı.
Kabilenin servetine en azından eşit bir şekilde katkıda bulunuyorlardı. Ayrı
beceriler geliştirmişlerdi; çömlekçiliği kadınlar keşfetmiş ve hatta tarımda
son atılımı da kadınlar yapmış görünüyor.
Devlet gibi
kurumlar da gerekli değildi, çünkü toplumu bölen temel uzlaşmaz sınıfsal
çıkarlar yoktu. Bireysel anlaşmazlıklar kabile içinde halledilebiliyordu.
Kabilenin karar almasında deneyimli yaşlılar kesinlikle önemli
bir rol oynuyordu. Onlar şefti, ama kral değildi; otoriteleri ya hak edilmiş
bir otoriteydi ya da yoktu. M.S. üçüncü yüzyılda (bunun geçerliliğinin sona
erdiği bir sırada), Cermen kabilesi olan Vizigotların lideri Athanaric şöyle
diyordu: “Ben otoriteye sahibim, iktidara değil.”
Toplum gelişti, çünkü gelişmek zorundaydı. Tropikal
Afrika’dan başlayarak, nüfus yerkürenin en barınılmaz kesimlerini kaplayacak
ölçüde büyüdükçe, insanlar gelişmek için –aksi takdirde ölürlerdi– düşünce ve
emek güçlerini kullanmak zorunda kaldılar. Toprağı ekip biçmek, aslında,
bitkisel yiyeceklerin el altında olmasını sağlamak, meyve, fındık, vb.
toplamanın bir adım ilerisiydi. Çiftçilik ve hayvanları evcilleştirmek,
avlanmanın bir adım ilerisiydi. Kabile topluluğu norm olarak varlığını korudu.
İnsanlık tarihindeki ilk büyük devrim tarım devrimi ya da
neolitik devrimdi. Tahıllar seçildi ve ekildi, toprak çekiş hayvanlarıyla
sürüldü. İlk kez, çalışanların geçinmeleri için gerekli olanın kat be kat
üstünde büyük bir artı ortaya çıktı.
İlkel komünizmde aylak bir sınıf için hiçbir temel yoktu.
Ancak kendi ihtiyaçlarını temin edebildikleri için, başkalarını köleleştirmek
anlamsızdı. Şimdi ise bazıları için
aylaklık olanağı doğmuştu, ama insanlık henüz herkese böyle bir yaşam sürdürtme
olanağını yeteri kadar sağlayamıyordu.
Bu temelde sınıflı
toplumlar ortaya çıktı; toplumlar mülk sahipleriyle emekçi sınıflar
arasında bölündü.
Asırlar boyunca sınıf mücadelesindeki temel sorun,
çalışanların ürettiği artı üzerindeki mücadele olmuştur. Bu artının bölüşülme
–gasp edilme– şekli, resmen tarımla başlayan farklı üretim tarzlarına bağlıydı.
Bu değişim, toplumsal hayatın tümüyle dönüşmesinin temelini hazırladı.
Kabile normları kolayca ölmedi. Önce toprak yeniden
bölüşüldü. Hatta Feodal Avrupa’da, bazı bölgelerdeki köy toplulukları, orijinal
köy topraklarının yeniden bölüşülmesiyle biçimi değişen ilkel komünizmin
geleneklerini sürdürüyorlardı.
Ancak tarım, avcılığın aksine daha bireysel bir faaliyet
olabiliyordu. Daha çok çalışarak daha çok kazanabilirdiniz ve herkesin hayatta
kalma sınırında yaşadığı koşularda bu önemliydi.
Bunun da ötesinde tarım devrimi –çekiş hayvanlarının saban
sürmede vb. kullanılması da dahil olmak üzere genellikle erkeklerin meşgul
oldukları– kadını, erkekler tarafından sağlanan malzemeleri işlemek üzere eve
gönderdi. Kadın cinsinin dünya-tarihsel yenilgisine yol açan şey, üretimde
doğrudan bir rol sahibi olmayışıydı.
Erkekler eşit olmayan mallarını erkek bir mirasçıya geçirmek
istediler. İlkel komünist toplumda soy kadın
üzerinden yürürdü (miras önemli
değildi). Artık miras erkek üzerinden yürümeye başlamıştı.
Sınıflı toplumun nasıl ortaya çıktığını tam olarak
bilmiyoruz, fakat elimizdeki kanıtlardan yola çıkarak parçaları
birleştirebiliriz. Bu sürece devrim diyoruz ve bu, kelimenin en derin anlamıyla
bir devrimdi.
Ama yeni tip toplum eskisinin yerine tam olarak geçmeden
önce, farklı toplum tipleri arasındaki geçiş biçimlerinin yüzlerce, hatta
binlerce yıl varolduğunu unutmamalıyız. İnsanlığın ilerleyişi düz bir şekilde değil,
eşitsiz ve bileşik gelişme yasasına uygun
olarak sürdü.
Tarımı geliştirmeye ilk mecbur kalanlar, ekvator Afrika’sının
iyi durumdaki insanları değil, daha ılıman iklimlerdeki (muhtemelen yakın
Doğudaki) insanlardı.
İlk tarım kuşkusuz çok basitti, muhtemelen “orman açma ve
yakma”dan ibaretti. Bu, kabilenin hareket halinde olmaya devam etmesi demekti,
çünkü açılmış toprak, yalnızca birkaç yıl iyi ürün veriyordu.
Bu yüzden kabile topluluğu varlığını muhafaza etti, ancak
değişikliğe uğradı. Tacitus, kendi zamanındaki Cermen kabilelerinin askeri
demokrasisini, bir savaş şefinden, yaşlılar konseyinden ve savaşçılar
meclisinden oluşan bir yapı olarak tanımlar (kadınların oy verme hakkı artık
ellerinden alınmıştı). Bu, gelişimin bu aşamasındaki kabileler için tipiktir.
Her ne kadar meclis tüm kararları (mızraklarını kalkanlarına
şiddetle vurarak) ret ya da kabul edebiliyorsa da, savaş şefinde bir kralın
embriyosunu ve yaşlılar konseyinde de bir egemen aristokrasinin ana hatlarını
görürüz.
Romalı toprak sahibi egemenler senato (“yaşlılar”) içinde
örgütlenmişlerdi ve Anglo-Sakson krallar bir Witan’a (“bilgeler”) danışıyorlardı, bunların her ikisi de kendi zıddına
dönüşmüş demokratik bir kabile oluşumunun kalıntısıydı. Cermen kabileleri artık
savaş için örgütleniyorlardı, çünkü korunmadığı takdirde elden alınma tehlikesi
olan bir artı mevcuttu.
Desmond Morris (Çıplak
Maymun) ve Robert Andrey (Avcılık
Hipotezi) gibi yazarların görüşlerinin tersine, Leakey gibi antropologlar,
insanın doğuştan saldırgan olmadığını
gösterdiler. Her ne kadar ilkel komünist toplumlar, sözgelimi kıt avlanma
alanları için savaşa tutuşmuşlarsa da, savaşlar ancak savaşmaya değer bir
şeylerin olduğu aşamada tarihin yerleşik
ve düzenli bir özelliği haline gelmeye başladı.
Tarımdan, artının üretilebildiği bir topluma doğru yapılan
bir atılım olarak söz etmekteyiz. Aslında, tarımla gelen emek üretkenliğindeki
artış, daha geniş bir işbölümüne olanak verdi; böylece insanlar başka şeyler
üretebilecek hale geldiler. Bu nedenle tarım devrimi, teknikte (çömlekçilik ve
metal işleme gibi) ve tüm toplumsal yapıda bununla bağlantılı devrimleri
beraberinde getirdi.
Farklı kabileler arasında olduğu gibi kabile içinde de
eşitsizlikler gelişti. Coğrafi ve diğer nedenlerden dolayı, bazı kabileler
hayvan yetiştirmeye, balık avlamaya vb. yoğunlaşmaya başladılar. Tarımla
uğraşanlar, artılarını (ya da daha doğrusu içlerinden bazılarının edindiği
artıyı) korumak için tahkim edilmiş köyler etrafında yerleşmeye başlarken, bu
balıkçılık yapan ve hayvan yetiştirenler malları mübadele etme görevini
üstlendiler. Önceden, mübadele, seyahatleri esnasında birbiriyle karşılaşan
kabileler arasındaki tesadüfi bir eylemdi. Bundan böyle düzenli bir durum
haline gelmişti.
Metal, şüphesiz ticaretin en önemli kalemlerinden biriydi.
Yahudiler, Mısır’la Akdeniz uygarlıkları arasındaki ticareti geliştiren, en
ünlü hayvan yetiştirici halklardan biriydi (İncil’de İbrahim’in serveti daima
sürülerle ölçülür).
Ticaret, kabileler arasındaki dinsel törenlerde sunulan
armağanlardan gelişti. Bir armağanın değerinin ölçütü neydi? İnsanlar aldıkları
armağanları üretmenin ne kadar zaman aldığı hakkında birtakım fikirler
oluşturur oluşturmaz, karşılığında daha fazla emek içeren ürünler vererek,
armağan verenleri cömertlikte geçmeye çalışacaktılar.
Ticaret daha düzenli hale geldikçe, doğal olarak evrensel bir eşdeğer –ticarette kolayca
mübadele edilebilen ve genel olarak bir değer ölçütü olarak kabul edilecek bir
şey– ihtiyacı ortaya çıktı. Başlangıçta bu ihtiyaç sığırla karşılandı
(Latincede “para” anlamına gelen pecunia
sözcüğü, sığır anlamına gelen pecus sözcüğünden
türer). Daha sonra ticaret hızla geliştiğinde, bu ihtiyaç, ağırlığın garantisi
olarak hükümdarlar tarafından basılan metal külçelerle daha uygun bir şekilde
giderildi.
Dini törenlerdeki armağanlar genellikle kabilenin temsilcisi
olarak şefe verilirdi. Toplumun serveti arttıkça, şef olmak zahmete değer bir
şey haline geldi. Şefin evi, köydeki pazar yerinin başlangıcı haline geldi.
Metal işleme, erkeklerin eline iyi ya da kötü muazzam bir
yeni güç verdi. Metal, özellikle de bakır ve bronz, nadir bulunuyordu. Bu yeni
toplumların birinci ihtiyaçları, arttırdıkları yaşam standardının korunmasıydı.
Elbette, önder savaşçı olarak kabile şefi, yeni stratejik malzemeden ilk yararlanan
kişi olmalıydı.
Bunun sonuçları Antik Yunan şairi Homer’in efsanelerinde
görülür. Homer, bronz silahlı Yunan askeri aristokratlarının ordusu tarafından
kuşatılan Truva şehrinden bahseder. Savaşan ve ölenlerin çoğunluğunu oluşturan
ve genelde çakmaktaşı uçlu mızraklarla silahlanan sıradan erler ordusundan çok
bahsedilmez. Açıkçası onlar bir edebiyat konusu olarak görülmezler.
Homer’in antik efsaneleri, kabile şeflerinin savaş ve yağma
yoluyla aristokratlara ve krallara doğru evrilmeleriyle ilkel komünizmin bir
kenara itildiği bir toplumu resmeder. Bundan böyle, etkin silahlı güç tekeline,
egemen bir sınıf sahipti. Böylece kabile topluluğunun gelişimi, sınıfsız
eşitliğe son vererek, kendi “mezar kazıcıları”nı yaratmıştı.
Laf arasında, Cermen destanları, Cermen kabile topluluğunun
çözüldüğü benzer bir aşamada ortaya çıktı. Onların kahramanlık çağları da,
tıpkı antik Yunan’daki gibi, üretimin gelişimindeki benzer bir aşamaya tekabül
ederek, benzer sanat biçimleri (epik şiir gibi) ve hatta benzer bir tanrılar
sistemi ortaya çıkardı.
Homer’in anlattığı Bronz Çağı uygarlığı, Batı Avrupa Karanlık
Çağlarına benzer biçimde, Dor akınları tarafından yok edildi. Yüzyıllarca süren
bu döneme ait tarihsel kayıt bulunmamaktadır. Ama istilâcılar yeni bir şey
getirmişlerdi: demir.
Demir potansiyel olarak bronzdan daha boldu. Homer’ın egemen
sınıfı, onu sıradan insanı silahlandırmak için kullanamazdı, çünkü bu onları
toplumsal iktidarlarının temelinden, askeri tekellerinden yoksun bırakırdı.
