Emekli Amiral Vedii Bilget : Bakış Açısı
WCARGA HİZMETLERİ
BELGE ARŞİVİ
.

 

Sınıf Mücadelesi ve İktisadi Çevrim

(Bir Kez Daha Dünya Ekonomisi Üzerine)

Alan Woods



Giriş:

Bu metni yayına hazırladığımız sırada Wall Street’le ilgili son panik haberi manşetlerdeydi. Geçen Perşembe günü mesainin ilk saatlerinde Dow Jones sanayi ortalaması 435 puan gerileyerek Marttan bu yana ilk defa 10.000’in altına düştü. Her ne kadar dibe vuranlardan bazıları daha sonra toparlandıysa da, en çok sarsılan, “yeni teknoloji” hisselerine ağırlık veren Nasdaq endeksi oldu, bu durum, yatırımcıların bu sektöre yönelik ürkekliğinin arttığını gösteriyordu. Borsanın kimi kesimleri öyle harap oldu ki, bazı yatırımcılar kayıplarını durdurabilmek için ellerindekini satmak zorunda kaldılar.

Borsadaki bu düşüşün temel nedeni bir dizi ABD şirketi tarafından eylül sonunda ilan edilen kârların düşüklüğü ve müstakbel kâr paylarının da düşeceğine dair uyarılardı. Buna ek olarak ABD’de enflasyonist eğilimlerin doğuşu, aniden mevcut boom’un[1] devam edip etmeyeceği sorusunu gündeme getirdi. Williams Capital’in baş stratejisti William Rhodes’un şu sözlerine atıf yapılıyordu: “İnsanlar kendilerine, satış furyasının sonunun gelip gelmediğini soruyorlar.”

Şimdiki satış dalgası muhtemelen sadece bir erken davranma. Ancak bu, boom’un kendi sınırlarına ulaşmakta olduğuna dair bir uyarıdır. International Herald Tribune (19.10.2000) Amerikalı bir yatırım analistinin kaygılarını, Lehman Brothers’ın önde gelen Amerikalı ekonomisti Steven Slifer’ın ağzından şöyle aktardı: “Düğmesine bastığımız şey büyük ölçüde bir mali piyasa olayı gibi görünüyor. Endişe duyulması gereken husus şudur: bu ne ölçüde yaygın ve önemli bir ekonomik hadise haline gelecek?”

“Endişe konularından birisi,” diyor bay Slifer, “şirket tahvil piyasasındaki son likidite sıkışıklığının şirketlerin yüksek teknoloji yatırımlarını yavaşlatması olasılığıdır. Bu, bölgede üçüncü kuşak mobil telefon şebekelerinin lisanslarını satın almak için büyük borç altına giren Avrupa telekomünikasyon şirketleri için özellikle kaygı vericidir.”

Bu metin, dünya ekonomisinin son on iki ay içerisindeki evrimi üzerine dikkatle yürütülen bir çalışma temelinde ve borsadaki son düşüşlerden önce yazılmıştır. Diğerlerinin yanı sıra metinde şu ifadeleri okuyoruz: “ABD ekonomisinde sadece bir yavaşlama bile topun yuvarlanmaya başlaması için yeterlidir... Bu noktaya çoktan ulaşıldığına dair belirtiler var. Yatırımcılar şimdiye kadar fazla kâr etmeyen –ya da gerçekte hiç kâr etmeyen!– yeni teknoloji hisselerini almaya pek hevesli değiller artık. Borsa birdenbire, özellikle “yeni ekonomi” hisselerini etkileyen bir endişe havasına sürüklendi. Bunun ifadesi “yeni ekonomi” hisselerinin işlem gördüğü Nasdaq borsasındaki çalkantılı hareketler oldu. Bu neler olacağına dair bir erken uyarıdır.”

Buradaki tahlil, son olaylar ve burjuva yorumcuların gittikçe kötümser bir havaya bürünen konuşmaları tarafından bütünüyle doğrulanmaktadır ve geçen cuma yayınladığımız Michael Roberts’ın makalesi ile birlikte ele alındığında, olayların nedenlerini ve nereye götürdüğünü net bir şekilde açıklamaktadır.