Bunlar, hâlâ kabile hayatı yaşayan istilâcıların karşısında yıkılıp gittiler.
İstilâcıların toplumu sınıflara ayrılmamıştı. Bu nedenle
hepsi demir silahlar kullanıyorlardı ve zamanlarında yenilmezdiler. Bazen
insanlık ilerlemek için geri adım atmak zorundadır.
Asyatik Üretim Tarzı
Uygarlık farklı yerlerde farklı şekillerde gelişti. Son
zamanlardaki keşifler, birbirinden bağımsız olarak yaklaşık aynı zamanda
Hindistan ve Güneydoğu Asya’da ortaya çıktığını ileri sürse de, bildiğimiz
kadarıyla uygarlık ilk olarak Mısır’ın Nil deltasında ve Mezopotamya’da
(bugünkü Irak) ortaya çıktı.
Hem Mısır’da hem de Mezopotamya’da egemen sınıf, şeflerden
daha çok, toplumun geri kalanı üzerinde yükselen bir rahipler katmanının
tepesinden doğmuş görünmektedir. Bunun sebebi, rahiplerin, Nil sellerinin gelişini
önceden haber vermeyi mümkün kılan bir takvim geliştirecek müsait zamana ve ilk
defa muazzam bir artı üreten merkezi olarak planlanmış bir sulama işini
geliştirecek aritmetiğe sahip olmalarıdır.
Mısırlı rahiplerin matematiğe ve astronomiye olan ilgileri
tesadüfi olmayıp, üretimin gereklerinde yatmaktadır.
Marx’ın açıkladığı gibi, planlı sulama ihtiyacı yüzünden:
“Sulama sistemleri (Asya toplumlarında çok önemli), ulaşım araçları vb. gibi
emek yoluyla fiilen mülk edinme sürecinin komünal koşulları, bundan dolayı üst
birliğin –küçük toplulukların üzerinde asılı duran despotik hükümetin– eserleri
olarak belirir.”[3]
Hiçbir şekilde köy topluluklarına karşı sorumlu olmayan
Asyatik devlet, kendisini, artı-ürünü bir haraç olarak mülk edinme hakkına
sahip hisseder. Bu haraç, toprak üzerindeki devlet mülkiyeti aracılığıyla zorla
alınır: “... bütün bu küçük toplulukların üzerinde duran bütünleştirici birlik,
üst düzeydeki mülk sahibi ya da tek mülk sahibi olarak, gerçek topluluklar ise
salt babadan oğula toprağı kullanan zilyedler olarak görünebilir.”[4]
“Üretimin genel koşullarının” (sulama vb.) muhafaza edilmesi
karşılığında Asyatik despotizme haraç veren köyler bütünüyle kendine
yeterliydiler. Her bir köyde zanaat ve tarım birleşmişti. Dağınık köyler
sömürüye karşı etkili bir şekilde örgütlenemiyorlardı, bu yüzden tüm sistem
değişime karşı çok dayanıklıydı.
Bu gibi toplumların “tarih dışı” olduğunu söylerken Marx ve
Engels’in anlatmak istediği şey budur. Örneğin Hindistan birbiri ardına
fetihçiler tarafından istilâ edildi, ancak bu politik değişimlerin hepsi
yüzeyde kaldı.
Toplumsal sistemlerinin kökenini toprakta özel mülkiyetin
teşkil ettiği bir toplumdan gelen Büyük İskender’in Yunanlı varisleri
Ptolemaioslar, Mısır’ı istilâ ettikleri zaman buldukları sistemi olduğu gibi
muhafaza ettiler. Ne de olsa bu sistemin sağladığı gelirlerden pek memnundular.
Ancak binlerce yıl sonra İngiliz kapitalizmi Hindistan’ı
istilâ edip, yerli tarımın ve zanaatların birliğini yok etmek için toprağa özel
mülkiyeti sokmaya çalıştığı ve kapitalizmin önkoşullarını geliştirdiği zaman,
Asyatik üretim tarzı nihayet yıkıldı. Sonuç, sulama sisteminin zayıflaması ve
19. yüzyıl boyunca yaşanan bir dizi korkunç kıtlıktı.
Asyatik üretim tarzı, ilkel komünizmin toprağın kolektif
olarak işlenmesi gibi bazı özelliklerini muhafaza etmesine rağmen, sınıflı
toplumun ilk gelişimine tanık oldu. Üretimi daha önce hiç olmadığı kadar yüksek
bir düzeye çıkardı ve daha sonra durağanlaştı.
Böylece yerkürenin çok geniş alanlarında Batı Avrupa’da
görülenden tamamen farklı bir toplum biçimi ortaya çıktı. Kölelik biliniyordu,
ancak baskın üretim tarzı değildi. Batı feodalizminin tersine, artı-ürün toprak
beylerinden ziyade merkezi devlet tarafından gasp ediliyordu.
Uygarlık bir kez kurulup korunduktan sonra, ister savaş
isterse de ticaret yoluyla, etkilerini etrafına yaymak zorunda kaldı. Mısır
ticarette her zaman dışarıya bağımlı oldu, böylece Girit uygarlığının
ilerlemesini teşvik etti ve bu münasebetle Yunan sahilindeki ticaret
topluluklarının gelişimine muazzam bir hız verdi. Burada uygarlık insanlığı
tekrar ileriye götürebilecek üretim ilişkilerini –bireysel zenginliğe sınırsız
bir teşvik sağlayan özel toprak mülkiyetini– buldu.
Antik Yunan: Kölecilik ve Demokrasi
Bu nedenle, Yunanistan tekrar tarihsel kayıtlara girdiği
zaman, sınıfsal yapısı Homer zamanınkinden çok farklıdır. Kıyının dört bir
yanında ticaret kentleri türemiştir. Tüm bu kentlere, başlangıçta, politik
hakları tekellerine alan toprak beylerinden oluşan küçük bir egemen sınıf
hükmediyormuş gibi görünür. Bu toprak beylerinin kent merkezindeki bölgelerin
ilk işgalcileri olduğunu düşünebiliriz. Ticaret geliştikçe, bunların
topraklarının fiyatı hızla yükselecek ve konumlarını ürün piyasasını kontrol
etmek için kullanabileceklerdi. Elbette hakim konumlarını, kenar mahallelerde
oturan yoksul yurttaşlara borç olarak tohum vermek ve çoğu üzerinde bir borç
esaretini zorla kabul ettirmek için kullandılar. (Kırdaki insanların,
topraklarını mı yoksa kendilerini mi ipotek ettiği hâlâ akademik bir tartışma
konusudur, fakat sömürü şekli burada bizim için önemli değildir.)
Ticaret geliştikçe, tüccar ve zanaatçı sınıfın önemi arttı ve
politik haklar için yoksul köylüyle birlikte mücadele etti. Sınıflı toplum bir
kez kurulduktan sonra, savaş ve artı-üründen bir parça elde etme şansı
sayesinde ana yerleşim merkezlerine yayıldı.
Yunanistan ve Roma’daki tüm kent devletleri aynı prensipler
etrafında örgütlendi. Kent devleti (Yunanca’da “polis”) bir bütün olarak diğer
kent devletlerine karşı birleşirken, kendi içinde bölündü.
Bu bölünme, sınıf temelinde
–ve yurttaşlar ile köleler arasında– bir bölünmeydi.
Başlangıçta yoksul yurttaşlar (Roma’daki adıyla plebler) tüm
politik haklardan yoksun bırakıldılar. Mücadeleleri politikti: devlet
kararlarında söz sahibi olmak.
Askeri beka da bir zorunluluktu, zira devlet ordu içindeki
köylülüğün desteğine bağlıydı. Zengin toprak beyi sınıfın, onlar için dövüşecek
yoksul yurttaşlara ihtiyacı vardı. Yüksek sınıfın temsilcisi olan Atina’daki Solon’un
(çok iyi bildiğimiz bir olay) M.Ö. 594’te toprağı pleblere tekrar dağıtmasının
asıl nedeni işte budur.
Büyük ölçüde bir ticaret merkezi olan ve yoğun bir biçimde
tüccar ve zanaatkâr barındıran Atina’da, sıradan insanlar en sonunda demokratik
haklarının tamamını kazanabildiler. Yoksul insanlar kamu görevine alındı ve
yaklaşık 5000 yurttaş, politikaları tartışmak için düzenli olarak mecliste
toplandı.
Demokrasi mücadelesi birkaç aşamadan geçti. Birbiri ardına
kentlerde, toprak oligarşisi önce tiranlar tarafından devrildi. Bunlar, daha
sonraki tarihlerde feodal aristokrasi ile yükselen tüccar kapitalistler sınıfı
arasında denge sağlayan mutlak monarklarla dikkat çekici bir benzerlik
taşıyorlardı.
Mutlakıyet yanlıları gibi, onlar da politik iktidarı ele
geçirmek için sınıf mücadelesinin girdiği kilitlenme durumunu kullandılar.
İngiltere’deki Tudor monarkları gibi, tiranların da teminat altına aldıkları
politik istikrar, sınırsız politik iktidara istek duydukça en güçlü destekçiden
en azılı düşman haline gelen zengin sınıfların daha da yükselmesini mümkün
kıldı. Böylece tiranlar dönemi Yunanistan’ın tüm ticaret kentlerinde
“demokratik” devrimle son buldu.
Ancak Atina demokrasisi –yurttaşlar
için demokrasi– yurttaş olmayan
sınıfın, yani politik hakları olmayan kölelerin sömürüsünü temel alıyordu. Atina demokrasisi aslında, sömürülen
köle sınıfa, zorla egemen sınıfın çıkarlarını dayatma –ve savaşta egemen
sınıfın çıkarlarını savunma– mekanizmasıydı.
Polis sürekli savaş
için donatılan bir kurumdu. Kent devletinin gücü, silahlanma yeteneğinde olan
bağımsız köylülere (“hoplites”) dayanıyordu. Yoksul yurttaşların kenti savunmak
için Perslere karşı yaptıkları Salamis deniz savaşını kazanmalarının ardından,
demokrasinin zaferi Atina’da kaçınılmaz oldu. Silahlanmak için çok yoksul
olmalarına rağmen, Atina donanması için kürekçilik yaptılar. Dışa doğru yayılma
ve kölelerin fethedilmesi sayesinde, zengin ve yoksul yurttaşlar arasında
tehlikeli bir çıkar birliği kuruldu.
Daha sonraki köleci Roma toplumuna kıyasla Yunan köleci
üretim tarzı, yurttaşlar söz konusu
olduğunda görece “demokratikti”.
Yoksul yurttaşlar bile, çiftlikte veya işlikte kendilerine yardımcı olmak üzere
ya da köle ekiplerinde çalışması için kiraya vermek üzere bir köleye sahip
olabiliyorlardı.
Bu yüzden yoksul yurttaşlar üzerinde bir baskı yoktu, çünkü
zenginin alternatif bir emek kaynağı vardı. Demokrasinin gelişmediği Yunan
kentlerinin çoğu, toprak servetinin doğal olarak ticari zenginliklerden daha
önemli olduğu ülkenin iç kısımlarındaydı.
Kölelik, emek bir
artı-ürün verdiği için ancak şimdi mümkündü. Bu artı-ürüne, üretim
araçlarına –bu durumda bizzat kölelere– sahip olan bir egemen sınıf tarafından
el koyuluyordu. Devlet egemen sınıfın devletiydi. Tüm toplum yapısı köle
emeğine dayanıyordu; sanat, kültür ve felsefenin tüm mucizeleri, sömürülen bir
sınıf, köle sahiplerinin boş vakti olabilsin diye çalıştığı için mümkündü
ancak.
Köleci toplumun kendi dinamikleri vardı. Başarısı, sürekli
daha fazla köleye, daha fazla ödenmemiş emeğe el koyulmasına bağlıydı.
“Kölelik, başlıca
üretim biçimi olduğu her yerde, emeği kölece bir etkinliğe dönüştürür, dolayısıyla
onu özgür insanlar için onur kırıcı hale getirir. Bu yüzden, bir yandan kölelik
üretimin daha fazla gelişmesi önünde acilen kaldırılması gereken bir engelken,
öte yandan böyle bir üretim tarzından çıkış yolu kapalıdır. Bu çelişki, köleliğe
dayanan bütün üretimin ve bütün toplulukların yıkımına neden olur. Çözüm, çoğu
durumda, yıkılmaya yüz tutan topluluklara daha güçlü olanlar tarafından (Makedonya
ve daha sonra da Roma tarafından Yunanistan’a yapıldığı gibi) zorla boyun eğdirilmesidir.
Bizzat bunlar da köleliğe dayandıkları sürece, merkez sadece yer değiştirir
ve süreç, sonunda köleliğin yerine başka bir üretim biçimi geçiren bir halkın
fethetmesine kadar (Roma), daha yüksek bir düzeyde yinelenir.”[5]
Bu açıklamayı örneklerle izah etmek için, köleliğin tüm
potansiyelini tükettiği Roma’ya ve kendisini içinde bulduğu çıkmaz sokaktan
nihayet düşe kalka çıkan Batı Avrupa toplumuna dönelim.
Roma Köleliği
Roma toplumu, eski krallarını kovduktan sonra, toprak
sahiplerinin (bunlar Roma’da “patrisyenler” diye adlandırılıyorlardı ve
Senatoda örgütlenmişlerdi) egemen olduğu dönemdeki Yunan kent devletleriyle
başlangıçta aynı görünümü sergiler.
Toprak sahipleri başlangıçta tüm politik hakları tekellerine
almışlardı. Plebler, “kabilelerin birlikten çekilmesi” biçiminde
gerçekleştirilen genel tarım grevi de dahil olmak üzere, iktidarda pay sahibi
olmak için muhteşem bir mücadele verdiler.
Fakat plebler sadece yoksul yurttaşlardan ibaret değildi.
İçlerinde, devlet iktidarını kontrolleri altında bulunduran soylulara katılmak
isteyen zengin tüccarlar da vardı. Bunlar pleb hareketinin başını çektiler ve
istediklerini elde ettiklerinde onları terk ettiler.
Bu mücadelenin belirli kazanımlarından biri de borç
köleliğinin yürürlükten kaldırılmasıydı. Boşluk, Roma cumhuriyetinin muazzam
yayılmasıyla ve fetihler sayesinde köle yığınları edinilmesiyle dolduruldu.
Yunanistan’la fark, Romalı patrisyenlerin, onlardan zorla
alınan tavizlere rağmen iktidara sıkıca sarılması ve bu köle akınının
nimetlerini tekeline almalarıydı. Köle emeğiyle büyük çiftliklerin (latifundia) sömürüsünü birleştirdiler.
Böyle yaparak, lejyonlar içinde örgütlenen ve Roma’nın askeri ihtişamının
temelini oluşturan plebleri kaçınılmaz olarak zayıflattılar.
Malları ellerinden alınan lejyonerler yirmi yıllık askeri
hizmetten sonra geri döndüklerinde, çiftliklerini ota bürünmüş olarak buldular.
Kaçınılmaz olarak yıkıldılar ve köksüz ve mülksüz bir proletaryayı oluşturmak
üzere kentlere sürüklendiler. Ama 19. yüzyılın anti-kapitalist toplum
eleştirmeni Sismondi’nin söylediği gibi, “Romalı proletarya toplumun sırtından
geçinirken, modern toplum proletaryanın sırtından geçiniyordu.”
Roma’da Gracchus kardeşler, bağımsız plebleri korumak için
son bir umutsuz mücadele başlattılar. İkisi de patrisyenlerin satılık
ayaktakımı tarafından kesildi.
M.Ö. birinci yüzyılda, yani cumhuriyetin son yüzyılında, Roma
toplumunun krizi aslında iki yönlüydü.
Bir taraftan sınıf mücadelesi kilitlenmişti. Çelişkiler
orduya sıçrıyordu. Generaller birbiri ardına, pleblerin kendi mücadeleleri
yoluyla alamayacakları toprağı onlara bağışlama sözü vererek, askeri
birliklerinin desteğini kendi politik hırslarının çimentosu yaptılar.
Diğer taraftan Romalı küçücük bir oligarşi, artık rüşvetçi
bölge valileri ve vergi toplayıcıları vasıtasıyla bir dünya imparatorluğuna
hükmediyordu. Bu egemenlik biçimi oldukça yetersiz kalıyordu ve bu yetersizlik,
Roma’nın İtalyan müttefiklerinin yurttaşlık hakları için ayaklandığı Toplumsal
Savaşlar döneminde gündeme geldi. Romalıların “kazanabilmesinin” tek yolu,
İtalyan müttefiklerini –yurttaşlık haklarını vererek!– kendi yanlarına
çekmekti.
Böylece askerler birbiri ardına iktidar boşluğuna adım
attılar ve kendi iktidarlarını yavaş yavaş genişlettiler. Sonunda, Sezar
Augustus, özellikle de devletin yönetilmesinde söz hakkı verdiği İtalyan toprak
sahiplerine güvenerek cumhuriyeti lağvetti.
Yavaş yavaş herkes yurttaş oldu ve ayrıcalıklar anlamsız hale
geldi, çünkü herkes Roma İmparatorluğunun sade tebaasıydı. Fransız imparator
Napoleon Bonaparte’ın politikalarının, eleştirmenleri tarafından “Sezarizm”
olarak adlandırılması boşuna değildir. Her ikisini de karakterize eden şey, tam
da, kişisel iktidarlarını kurarken, sınıflarla gruplar arasındaki aynı
dengeydi. Augustus’un imparatorluğu uzun bir barış dönemini başlattı. Ancak
köleci bir imparatorluk için, barış savaştan daha büyük bir tehdittir. Köle
kaynakları iyice kurudu ve köle fiyatları feci şekilde arttı. Roma kendi doğal
sınırlarına ulaşmıştı. Etrafı “barbarlar” olarak bilinen kabileler tarafından
kuşatılmıştı ve Roma onları yenememişti.
Roma İmparatorluğunun Çöküşü
Bu durumda, köleci üretimin sınırları kendini gösteriyordu.
Kölenin üretimi geliştirmek için hiçbir nedeni yoktur. O sadece kırbaç
tehdidiyle çalışır. Özgür insanlara gelince, onlar da, Romalı hukukçuların
köleleri adlandırdıkları gibi, bir “instrumentum
vocale”, “sesli bir mal varlığı türü” olmakla özdeşleştirdikleri emeği
küçümserler.
Roma toplumunun trajedisi, sınıf mücadelesinin üç köşeli
olmasıydı. Yoksul özgür insanlar büyük köle sahiplerinden şikayetçiydiler, ama
sıkıca sarılmaları gereken tek dokunaklı itibar kırıntısı özgür olmalarıydı ve
bu nedenle köleler için toprakları fethederken ve köle ayaklanmalarını
bastırırken, devşirilen orduda ezenlerle birlikte daima ortak dava
güdüyorlardı.
Kölelere gelince, onlar da köleliğin evrensel olduğu bir
dünyada, kölesiz bir dünya yaratmak için değil, “köle sahiplerini
köleleştirmek” rüyasıyla yaşıyorlardı.
Bu muazzam imparatorluğu bir arada tutma yükü, artı-ürünün
büyük bir kısmını vergiler halinde iç eden aşırı şişkin bir devlet iktidarı
yaratıyordu. Emperyal despotizm tarafından yaratılan atomize insanlar arasında
merkezi bir tarzda hareket etme yeteneğine sahip tek kendine güvenen güç
orduydu. Yüz yıl boyunca muhafız alayı istediği kadar imparator yarattı ve
devirdi.
İmparatorların bundan kurtulmak için tek çıkış yolu vardı:
lejyonları sınırdan geri çekmek ve Roma’daki muhafız alayının üzerine yürümek.
Tüm bunlar çelişkileri daha büyük ölçekte yeniden üretti.
İmparator Septimus Severus öldüğü zaman, oğullarına şu özlü
politik aklı verdi : “Askerlerin parasını ödeyin. Gerisi sorun değil.”
Devletin, özünde, “silahlı insanlardan oluşan bir teşkilat” olduğu gerçeği,
Roma İmparatorluğundaki hiç kimse için bir sır değildi.
Üretim azaldıkça doğal olarak ticaret de azaldı ve toprak
sahiplerinin villaları, onların yerini alacak olan Orta Çağ manorları
(malikaneleri) yönünde gelişerek, gittikçe daha çok kendine yeterli hale geldi.
Paradan kaçış, üçüncü yüzyılın sonundaki enflasyonla daha da arttı.
İmparatorlar, ayni vergiler talep ederek, zarardan kaçınmayı güvenceye aldılar.
Bunlar aynı zamanda, artık politik güçten yoksun kalmış olan
patrisyen (toprak sahibi) sınıfı, binalara ve arenalara büyük miktarlarda para
harcamaya zorlayarak sıkıştırıyorlardı. Toprak sahipleri buna, kıra kaçarak ve
kendine yeterli kır malikanelerini kurarak yanıt veriyorlardı.
Kölelik ölmeye başlamıştı, ancak Hıristiyanlık tarafından
ileri sürülen güya insani fikirler yüzünden değil, sadece artık kârlı olmadığı
için. Köleci üretimin toplumu ileri götürebilmesinin tek yolu, birkaç yıl
ölümüne çalıştırılabilen ve sonra değiştirilebilen çok sayıda kölenin ele
geçirilebilmesiydi.
Bu fetihler, silahlı pleblerden oluşan Roma lejyonları
tarafından mümkün kılınmıştı. Ama plebler, köle çalıştıran büyük çiftliklerin
başarısıyla yok edilmişlerdi.
Artık Romalılar, ordularını güçlendirmek için sadece barbar
paralı askerleri bulabiliyordu. Böylece Roma’yı barbarlardan barbarlar
koruyordu! Açıkçası imparatorluk fazladan yaşıyordu.
Kölelik, özellikle zenginlerin ev içi hizmetlerinde hâlâ
önemli olmakla beraber yavaş yavaş hakim üretim tarzı olmaktan çıktı. Üretim ve
ticaret daraldıkça, tarım işinin doğal ritminden dolayı yılın yarısında işsiz
olan insanları tarlalarda çalıştırmak için bütün yıl boyunca beslemenin
anlamsız olduğu, toprak sahipleri için açık hale geldi. Durgun dönemlerde
onları kendi başlarının çaresine bakmaya mahkûm etmek çok daha iyiydi!
Daha önce köle olanlara, ürettiklerinin düzenli bir kısmını
toprak sahibine vermek zorunda oldukları ve ailelerinin geçimini de güçlükle
sağladıkları bir toprak parçası kiralanıyordu. Devlet de gelirinin çoğunu,
köylülere zorla dayatılan toprak vergisinden çıkarıyordu.
Bir süre sonra, kötü hasat zamanlarında borca girme doğal
eğilimleri yüzünden, köylüler serfleri andırır bir halde toprağa bağlandılar.
Bu “kolonluk” dönemi olarak adlandırılır.
Neticede Batı İmparatorluğu, barbarların daha saldırgan ve
tehdit edici olmaları yüzünden değil, imparatorluğun iç çürümesi yüzünden
yıkıldı. Üretici güçlerin zaten gerileme içinde olduğunu görmüştük; ve
kolonlukta, feodalizm altında meyve veren bazı eğilimler doğuş sürecine girdi.
Feodalizme Geçiş
Batı Avrupa’daki Cermen (barbar) istilâlarından sonra ortaya
çıkan yeni toplum, gerileyen Roma uygarlığı ile sınıflı topluma evrilme
sürecindeki Cermen kabile topluluğunun bir senteziydi.
Eski Yunan uygarlığına yönelik Dor istilâsı gibi, bu da
geriye bir adım gibi görünüyordu. Üretimdeki düşüş toplumsal hayatın tüm
alanlarını etkiledi. Günümüze kadar gelen bazı Karanlık Çağ kayıtları (Tours’lu
Gregory’nin yazdığı Frankların Tarihi gibi),
her türden gülünç mucizeye –Romalı patrisyen bir tarihçinin katıla katıla güleceği
bir durum– çocukça inanıldığını göstermektedir.
Sanatın ve kültürün tüm kazanımları, sadece kilise
kurumlarında ölü vaziyette varlığını sürdürdü. Ancak barbarlar yeni fikirler ve
bir kez daha ilerleme olanağını da getirdi. Tek bir örneği ele almak gerekirse,
Cermenler toprak yüzeyini kazımaktan çok altüst eden ve böylece tahıl miktarını
arttıran ağır bir pulluk geliştirmişlerdi.
Bu süre zarfında Cermen kabileleri arasında neler olmuştu?
Romalılar “böl ve yönet” taktiğiyle şaşırtıcı bir zaman dilimi boyunca
kendilerini korumuşlardı. Sadece kabilelerin aralarını açmakla kalmamış, aynı
zamanda kabile içinde rüşvetle satın alınan ayrıcalıklı bir elit yetiştirmek
için lüks maddelerin ticaretini bilinçli olarak geliştirmiş ve böylece kabileyi
kendi içinde bölmüşlerdi.
M.S. birinci yüzyılın başlarında Tacitus, pek çok kabilenin
demokratik yapısını betimledikten sonra, deniz ticaretiyle uğraşan bir halk
olan Suionlar ile devam eder:
“Servete de büyük saygı gösterilir; ve bu nedenle tek bir
hükümdar, sınırsız bir iktidarla ve sorgusuz sualsiz bir itaat talebiyle yönetir.
Silahlar, Almanya’nın geri kalanında olduğu gibi, herkese verilmeyip, gerçekte
köle olan muhafızın gözetimi altında tutulur ... aylak silahlı insan kalabalığı
kolayca sorun çıkarır.”
Kabile topluluğunun devleti olmadığı için, gençleri akınlara
gitmekten alıkoyma olanağı yoktu. Hepimiz kovboy filmlerinden, yaşlı Apaçi
şefinin Yedinci Süvari Birliğinin albayına bu prensibi açıklarken yaşadığı
problemleri biliriz. Ama kapitalist fethe karşı Kızılderili direnişi mahkûm
edilirken, çöken Roma İmparatorluğu üzerine düzenlenen akınlar pek güzel
işlerine geliyordu.
En cesur gençlerin etrafında maiyetler toplandı. Bu silahlı
maiyetler böylece, kabilenin iradesine değil bir bireyin iradesine bağlandılar.
Ganimet hediyeleriyle liderlerine bağlandılar. Onlar kabile topluluğunun
sonunun başlangıcıydılar, yavaş yavaş daimi silahlı bir aristokrasi haline
geldiler ve liderlerini krallığa yükselttiler.
Bu askeri aristokrasi Romalı toprak sahiplerini mülksüzleştirdi
ya da Roma İmparatorluğunun topraklarına girdikçe onlarla birleşti.
Bu broşürün amacı Batı toplumunun sonraki birkaç yüzyıl
içinde geçirdiği tüm değişimleri detaylı bir şekilde incelemek değildir. Ancak
merkezileşen Roma İmparatorluğunun kaybolan ihtişamının yerini almak için
yapılan en ciddi girişime, Şarlman’ın Frank İmparatorluğuna ve ona ne olduğuna
göz atmak öğretici olacaktır.
Şarlman Avrupa’da geniş topraklar fethetti ve kontlar
tarafından yönetilen eyaletler kurdu. Fetihlerini gerçekleştiren ordulara
yiyecek sağlamak için, eskiden özgür olan Frank köylülüğü (“Frank” özgür
anlamına gelir) giderek serf statüsüne düşürüldü.
Bu girişimler toplumun üretici kaynaklarının
taşıyabileceğinden daha büyüktü. Üretkenlik düşük olduğu için, ulaşım araçları
ilkeldi. Şarlman’ın halefleri döneminde, imparatorluk içe doğru patladı,
Normanlar, Vikingler ve Sarazenler tarafından istilâ edildi ve çökme noktasına
geldi.
Yerel kodamanlar, toprağın korunması karşılığında, her yere
kaleler inşa etme ve yerel köylerin tartışmasız lordları haline gelme fırsatını
elde ettiler.
Şarlman’ın halefleri, silahlı adamlarına hediye ve yatacak
yer yerine toprak vererek ve karşılığında askeri hizmet ve hükümranlığın
tanınmasını talep ederek, durumu kabul etmek zorunda kaldılar. Bu ölçü,
toprağın zenginliğin esas biçimi olduğu bir toplumsal aşamayı gösteriyordu.
Toprak üzerindeki hakimiyet onlara artı-ürün ayrıcalıklarının kapısını açmıştı.
Feodal Toplum
Feodal toplum, böylece, yukarıdakilerin toprağın hakimiyeti karşılığında
aşağıdakilere dayattığı bir askeri yükümlülükler piramidi biçiminde ortaya
çıktı.
Tüm yapı, lordların topraklarında çalışan köylülerin
ödenmemiş emeğine dayanıyordu. Kölelerin tersine, onlar lordun malı değildi.
Feodalizm düzensiz gelişti. Köydeki bazı insanların toprakları çok küçüktü ve
hâlâ lordun toprağında çalışan köleler ya da hizmetkârlar olarak yaşamlarını
sürdürüyorlardı. Daha özgür köylülerin işleyecek toprakları vardı ve ayni rant
ödemek zorundaydılar. Diğerlerinin bir ara statüleri vardı, bunlar kendi
geçimlerini sağlamak için küçük toprak parçalarını işliyor ve zamanın geri
kalanında lordun toprağında emek hizmeti vermek zorunda kalıyorlardı.
Feodalizm altında sömürü açık ve örtüsüzdür. Köylüler
lordlara hizmetlerini para, emek ya da ürün olarak öderler. Ne olup bittiğini
herkes görebilir. Eğer lord köylüyü toprağında üç gün yerine dört gün çalışmaya
zorluyorsa, sömürü oranının arttığı her iki taraf için de açıktır.
Kölelik altında, tersine, kölenin kendi geçimini sağlamak
için çalışmak zorunda olduğu çalışma haftası bile ödenmemiş görünür. Bu yüzden
köle karşılıksız çalışmış görünür. Kapitalizm altında, ücretli işçiye emeğinin
değeri olarak gösterilen bir miktar para ödenir. Tüm emeğin karşılığı ödenmiş
görünür.
Bu üç sistemde de üretici
sömürülür: ancak sömürünün kendine özgü biçimi en sonunda toplumun tüm yapısını
tayin eder.
Feodalizm altında devleti oluşturan “silahlı adamlar
topluluğu”, çoğunlukla silahlı güç tekeline sahip olan egemen sınıftan
çıkıyordu. Böylece ekonomik ve politik iktidar aynı ellerdeydi.
Köydeki adalet genellikle lordun malikâne mahkemesinin
elindeydi. Feodal lord ve onun silahlı adamları, hepsi birbiri içine geçmiş
olan polis, hakim ve cellâtlardı.
Geriye bakınca, feodalizmi durağan bir sistem olarak görme eğilimindeyiz.
Kapitalizmle karşılaştırıldığında şüphesiz öyledir. Ancak feodalizmin sağladığı
istikrar altında ciddi ilerlemeler yapıldı.
Örneğin, İngiltere’nin nüfusu 1066 ile 14. yüzyıl arasında
muhtemelen ikiye katlandı; bu üretimdeki ilerlemenin bir belirtisidir. Geniş
orman alanları ve işlenmemiş toprak ilk kez sabanla işlendi. Doğu Avrupa’nın
uçsuz bucaksız bölgeleri feodalizm tarafından sömürgeleştirildi.
Feodalizm üreticiye üretimi kendi yararına genişletmesi için
sınırlı bir teşvik sağladı. Tarımı ve sömürgeleştirmeyi geliştirmeye bazen lord
önayak oldu, bazen de köylü. Bu sınıf mücadelesine bağlıydı. Lordun eğilimi,
köylülerin toprak parçalarını asgariye indirmeye, ortak toprakları işgal etmeye
ve serf statüsünü dayatmaya çalışmaktı. Öte yandan köylüler, feodal aidatların
asgari bir kiraya indirilmesiyle ilgileniyorlardı.
Su ve rüzgâr değirmeni gibi yenilikler, bu yeni sistem
altında başladı. Lord, değirmeninin belli bir süre kullanımı için fahiş
fiyatlar isteyerek, bu ilerlemenin tüm faydalarının üstüne oturmaya teşebbüs
edecekti.
Avrupa kıtasında, Orta Çağın sonlarında, bu “banaliteler”[6]
feodal gelirin ana biçimiydi. Daha çok üretme güdüsü, ister lordun lüks
harcamalar için daha çok gelir tutkusundan ileri gelsin, isterse köylülerin
bağımsız çiftçiler olarak işe başlama hırsından ileri gelsin, üretim tedrici
olarak ilerliyordu.
Ama feodalizm de, kendinden önceki kölelik gibi, üretkenliğin
gelişmesini sınırlandırıyordu. Kuşaklar boyunca tarımsal üretkenlik büyük
oranda durgun kaldı. Feodal lordların daha çok servet kazanmalarının en kolay
yolu daha çok insanı sömürmekti. Bu nedenle, nihai etkisi üretici güçleri israf
etmek ve yok etmek olan savaş için daimi bir itici güç vardı.
Orta Çağ Kentleri
Sınıflı toplumun önceki biçimleri gibi feodalizm de, gelişimi
sırasında kentlerde yeni bir toplumun tohumlarını üretti.
Roma kentleri feodal Orta Çağ kentlerinden daha büyük ve daha
etkileyiciydi, ancak aynı gelişme olanaklarına sahip değildi. Roma kentleri,
lüks malların ticaretini yapan toprak sahiplerinin toplanma yerleri olarak ve
çevresindeki kırı soyan idari merkezler olarak yola çıkmıştı. Orta Çağ kentleri
ise zanaat ve ticaret merkezleriydi.
Üretkenlik geliştikçe, ticaret zorunlu olarak büyüdü.
Karanlık çağlarda aristokratların evlerine ve manastırlara bağlı olan
zanaatkârlar, kırsal bölgelerle daha hızlı ve bu nedenle de daha ucuz
üretilebilecek ya da sadece yetenekli uzmanlar tarafından üretilebilecek
malların ticaretini yapmak için bir araya geldiler.
Bu kentler başlangıçta ister yeni bir ticari sınıfın
embriyosu tarafından isterse de yeni gereksinimleri sömürmek için ilerici
feodal lordlar tarafından kurulmuş olsun, yeni bir eğilimi temsil ediyorlardı.
Evrensel egemenlik ilişkilerinin ve feodalizmin uşaklık ruhunun tersine, bunlar
feodal lordların temsilcilerinden birinin “yeni ve iğrenç bir isim” olarak
adlandırdığı komünü ortaya çıkaran
tüccarların özgür birliğiydi.
Bu kentlerde üretim ve ticaret, zanaat dallarına ayrılan
loncalar halinde örgütlendi. Bunlar üretimi, fiyatları ve kaliteyi düzenlemeye
çalışıyorlardı.
Kara Ölüm (on dördüncü yüzyılda Avrupa’ya yayılan korkunç
veba) Polonya’ya uğramadan geçtikten sonra, loncalar daha fazla kutsal gün
kutlayarak tanrıya şükretmeye karar verdiler. Aslında yaptıkları şey, şüphesiz,
siparişlerin azalması nedeniyle işi
paylaştırmaktı.
Loncalar eşitler arasındaki birlikler olarak işe başladı, ama
kentler daha iyi bir yaşam uman mülteci serflerin sürekli akını yüzünden
hacimce büyüdükçe, lonca ustaları, ustaların kendi saflarına katılmasını daha
zor hale getirebiliyorlardı.
Aynı zamanda, tüccar loncalar da, bir kent eliti haline
gelmek için zanaat loncaları üzerindeki konumlarını kötüye kullanabiliyorlardı.
Orta Çağın sonunda gerçekleşen, yoksul zanaatkârların meclisin yönetiminde söz hakkı
elde etmek için çıkarttıkları bir dizi ayaklanmaya kadar, birçok kente küçücük
bir oligarşi hakimdi.
Bu doğal farklılaşma meta üretimiyle yeniden üretildiği için,
oligarşi zamanla ilk statüsünü tekrar kazandı. Aynı zamanda tüm kentler toprak
sahibi sınıftan hürriyet ayrıcalığını almak için savaşa girişti.
Emeğin üretkenliği arttıkça, ticaret de artıyordu, pazar için
üretim, meta üretimi ve para ekonomisi de öyle. Giderek daha çok tahıl ürünü,
kentleri beslemek amacıyla satış için üretildi. Bir köylüler katmanı, akranları
pahasına zengin oldu ve pazara üretim yapan toprak sahibi çiftçiler olma
tutkusuna kapıldılar.
Bununla birlikte, İngiltere’de, üretimin pazara
yönlendirilmesine asıl önayak olanlar feodal lordlardı. Yün üretimi önem
kazandığı için, lordlar ortak toprakları gasp etmeye ve köylüleri
mülksüzleştirmeye uğraşacaklardı.
İngiltere’de serflik genel olarak on dördüncü yüzyılın
sonlarında ortadan kalktı, ama toprak köleliğinin yerini kısa vadeli
kiralamalar aldı, giderek artan bir yoksul köylü ordusu dışarıya atıldı ve
serseriliğe (geçimini sağlamak için aylak aylak toprakları dolaşmaya) zorlandı.
On yedinci yüzyılda, nüfusun dörtte birinden fazlasının
dilenmekten başka geçim aracının olmadığı hesap ediliyordu. İlerleme, her zaman
olduğu gibi, sıradan insanların sırtından başarıldı.
Feodalizm Altında Sınıf Mücadelesi
Soylularla plebler arasındaki sınıf mücadelesi politikken,
devlet iktidarına erişmekle ilgiliyken, feodal sınıf mücadelesi esas olarak
ekonomik düzlemde yürüdü.
Toprak sahipleriyle köylüler arasında sürekli ve dur durak
bilmeyen bir mücadele gerçekleşti. Bazen bu, devrimci kavgaya döküldü.
İngiltere’deki 1381 Köylü Ayaklanması, bu olayların en dikkate değer olanıdır.
Kara Ölümden sonra, köylüler emek kıtlığından dolayı güçlü
bir konumdaydı. Toprak sahipleri geleneksel yükümlülükleri daha büyük bir
şiddetle dayatarak kayıplarını telâfi etmeye kalkıştılar. Bu toplumsal bir
patlamaya neden oldu.
Öncü devrimci köylülüğün güneydoğunun ticari ürün
bölgelerinde olması çok anlamlıdır. Ticaretin gelişmesi ulaşımı da geliştirdi
ve geniş alanlardaki insanların birbirine bağlanmasını sağladı. Ayaklanma,
yakın hedeflerinde başarısız olsa da, feodal lordların yağma tutkularının
gerilemesine neden oldu.
Köylülük birbiriyle kavgalı dağınık bir sınıf olduğundan,
ayaklanma temelde başarısızlığa uğradı. Kral II. Richard onları “kendi
otlaklarına geri dönmeleri” için sıkıştırdı ve en zayıf noktalarından vurdu.
Köylülüğün sürekli bir seferberlik durumunda tutulması mümkün değildi. Üretimin
gelişkinliği, nüfusun çoğunluğu toprağı işlemek zorundayken, sadece küçük bir
azınlığın savaşçı olarak tutulabildiği bir noktadaydı
Aynı dönemde Fra Dolcino önderliğinde gerçekleşen İtalyan
köylü ayaklanması bunu gösterir. Dini fikirlerle süslenmiş olsa da, köylülüğün
ileri kesimleri ilkel komünist özlemler geliştirmişlerdi.
Fra Dolcino ve taraftarları İtalyan Alplerine çekildiler.
Beslenmek ve kendilerini korumak zorundaydılar. Saflarında, korkaklar ve
hainler arasında bölünmenin başlaması, moral bozukluğuna ve yenilgiye yol açtı.
Bu örnekte, feodalizmin kurumlarının üretici güçlerin o
sırada varolan durumuna nasıl da karşılık geldiğini görebiliriz. Geçmişin
acıları insanoğlu için zorunlu bir doğum sancısı olmuştur.
Feodalizmden Kapitalizme
Marx, feodalizmin çözülme ve kapitalizmin ortaya çıkma
sürecini “ilkel birikim” olarak adlandırır. Bu süreç, bir taraftan toprak
yerine para halinde servet biriktirme süreciyken, diğer taraftan mülksüz bir
proletaryanın yaratılması sürecidir. Bu, üreticilerin kendi geçimlerini sağlayabildikleri
araçlardan ayrılmasıdır.
Feodal köylülüğün toprağa bağlı olduğunu görmüştük. Bu onlara
kıtlık zamanları dışında mütevazı bir hayat garantisi veriyordu.
Yol açtığı tüm güvensizlik nedeniyle, zorunda olmadıkça hiç
kimse para için çalışmaz. Emperyalistlerin Afrika’da kelle vergisi almaya
başlamalarının ve Güney Afrika’da olduğu gibi, Afrikalıları bir ücretli emek
kaynağı olmaya zorlamak için çorak rezervasyon bölgelerine sürüklemelerinin
sebebi budur. Bu nedenle, özel mülk sahiplerinin elindeki toprak tekeli,
kapitalizmin gelişiminin bir koşuludur.
İngiltere’de köylülerin mülksüzleştirildiği süreç Marx
tarafından Kapital’de anlatılır.
Toprağın üçte birinin Kilisede olduğu bir dönemde manastırların dağılması
muazzam bir yoksul eski keşişler kitlesi yarattı. Bundan önce de, Güller
Savaşından sonra feodal maiyetin dağılması gaddar bir serseri sınıf yarattı.
Ancak mülksüzleştirmenin ana kaldıracı, arazi sahiplerinden
oluşan bir parlamento tarafından Çitleme Kanunları olarak adlandırılan özel
Parlamento Yasalarının kabul edilmesiydi. Bu düpedüz yasal bir hırsızlıktı. Yün
ticaretinin arttığı bir zamana denk gelmişti ve toprak sahipleri koyun
sürülerini otlatmak için daha fazla toprak istiyordu. Eskiden muhtemelen beş
yüz kişinin oturduğu toprağın, toprak beyinin toprağı olmasına karar verildi ve
köylülerin yerini birkaç çoban aldı.
Bu süreç vahşice olsa da, eski verimsiz şerit sistemini[7] ortadan
kaldırarak ve rasyonel tarımın temelini döşeyerek topraktaki üretimi ilerletti.
Sonra, sanayi devriminin avantajları, modern makineler, bu büyük çiftliklere
uygulanabildi.
İlkel birikim sürecinin bir diğer kutbu da para birikimiydi.
Sermayenin ilk biçimleri, sanayi sermayesinin üretimi dönüştürmesinden önce,
tüccar sermayesi ve tefeci sermayesiydi.
Amerika’nın İspanyol yağmacılar tarafından “keşfedilmesi”
dünya ticaretinin eksenini kaydırdı. “Yeni Dünya”da büyük servetler kazanıldı.
İspanyolların altın aramasına korkunç bir vahşet eşlik etti.
Onların egemenliği altında, 1492’de bir milyon olan San Domingo Kızılderililerinin
nüfusu 1530’da on bine düştü. Küba’da yerli nüfus 1492’de 600.000 iken 1570’te
sadece 270 haneye düştü.
Tüccar kapitalist güçler gaddarlıkta birbirleriyle
yarışıyorlardı. Uzun zaman önce öldüğü düşünülen kölelik, dünya pazarına hizmet
eden madenlere ve plantasyonlara emek gücü sağlamak için bir rönesansa uğradı.
Aynı zamanda, Orta Çağ sonlarında, güçlülerin artan para
ihtiyaçlarını karşılayan, Fuggerlar gibi büyük banker ailelerinin yükselişine
tanık olundu. Şövalyeler, prensler ve feodal maiyet, onlara sunulan yeni
lükslerden geri kalamazlardı. Toprağa dayalı üretim ilişkilerinin, üretici
güçlerin gelişimi önünde bir engel olduğunun çok açık bir kanıtıydı bu.
Monarşi de daha fazla paraya ihtiyaç duymaya başlıyordu ve
borç almaya başladı. O nedenle bu dönem
her ulusun ulusal borcunu arttırmaya başladığı dönemdi. Bugün hâlâ
yaşadığımız ve İngiltere’de şu anda yaklaşık 100 milyar sterlin olan (1983) bir
sorun.
Orta Çağın sonlarında, Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda, İngiltere’deki
Tudorlar gibi mutlak monarşiler türedi. Bu monarşiler eskinin toprak sahibi
egemen sınıfı ile umut vaat eden kapitalistler arasında denge sağlıyorlardı.
Başlangıçta, ticaretin ve bu nedenle kapitalizmin
gelişebileceği güçlü, istikrarlı ulus-devletler kurarak toplumu ileri
götürdüler. Yurtdışında sömürgelerin fethedildiği savaşlarda tüccarların
çıkarlarını savundular.
Aslında monarşiler kendi çıkarlarının peşindeydiler ve ancak
kapitalistlerle toprak sahipleri arasındaki sınıf mücadelesinin kilitlenmesi
sayesinde palazlanabilmişlerdi. Kapitalizm daha da geliştikçe, yükselen
kapitalist sınıfın içinde, büyüyen ekonomik gücüne uygun bir politik güç
tutkusu uyandı. Kapitalizmin egemenliğini sağlamlaştırmak için, saltanat süren
mutlak monarşileri hedef alan burjuva
devrimler gerekliydi.
Tarımdaki gelişmelere paralel gelişmeler, zanaatsal üretimde
de gerçekleşti. Loncaların başlangıçta üretimdeki ilerlemeyi kurumsallaştıran üretim ilişkilerini nasıl yansıttığını
daha önce görmüştük. Loncaların dışındaki kapitalistler devamlı genişleyen
pazarlara üretim yapmak için ücretli emeği harekete geçirmeye başladıkça,
bunlar bir engel haline geldiler.
Loncalar fiyatları yüksek tutmak için üretimi sınırlandırma
ilkesini işletiyorlardı ve saldırılara direnmek için geleneksel ayrıcalıklarını
kullanıyorlardı. Tüccar kapitalistler, ufak toprak parçalarında yarı işsiz
durumda olan köylülerin artı-emeklerini yutmak için köylü evlerine daldılar. Bu
evlere dokumacılığı “yerleştirmeye” başladılar.
Köylülük, dokumacılık gelirlerine giderek daha çok bağımlı
hale geldi. Tüccarlar sadece hammadde ve pazar sağlamaya çalışıyorlardı ve
köylülere, tezgâhlara ve hatta kulübelere bile sahip olabiliyorlardı. Pazarlar
üzerindeki kontrolleri sayesinde üstünlüğü ellerinde tutuyorlardı.
Bu, feodal köylülüğün proleter konuma düşürüldüğü bir diğer
önemli süreçti.
16. ve 17. yüzyıl boyunca, zanaat atölyeleri kuruldu. İşin
basit süreçlere bölünebileceği görüldü. Adam Smith, “Ulusların Zenginliği” adlı kitabına, eski yöntemlerle karşılaştırıldığında
daha ucuza ve daha büyük miktarlarda üretilebilen toplu iğne yapımındaki
işbölümünü açıklayarak başlar.
Daha da ötesi, işin yinelenen basit görevlere bölünmesi, el
emeğinin yerini makinelerin almasını mümkün kıldı. Üretimi bulduğu gibi alarak
işe başlayan kapitalizm, üretim aletlerini devrimcileştirmeye başlıyordu.
Kapitalizm dünya ekonomisi üzerindeki hakimiyetini hiçbir
engelle karşılaşmaksızın kolayca kurmadı. Yeni uyanan üretici güçler, eski
üretim ilişkilerine başkaldırmıştı. Bunların aşılması ve üretici güçlerin
gelişim aşamasına karşılık gelen yeni üretim ilişkilerinin kurulması
gerekiyordu.
Bu burjuva devriminin göreviydi. 1640’lardaki İngiliz
Devrimi, 1776 Amerikan Devrimi ve 1789-94 Fransız Devrimi, kapitalizmin dünya
ölçeğindeki egemenliğinin temellerini kuran belirleyici mücadelelerdi.
Peki bu burjuva devrimlerin görevi tam olarak neydi?
Feodalizm artık egemen olmamasına rağmen, toprak sahiplerinin
çıkarları meta üretiminin önünde bir engel olarak duruyordu.
İngiltere’de toprak sahibi kibar tabaka pazar için üretime
geçmesine rağmen, Fransa’da 1789’a kadar aristokrasi artının büyük bir bölümünü
rant olarak yedi ve malların serbest dolaşımı üzerinde her çeşit geçiş ücretini
zorla kabul ettirmek için ayrıcalıklı konumundan yararlandı.
Bu herkes için fiyatları yükseltti ve burjuvazinin
aristokrasiye karşı koyarak bir bütün olarak ulusun çıkarlarını temsil etme
iddiasında bulunmasını mümkün kıldı. 1789’da Parisli kitlelerin Bastille’i
zaptetmesine kadar, örneğin Paris’e yiyecek girişi feodal bir ayrıcalık olarak
bir geçiş ücretine tâbi idi.
Fransa, eski aristokrasinin tamamen kenara süpürüldüğü
burjuva devriminin klasik ülkesiydi. Giderek pazar için daha çok üretim yapan
köylülük, 1789 burjuva devriminden sonra, tutkulu bir kapitalist sınıfa ve
mülksüz bir kırsal ücretli emekçi sınıfına bölünme eğilimindeydi.
Kapitalizmin, yeni üretim tarzının gelişebileceği bir çerçeve
olarak merkezi ulusal ekonomileri kurma görevi de vardı.
Almanya 19. yüzyıl gibi geç bir dönemde, kapitalist üretim
için istikrarlı bir ulus-devlete sahip olunması gerektiğini gösterdi. Almanya,
1848 devrimi arifesinde hâlâ her biri kendi para birimi, kendi geçiş ücreti ve
gümrük tarifeleri, kendi ölçü birimleri, toprak yasaları ve yerel ulaşımı olan
otuz üç küçük devlete bölünmüştü.
Açıkça, küçük devletlerin yarattığı bu karışıklık, Alman
sanayi ve ticaretindeki büyük ölçekli gelişimin önünde içinden çıkılmaz bir
engel oluşturuyordu. Arkasındaki yeni işçi sınıfından duyduğu korku yüzünden,
Alman burjuvazisinin “kendi” devrimini yapamaması, bu görevlerin –modern bir
kapitalist ulus inşa etme gerekliliğini gören– Bismarck etrafında toplanan
Prusyalı junkerlerin (toprak
sahipleri) hegemonyası altında gerçekleştirilmesine neden oldu.
Öte yandan, Britanya ve Fransa’da, kapitalist gelişimin
çerçevesini geliştirme ilerici görevlerinden biri olarak, ulusal birlik zaten
esasen mutlak monarşiler tarafından gerçekleştirilmişti.
İlerlemeye karşı direnen tek kesim eski aristokrasi değildi.
Toplumu aslında ileri götürmüş olan kapitalistlerin bir kısmı da, giderek daha
gerici hale geliyordu. Zengin tüccarlar krallar üzerindeki nüfuzlarını
ticarette tekel sağlamak için kullanıyorlardı. Metaların fiyatını yükseltmek
için ayrıcalıklarını kullanıyorlardı.
Serbest ticaret için mücadele etmek zorunda kalan daha küçük
tüccarlar ve kentli kitleler, bu gerici kapitalistlere karşı koydular. Aynı
şekilde büyük tefeciler, servetlerini, kraliyete borç vererek yaptılar ve
böylece monarşiye bağımlı hale geldiler.
Bir bütün olarak kapitalist sınıf, devrimini tamamlamak üzere
ihtiyaç duyduğu politik gücü elde etmeye çalışmak için artık yeterince
güçlüydü. Mutlak monarşiler, ticaretin yayılmasını savunan bir kalkan olmaktan
çıkıp, bir engel haline gelmişlerdi. Ortadan kaldırılmaları gerekiyordu; ve
zanaatçı ve küçük çiftçi kitleler, bu işi kapitalist sınıf için yapmak üzere
seferber edildiler.
Kapitalizm
Kapitalistler, servetlerini toprakla ya da kölelerle değil
parayla ölçerler. Para servetin üretime yönelmesi, insanlık için binlerce yıl
önceki tarım devrimi kadar önemli bir dönem olan sanayi devriminde gerçekleşti.
Kapitalizm de, feodalizm veya kölelik gibi bir sömürü sistemidir. Onun ayırt edici
özelliği, sistemlerinin doğası gereği, kapitalistlerin, artı-değeri tüketmekten
ziyade büyük bölümünü tekrar üretime geri yatırmak zorunda olmalarıdır.
Kapitalizm bu yüzden ilk dönemlerde görülmemiş bir dinamik
kazanır. Feodal lordların hiç bitmeyen savaşlar yoluyla yapmaya çalıştığı gibi,
yalnızca daha çok insanı sömürmek yerine, kapitalizm insanları daha çok sömürür,
emek üretkenliğini geliştirir.
Böyle yaparak bir bolluk toplumuna ve böylece de sömürenle
sömürülen arasındaki bölünmeyi tamamen ortadan kaldırmaya olanak sunar. Başka
bir deyişle, bizzat kapitalizmden daha
yüksek aşamadaki bir topluma olanak sunar.
Kapitalizm kendisini egemen kapitalist sınıfın elindeki
üretim araçlarının tekeline dayandırır. İnsanların büyük çoğunluğu, kapitalist
sınıf tarafından dayatılan koşullarda çalışmadıkça, yaşam araçlarından yoksun
kalırlar.
Biçimsel olarak, ücretli işçiler yaptıkları işin karşılığını
alıyormuş gibi görünür. Gerçekte ise feodal serf ya da köleler kadar çok
sömürülürler.
Kapitalizmde emek-gücü (işçinin çalışma kapasitesi) başka
herhangi bir şey gibi bir metadır, çünkü pazarda alınır ve satılır. Kendi
sahibi, yani işçi tarafından satılır ve paranın sahibi, yani kapitalist
tarafından alınır.
Ancak emek-gücü bu bakımdan diğer metalardan farklıdır: değer yaratma eşsiz özelliğine sahiptir.
Kapitalistin işine yarayan da budur, bu nedenle emek-gücünü satın alır (işçi
çalıştırır).
Emek-gücü üretim içinde tüketildikçe (işçiler işe
koşuldukça), kapitalistin emek-gücü için ücret olarak ödediğinden daha fazla
değer yaratılır. Kapitalist kârın kaynağı budur.
Eğer emek-gücü kapitalistin satın alabilmesi için pazarda
hazır ve nazır bulunmak zorundaysa, onun üretilmesi
gerekir. “Birey göz önünde
bulundurulduğunda” diye yazar Marx, “emek-gücünün üretimi, onun kendisini
yeniden üretmesinden ya da varlığını devam ettirmesinden ibarettir.” Marx hemen
arkasından bu devamlılığın “tarihsel ve manevi bir öğe de” içerdiğini ekler;
yani bir işçi ailesinin kendi varlığını devam ettirmesi ve çocuklarını yeni bir
ücretli işçi kuşağı olarak yetiştirmesi için gerekenler, bu toplumdaki işçi
sınıfı için kabul edilebilir olan ve mücadele yoluyla tesis edilmiş yaşam
standartlarına bağlı olacaktır.
Kapitalist sömürünün özü şudur: İşçilere emeklerinin karşılığı değil emek-güçlerinin karşılığı –yani
yaşamaları için gerekli olan miktar– ödenir. Fark kapitalist tarafından
alınır.
Böylece işçinin günlük çalışması “gerekli emek” ve
“artı-emek” olarak ikiye bölünür. İşçi “gerekli emeği”, günün, satıldığında
ücret maliyetini karşılayacak olan değerin üretildiği kısmında harcar.
“Artı-emeği” ise işgününün geri kalan kısmında, satıldığında kapitalist sınıfa
giden kira, faiz ve kârı karşılayacak olan değeri üretirken harcar.
Kapitalizm başlangıçta, işgününün sürekli uzatılmasını
(işçilere genellikle günlük ücret ödeniyordu, ancak çalışma saatleri çok
uzundu) dayatarak sömürü oranını arttırmaya uğraştı. Kapitalistler, şehirdeki
ve kırdaki küçük üretimin yok olmasıyla ve açlık çeken yoksul yığınların
kentlere sürüklenmesiyle yaratılan neredeyse bitmez tükenmez bir yedek emek ordusu sayesinde bunu
başarabildiler.
Bu, işçilerin patronlar tarafından dayatılan her türlü koşul
altında çalışmak zorunda kalması anlamına geliyordu. Ancak kapitalist sistem
altın yumurtlayan tavuğu öldürme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. 1850’lerde
Britanya’da yapılan teftişler, cılız, güçten düşmüş bir işçi kuşağının askeri
hizmet için uygun olmadığını gösteriyordu.
19. yüzyılda İngiliz işçiler işgününün yasal olarak
sınırlandırılması için mücadele etmeye başladılar. Marx bunu “işçi sınıfının
politik ekonomisi için ilk zafer” olarak adlandırıyordu. Böyle olsa da,
belirtmeliyiz ki, daha sonra yapılan Ulusal Sağlık Hizmeti, 10 saat yasası gibi
reformlar, uzun vadede egemen sınıfın çıkarınaydı, çünkü emek kaynağının
sağlıklı durumda tutulmasını sağlıyorlardı.
Buna rağmen, kapitalistlerin dar görüşlü açgözlülüğü
yüzünden, bu reformlar sadece egemen sınıf muhalefetine karşı dişe diş mücadele
sayesinde zorla kabul edildi.
Böylece, Marx’ın mutlak
artı-değerin arttırılması (örneğin işgününü uzatarak) dediği şey sayesinde
artı-değer oranını sınırsız bir şekilde arttırmaları engellenen kapitalistler, nispi artı-değerin arttırılması yoluyla
sömürü oranını yükseltmek zorunda kaldılar.
Bu, kapitalistlerin, işçilerden daha fazla emek saati almak
yerine, işçilerin emek üretkenliğini –aynı iş saatinde daha fazla ürün elde
etmek– arttırmak zorunda olmaları anlamına gelir.
Emek ne kadar üretken olursa, işçilerin yaşam
gereksinimlerinin değerini (ücretlerini) üretmeye ayırmaları gereken işgünü
parçası o kadar kısalır ve kapitalist için artı-değer üretmeye o kadar fazla
zaman ayrılabilir.
Kapitalizmin motoru rekabettir. Her kapitalist hayatta kalmak
için rakiplerini alt etmek zorundadır. Daha ucuz satmanın en iyi yolu daha ucuz
üretmektir. Emek zamanı değerin ölçüsü olduğu için, bu daha az emek zamanıyla
üretmek anlamına gelir.
Makineleşme emek üretkenliğini sürekli olarak arttırmanın
temel aracıdır. Belki de sürecin en iyi örneği, Marx’ın el tezgâhı
dokumacılarının durumuna ilişkin verdiği örnektir.
İplik eğirme makinesinin icadı ve ucuz dokuma ipliğinin
kitlesel üretimi, elbise yapımının makineleşmesine yol açtı. Dokumacılık o
zamana kadar hâlâ bir el zanaatıydı. Sanayi devriminin ilk yıllarında
dokumacılara talep arttıkça, el tezgâhı dokumacıları ücretlerini
arttırabildiler ve düzenli bir “işçi aristokrasisi” haline geldiler. Bunlar
kapitalizm için ucuz üretimin önünde bir engel teşkil ediyorlardı. Kaçınılmaz
bir sonuç olarak, dokuma makinesi icat edildi, zira kapitalist ihtiyaç icadın
ebesidir.
Dokuma makinesinin, eşit miktarda yün kumaş üretmek için daha
az emek zamanı aldığı, herhangi bir gözlemci için dahi apaçıktır.
El tezgâhı dokumacıları, ürünlerinin fiyatını boşuna
düşürüyorlardı. Dokuma makinesiyle hiçbir şekilde rekabet edemezlerdi.
En gelişkin oldukları dönemde el tezgâhı dokumacılarının
sayısı çeyrek milyondu. Bir kuşak boyunca binlercesi gerçekten açlıktan ölerek
yok oldu. Çok azı dokuma makinelerinin başında düşük ücretlerle iş
bulabildiler.
Kapitalist gelişmenin yolu daima bu olmuştur. Fakat bu
şekilde kapitalizm modern sanayinin inanılmaz üretici güçlerini geliştirmiştir.
Kapitalizm aynı zamanda kendi hakimiyetine uygun bir devlet
biçimi de geliştirir. Kapitalizm altında, her biri sınıf mücadelesinin
gelişimindeki farklı bir aşamaya tekabül eden farklı devlet biçimleri
–parlamenter demokrasiden faşizme ve en çeşitli biçimlerde Bonapartist askeri-polis
diktatörlüklerine kadar– varolabilir.
Tüm bu devlet biçimlerinin tek bir ortak noktası vardır: son
tahlilde üretim araçlarının özel mülkiyetini ve bu nedenle de sermayenin
egemenliğini savunurlar.
Marx ve Engels, demokrasinin, kapitalist sınıf egemenliğinin
ideal biçimi olduğunu sık sık vurguladılar; birincisi bu, kapitalistlere kendi
anlaşmazlıklarını çözme olanağı verir; ve ikincisi de toplumun yönetilmesinde
işçi sınıfı partilerine görüntüde bir söz hakkı tanır. Sistemin sürekli
varolması için gerekli olan değişiklikler böylece daha kolayca yapılabilir.
Aynı zamanda burjuva demokrasisi işçilere, sömürücülerini devirmek üzere
örgütlenmeleri için en uygun zemini sunar.
Kapitalizm, varlığının bir önkoşulu olarak, yeni bir mülksüz
çalışanlar sınıfını gerekli kılmıştır. Gelişimi boyunca kapitalizm giderek
büyüyen bir ücretli işçi havuzu yaratmıştır.
İkinci Dünya Savaşından bu yana bile, Fransa, İtalya ve
Japonya gibi ülkelerde milyonlarca küçük çiftçi topraktan sürülmüştür. Bu,
insanları yalıtılmışlıktan ve kırsal hayatın geriliğinden kopardığı ve emek
üretkenliğinin yükselişini temsil ettiği ölçüde ileriye doğru bir adım
olmuştur, böylece daha az insanın tarımla uğraşması gerekir ve daha fazla insan
ellerini başka şeyler üretmeye yöneltebilir.
Ancak, aynı zamanda, kapitalizm insanların çıkarlarına
aldırış etmez ve kitlelere neye mal olursa olsun acımasızca artı-değer peşinde
koşar.
Kapitalist Dünya Pazarı
Daha önce gördüğümüz gibi, kitleler için büyük acılar yaratmış
olmasına rağmen, kapitalizm dinamik bir sistem olmuştur. Amacı ve itici gücü
daha çok ve daha çok artı-değerdir.
Bu yüzden sanayi kapitalizmi dünyayı fethetmek için uğraşır.
Ticari sermaye diğer ülkelerde varolan üretim tarzlarından zorla haraç almakla
yetinmişti; sanayi sermayesi ise sanayi devriminden sonra yarattığı
imparatorluklarda, bu ülkelere ucuz manifaktür malları yağdırdı.
Bu mallar, köylerdeki tarımla birleşen mevcut el zanaatları
sistemini zorunlu olarak yok etti.
Varolan toplumlar zorla dağıtıldı. Üstelik tarım giderek daha
çok dünya pazarının gereksinimlerine yöneldi. Kapitalizm kendi suretinde bir
dünya yaratmaya başlıyordu.
Bu süreç, kapitalist gelişmenin emperyalist evresinde en
yüksek aşamasına ulaştı.
Kapitalist ülkelerin kapitalizm öncesi uluslarla ilişkiye
geçmesinin, onları sömürmesinin ve onları kapitalizmin yörüngesine çekmesinin
farklı evreleri Hindistan örneğinde açıkça görülebilir.
Hindistan önce İngiliz hükümeti tarafından değil bir
tüccarlar birliği olan Doğu Hindistan Şirketi tarafından sömürgeleştirilmişti.
Bunlar İngiliz-Hindistan ticaretini tekellerine alarak, ucuz alıp pahalı
satarak çok para kazandılar. Hindistan’ın iç ticaretini de kapmaya çalıştılar
ve doymak bilmez kontrolleri altındaki tahıl fiyatları, kıtlıklar sırasında,
yoksulların ulaşabileceğinin çok üzerinde bir seviyeye fırladı.
Doğu Hindistan Şirketinin egemenlik dönemi İngiltere’deki
ilkel birimin gereksinimlerine tekabül ediyordu. Tüccar maceracılar eşitsiz
değişim yoluyla servetler kazandılar. İngiltere’nin Hindistan alt-kıtasının
bütününe egemen olmasını sağlayan Plassey Savaşının ardından, İngiltere Bankası
ilk kez 10 ve 15 sterlinlik banknotlar bastı. Muhafazakâr tarihçi Burke,
Hindistan’da 1757 ile 1780 arasında gerçekleştirilen yağmanın, o zaman için çok
büyük bir rakam olan 40 milyon sterline vardığını hesap etmişti.
İngiliz kapitalizmi her zaman uluslararası serbest ticaretin
savunucusu olmadı. Bu ancak daha sonra, İngiltere büyük ölçekli bir kapitalist
üretim tekeline sahip olduğunda söz konusu oldu. Aslında İngiltere’ye ithal
edilen Hindistan tekstiline 1830 yılına kadar %70 ilâ %80’lik gümrük vergisi
uygulanmıştı.
Kısıtlamalar ancak Lancashire makine tekstil sanayii
tartışmasız bir konum elde ettiği zaman kaldırıldı, çünkü bunlara artık gerek
kalmamıştı. Hindistan pazarına o zaman ucuz pamuklu mallar yağdı ve Hintli
tekstil üreticileri battı.
Hindistan toplumunun kaderi artık rekabetçi kapitalizmin
gelişimine bağlıydı. Bu arada İngiliz kapitalizmi kendi ihraç mallarını
Hintlilere zorla kabul ettirmek için en barbar yöntemleri kullanmakta tereddüt
etmedi. Örneğin, Dakka’da dokumacıların elleri kesildi! Bölge korkunç bir
kıtlık tehdidi altına girdi ve tüm yöre kısmen bir cangıl haline geldi.
Hindistan 1850’de Lancashire tekstilinin dörtte birini
emiyordu.
1857’de başlayan Hint İsyanından sonra İngiliz egemenler,
halkı olduğu yerde çakılı tutmak maksadıyla, birliklerinin hızlı hareketine
olanak vermek için, bir demiryolu ağı kurma ihtiyacı duydular. Bu Hindistan
sömürüsünün üçüncü evresine işaret ediyordu. Mallardan daha çok, sermaye ihracı
ağır basan özellik haline gelmişti.
Emperyalizm
Bu gelişme, mali sermayenin ve sanayi sermayesinin
birleşmesiyle alâkalı biçimde metropol ülkelerde tekelci kapitalizmin
büyümesinin –Lenin tarafından tahlil edilen emperyalizm
çağı– sonucuydu. Daha zayıf rakiplerini yutan, üretimi yeni zirvelere
taşıyan ve yeni ve kârlı yatırım alanları arayan dev tekeller yanında, ulusal
pazarlar çok küçüldü.
Hindistan örneğinde bu süreç, esasen İngiliz mülkiyetinde
olan Hindistan temelli modern bir tekstil sanayisi kurmak için İngiltere’den
sermaye ihraç edildiği 19. yüzyıl sonlarında başladı.
Marx’ın söylediği gibi “bir kapitalist daima birçoklarının
başını yer”. Kapitalizm sadece küçük üretimi yok etmekle kalmaz, sürekli olarak
en güçsüz kardeşlerini iflâs ettirir ve gemiyi kurtarmak için onları
mülksüzlerin saflarına atar.
Bu iki yanlı bir süreçtir; insanlığın potansiyel çıkarı için
muazzam bir üretici kaynak biriktirmesi açısından nesnel ekonomik içeriğiyle
ilericidir, ama öte yandan kapitalizm altında, bir avuç zenginin elinde muazzam
bir güç yoğunlaşmaktadır.
19. yüzyılın sonunda tekelin bizzat rekabetten çıkıp
geliştiğini gördük.
Bankacılık sistemi, der Marx, “toplumun henüz faal olarak kullanılmayan
bütün mevcut ve hatta potansiyel sermayesini, sanayici ve tüccar kapitalistlerin
emrine verir; dolayısıyla bu sermayeyi borç veren de borç alan da, onun gerçek
sahibi ya da üreticisi değildir. Böylece, o, sermayenin özel niteliğini yok
eder ve dolayısıyla, kendi içinde, ama yalnızca kendi içinde, sermayenin bizzat
ortadan kaldırılmasını içerir. ... Son olarak, kredi sisteminin, kapitalist
üretim tarzından, birleşmiş emeğe dayanan üretim tarzına geçiş esnasında güçlü
bir kaldıraç olarak hizmet edeceğine, ama üretim tarzının kendisindeki diğer
büyük organik devrimlerle bağıntılı unsurlardan yalnızca biri olarak bunu yapacağına,
kuşku yoktur.”[8]
Kapitalizm, kesintisiz bir şekilde kâr etmeye devam etmek
için, sürekli olarak para sermaye girişine gerek duyar. Bir meta stoğu bir kez
üretildiği zaman, tekil kapitalist ya üretimi yeniden başlatacak para tekrar
cebine girene kadar bunları satmayı beklemek zorunda kalacaktır; ya da
gerektiğinde kullanılacak bir yatırım rezervi olarak çoğu zaman kullanılmadan
kalan bir para sermaye stoğu tutmak zorunda olacaktır; on ya da yirmi yıl kullanılmayabilecek olan sabit sermaye
stoklarını yenilemek için bir fona sürekli olarak para yatırmak zorunda
kalacaktır.
Gerçekte, doğrudan üretime yatırım yapmaya hazır olmayan, ama
artı-değer pastasının bir dilimini kendileri kesmek için paralarını ödünç
vermeye hazır olan bir kapitalist asalak tabaka gelişir. Bu yüzden,
kullanılmayan para sermaye rezervleri meydana getirmek için bir rekabet eğilimi
vardır. Bu rezervler birkaç zengin elde toplanır: mali sermayenin yoğunlaşması.
Mali sermaye ilkin para sermayeyi toplayarak ve üretime
akıtarak kapitalist sisteme bir itilim verdi. Böyle yapmasının tek nedeni,
kuşkusuz, giderek artan bir artı-değer oranını kendisine ayırmaktı.
Marx’ın vurguladığı gibi, mali sermaye aynı zamanda muazzam
ekonomik gücü kendi ellerinde yoğunlaştırır ve kredi vermek ve almak yoluyla
bireysel üretici kapitalistleri bir bütün olarak kapitalist üretimin
gerekleriyle etkili bir şekilde bütünleştirir.
Emperyalizm, mali sermayenin üretimle meşgul olan tekelci
sermayeyle kaynaştığı çağdır.
Emperyalizm altında, ulus-devlet sınırları içindeki
kapitalistler arasındaki rekabet tamamen ortadan kalkmazken, çatışma
uluslararası arenaya sıçramıştır.
Büyük tekeller ve bankalar, sırf meta ihraç etmekten ziyade
sermaye ihraç etmekteydiler. Her kıtada ve ülkede muazzam bir demiryolu inşa
programına girişildi. En ücra yerlere borç paralar akıtıldı. Her türlü hammadde
ve maden kaynağına yönelik sistemli bir araştırmaya girişildi.
Şimdi çatışmalar ulusal sermaye blokları arasında başlıyordu.
Mücadele, dünyaya egemen olma mücadelesinden başka bir şey değildi. Sömürgeler
için ve emperyal ganimetlerin yeniden bölüşümü için, insanlık tarihinde benzeri
görülmemiş vahşette savaşlar patlak verdi.
Birinci Dünya Savaşı, daha önceki sınıflı toplum biçimleri
gibi, kapitalizmin de ilerici olmaktan çıktığını gösterdi. Üretimi daha ileriye
götürmek yerine, kitlesel yıkım ve kitlesel cinayet söz konusuydu.
Ancak aynı zamanda, eskinin içinde yeni bir toplum
gelişiyordu. Rus devrimi işçi sınıfının egemenliğinin yakın olduğunu haber
verdi.
İşçi Sınıfının Devrimci Rolü
İşçi sınıfı tarihteki diğer sömürülen sınıflara benzemez.
Köleci toplum içindeki üç yanlı sınıf mücadelesinin nasıl zorunlu olarak “savaşan
sınıfların ortak yıkımına” yol açtığını görmüştük. Feodal köylülüğün
kendilerini sömüren sisteme karşı yüzyıllar boyunca nasıl tutarlı bir devrimci
alternatif geliştiremediğini de görmüştük.
Bu başarısızlık tesadüfi değildi. Köylülük kırsal alana yayılmış
ve birleşmesi çok zor olan yalıtık bir sınıftır. Ancak sorunları sadece coğrafi
değil, aslında toplumsaldır. Zira Marx’ın koyduğu gibi, köylülük sadece bir
anlamda bir sınıftır:
“milyonlarca aile, yaşam tarzlarını, çıkarlarını ve
kültürlerini diğer sınıflarınkinden ayıran ekonomik varoluş koşulları altında
yaşadığı ölçüde ve bu koşullar onları bu sınıfların karşısına düşman olarak
çıkardığı ölçüde, bunlar bir sınıf teşkil ederler. Çıkarlarının birliği
aralarında bir topluluğa, ulusal bağa ve politik bir örgüte yol açmadığı sürece
... bir sınıf teşkil etmezler.”
Çünkü köylülük küçük mülk sahibidir; kendi içinde bölünmüş
bir sınıftır. Bunlar bir çuval içindeki patateslere –kapitalist ilerleme
altında doğrama makinesine gidecek olan– benzerler.
Öte yandan işçi sınıfı, fabrika üretiminin doğası gereği
büyük kitleler halinde yoğunlaşır. Köylülükten farklı olarak, onların tek gücü
ortak eylemde yatar. Kolektif olarak sömürülmesi sayesinde, işçi sınıfı, bizzat
kapitalizm tarafından sistemin mezar kazıcıları olarak hareket etmek üzere
yetiştirilir ve eğitilir.
Kapitalist Kriz
Modern işçi sınıfının mütevazı ama kalıcı bir yaşam
standardında ot gibi yaşamasına da izin verilmez. Güvencesizlik onun varlığının
koşuludur.
Kapitalizm şimdiye kadar akla hayale gelmez pek çok harikalar
yaratmıştır. Önceki toplum biçimleri için inanılmaz olan toplumsal felâketler
de –aşırı üretim biçimini alan
krizler– üretmiştir.
Kapitalizm öncesi toplumlarda çalışanların geçimi yalnızca
kıtlıklarla –temel ihtiyaç maddelerinin fiziki olarak kıt olması– kesintiye
uğrardı. İlkel insanların aklı tıka basa batıl inançlarla doluydu, ama
ihtiyaçları olan şeyleri üretmek için gerekli olan araçlar önlerinde dururken
boş boş oturup açlıktan ölen insanların manzarası, bizim toplumumuzun eşsiz bir
ürünüdür.
Kapitalizm toplumsal üretimdir.
İki şekilde toplumsaldır. Birincisi, dünya pazarı ve uluslararası işbölümü
sayesinde tüm dünyayı tek bir ekonomik birime bağlar. Herkes ihtiyacı olan
şeyler için başka birilerine bağımlıdır. İkincisi, sadece kolektif emek yoluyla
işleyebilen büyük ölçekli üretimi devreye sokar.
Ama aynı zamanda sistem, özel
mülk edinme ve özel kâr temelinde
işler. Anarşiktir, herhangi bir zamanda ne kadar metaya gereksinim olduğunu
kimse bilmez. Kapitalist kendi fabrikasındaki üretimi planlar, ancak bir bütün
olarak toplumsal üretim plansızdır.
Marx şöyle yazar: “Kapitalist üretim sürekli olarak kendi doğasından
gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri
tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir. Kapitalist
üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir.”[9]
“İşçiyi, yaşamı boyunca tek bir parça işleme bağlayan ve onu
tümüyle sermayenin boyunduruğu altına sokan işyerindeki işbölümünü, emeğin üretkenliğini
arttıran bir örgütlenme olarak göklere çıkaran o aynı burjuva kafası, üretim
sürecinin toplumsal bir denetim ve düzen altına alınması yolundaki bilinçli
her girişimi, mülkiyet hakkı, özgürlük ve bireysel kapitalistin sınırsız gücü
gibi kutsal şeylerin çiğnenmesi olarak yerin dibine batırmaktadır. Fabrika sisteminin
tutkulu savunucularının, toplumsal emeğin genel bir örgütlenmesine karşı, böyle
bir şeyin bütün toplumu muazzam bir fabrikaya dönüştüreceğini öne sürmekten
öteye bir şey bulup söylememeleri, çok ilginç bir durumdur.”[10]
“Aşırı üretim” nasıl
mümkün olur? İnsanların fabrikalara girip istedikleri şeyleri üretmeye
başlayamamalarının nedeni, onların bu fabrikalara sahip olmamalarıdır: ve
devlet egemen sınıfın mülkiyet çıkarlarını savunur.
Egemen sınıfa gelince, onlar sadece kâr etmek için üretir.
Kâr yoksa iş de yoktur.
Bir kapitalist tarafından işten çıkarılan her işçi, diğer bir
kapitalistin malları için eksilmiş bir tüketici anlamına gelir. Böylece
ekonominin büyük sektörlerinden herhangi birinde başlayan krizin sistemin
tümüne yayılma olasılığı vardır.
Kitlesel işsizlik krizleri de, tıpkı Coca Cola gibi
kapitalizmin bir ürünüdür.
Kapitalizmin yasaları “anarşiye rağmen ve anarşi sayesinde”
işler. Tek tek kapitalistler, toplumun demir külçesine ya da lastikli dona
duyduğu gerçek ihtiyaçtan bihaberdirler. İster demir külçesi isterse lastikli
don olsun, onlar maksimum kârı
getireceğini umdukları şeyleri üretirler. Üretimi kendi fabrikaları içinde
örgütlerler; ancak bir bütün olarak üretime anarşi hakimdir.
Kriz olasılığı böyle bir sistemin ayrılmaz parçasıdır.
Sosyalistlerin tüm yapmak istedikleri şey, kapitalistlerin her bir fabrikada
ayrı ayrı yaptığı gibi, toplumun genelinde aynı titizlikle üretimi
planlamaktır.
İşçi, kapitalizm öncesi toplumlardaki sömürülen sınıflardan
farklı olarak, özgür bir kişidir; “kişisel bağlılık ilişkilerine” tâbi
değildir, istediği patronla çalışmakta özgürdür ve geçim araçlarına herhangi
bir bağı yoktur. Ancak işçilerin beklentileri ve güvenlik duyguları, sürekli
olarak kitlesel işsizlik belâsı tarafından paramparça edilir.
Kriz, işçi sınıfı toplumu değiştirme gereksinimi duyuncaya
kadar tekrar tekrar ortaya çıkar. Kapitalizm asla kendiliğinden yıkılmaz.
Birileri tarafından yıkılması gerekir.
Devrimin, sistemin işleyişi tarafından yoksul duruma
düşürülen işçiler tarafından otomatik olarak yapılacağını söylemek, Marksizmin
bir karikatürüdür. Kapitalizm, sadece çaresiz bir sınıf tarafından değil, bilinçli ve kararlı bir sınıf tarafından
yıkılacaktır.
Doğru olan şey, kapitalizm altında daimi bir hayat
güvencesizliğinin işçilerin kafasında bir soru işareti yaratacağıdır. Tıpkı
doğaya hakim olabilmemiz için onu anlamamız gerektiği gibi, işçiler de
düşmanlarını yıkmadan önce onun doğasını anlamak zorundadırlar.
Bu broşürü yazmamızın nedeni budur.
İnsanlığın ilkel komünizmden kapitalizme doğru ilerleyişini
ana hatlarıyla çizdik. Tarihe nesnel olarak bakmak, kaybettiğimiz dünyayı da
gösterir. Amerikan Yerli kabile toplumunun en önde gelen savunucularından biri
olan Şef Oturan Boğa, sonunda Buffalo Bill’in Vahşi Batı Şovunda zavallı bir
hilkat garibesi haline geldi. Şef, Batı başkentlerini dolaşırken zenginlik
–aynı zamanda da yoksulluk– karşısında hayretler içinde kaldı. Şöyle dedi:
“Beyaz adam (kapitalist sistemi kastederek) zenginliği nasıl üreteceğini
biliyor, nasıl dağıtacağını değil.”
Herkesin ihtiyacına göre almasına yetecek üretimin
yapılabileceği bir toplum artık mümkün. Bilim ve yeni teknolojilerin insanlığın
önüne koyduğu olanaklar, Marx tarafından 120 yıl önce öngörülmüştü.
Elyazmalarından birinde şöyle yazıyordu:
“İşçi artık nesne ile kendisi arasına aracı bir uzuv olarak
işlenip değiştirilmiş bir doğa nesnesi koymaz; tersine kendisiyle egemenliği
altına aldığı inorganik doğa arasındaki bir araç olarak, sınai bir sürece dönüşen
doğal süreci koyar. ... Bu dönüşümde ... üretimin ve zenginliğin büyük temel
taşı, toplumsal bireyin gelişimidir. Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı
emek zamanı hırsızlığı, bizzat büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel
karşısında pek zavallı bir dayanak görünümündedir....
“Yığınların artı-emeği genel zenginliğin gelişiminin önkoşulu
olmaktan çıkar, tıpkı azınlığın emeksizliğinin insan kafasının evrensel güçlerinin
gelişmesinin koşulu olmaktan çıkması gibi.... Bireylerin özgür gelişimi ve bu
nedenle ... genelde toplumun gerekli emeğinin asgariye indirgenerek, herkes
için serbest bırakılmış olan zamanın ve yaratılmış olan araçların bireylerin
sanatsal, bilimsel vb. eğitim ve gelişimine tekabül etmesi.”[11]
Kalahari’deki !Kung halkı bizim standartlarımıza göre maddi
yoksunluk ve entelektüel gerilik içinde yaşamaktadır, ama başkaları için
çalışmayı toplumlarının itici gücü yapmanın ne demek olduğunun farkındadırlar.
Bu nedenle haftada 12 ilâ 19 saat çalışırlar.
Artık insanlık, bir bolluk toplumuna ulaşacak kaynaklara ve
teknik araçlara sahiptir. Örgütlü ve bilinçli işçi sınıfı, kapitalizmi devirip
böyle bir toplum –insanların ihtiyaçlarını ve isteklerini planlayabildikleri,
bunları üretebildikleri ve geri kalan vakitlerini de zevk alarak geçirebilecekleri
bir toplum– yaratabilir. Bu bu kadar basittir.
Tarihsel Materyalizm
adlı bu makale Mick Brooks tarafından, ANC “Inqaba ya basebenzi”nin (Marksist
İşçi Eğilimi Gazetesi) Kasım 1983 sayısına ek olarak yazılmıştır.
[Bu yazının İngilizce orijinali www.marxist.com
adresinde yer almaktadır.]
[Anasayfa'ya Geri Dön]
[Tarihsel Materyalizm Sayfasına Geri Dön]
[1] Sinik: İnsanların özünün kötü olduğuna ve her
hareketinde muhakkak bir çıkar olduğuna inanan kimse
[2] Marx, Kapital,
cilt 3, Sol Yay., Şubat 1990, s. 695
[3] Marx, Grundrisse,
Birikim Yay., Ekim 1979, s. 528. (düzeltilmiş çeviri)
[4] age,
s. 526. (düzeltilmiş çeviri)
[5] Engels, Anti-Dühring,
Progress Publisher, Moskova, 1975, s.413-414. [Anti-Dühring, “Engels’in Anti-Dühring’e İlişkin Ön
Çalışmalarından”, İnter Yay, Mayıs 2000, s. 448-49.]
[6] banalites: değirmenden alınan vergilere
benzer tekel vergileri –çn.
[7] Toprakların, yaklaşık 200 m uzunluğunda,
1,2 ilâ 5 m genişliğinde 0,4 hektarlık şeritler halinde bölündüğü ve işlendiği
bir sistem.
[8] Marx, Kapital,
cilt 3, s. 537 (düzeltilmiş çeviri)
[9] Marx, Kapital,
cilt 3, s.221
[10] Marx, Kapital,
cilt 1, Sol Yay., 1986, s.370-71. (düzeltilmiş çeviri)
[11] Marx, Grundrisse,
s.652-653 (düzeltilmiş çeviri)