22 Ekim 2000

Sınıf Mücadelesi ve İktisadi Çevrim

Bir Kez Daha Dünya Ekonomisi Üzerine


Kapitalist sistem hiç bitmeyen boom-çöküş (slump) çevrimleriyle ilerler. İki yüzyıldır durum budur. Bununla birlikte boom-çöküş çevriminin sabit ve düzenli bir karakteri yoktur. Öncelikle çevrimin uzunluğu daima esnek olmuştur. Marx’ın zamanında ortalama olarak on yıl olan bu süre, ikinci dünya savaşının ardından gelen yükseliş yıllarında beş-altı yıl civarına, hatta daha da altına düştü. Çevrimin kesin uzunluğu Marksistler için ilkesel bir sorun değildir. Önemli olan, somut olarak çevrimin doğasını tahlil etmek ve en kuvvetli ihtimalle nasıl evrileceğini saptamaya çalışmaktır. Boom’un uzaması şüphesiz perspektiflerin tüm ritmi üzerinde bir etkiye sahiptir. 12 ay önce Asya ve Rusya’daki krizin ardından, oldukça hızlı bir şekilde resesyona girilecek gibi görünmüştü bize. Asla bir tarih vermedik, ancak boom’un bu kadar uzun süreceğini de düşünmemiştik.

Telâfi maksadıyla, daha önce defalarca söylediğimiz bir şeyi tekrarlamamız gerekiyor: ekonomik perspektifler meselesi kesin bir bilim değildir, hiçbir zaman olmamıştır ve olmayacaktır. Ekonomik perspektifler hakkında kesin konuşmak mümkün değildir ve samimi birinin de böyle davranmaya çalışmaması gerekir. Böylesi kehanetler, en iyi durumda bilgi ve deneyime dayalı tahminlerden öteye geçmezler. Görece kısa bir zaman dilimi içinde dünyanın resesyona gireceğini hesaplamıştık, ve bu hatayı yapan yalnız biz değildik. Birçok önde gelen burjuva ekonomisti (Yeni Ekonominin savunucuları hariç) aynı perspektife sahipti. Olaylar bizim tahmin ettiğimiz gibi gelişmedi, ve biz de samimi olarak hatamızı kabul etmeli ve gerekli dersleri çıkarmalıyız. Bu tür hatalar temel nitelikte değildir, ama ortada bir gerçek vardır ve zaman ölçülerimizi de buna uygun olarak yeniden ayarlamamız gerekir.

Burjuva illüzyonlar

Amerikan ekonomisi şimdiye kadar yılda yüzde 5 gibi oldukça etkileyici bir oranla büyümesini sürdürdü. Yine de bütün burjuva ekonomistlerinin bu durumdan mutlu olduğu söylenemez. Normal koşullar altında çoktan frene basmayı düşünürlerdi. Ama zaman normal zaman değil! ABD merkez bankası başkanı Alan Greenspan faiz oranlarını yükseltmediği için göklere çıkarılıyor. Burada küçük bir öngörüde bulunmamıza izin verin: bugün Alan Greenspan’ı göklere çıkaranlar, yarın ona tekmeyi basacaklar! The Economist’in doğru olarak vurguladığı gibi, merkez bankası başkanı sorumsuz bir tavırla hareket ediyor. Mevcut çılgın büyüme oranının sonsuza dek sürdürülemeyeceği aşikârdır. Borsa rakamlarının nefes kesen yükselişi için de aynı şey geçerlidir. Sahneden binlerce kilometre uzakta olduğu için The Economist’in tavsiyelerinin objektif olması mümkündür. İnsanın kendisinden çok komşusunun evlilik sorunları veya mali güçlükleri konusunda objektif olması kolaydır. Ne yazık ki komşular en dostane tavsiyeleri bile pek dikkate almazlar.

Amerikan burjuvazisinin gözü dönmüş görünüyor. Ölü hayvan bağırsaklarından medet uman Roma papazları ve kahinleri gibi, onlar da, ABD ekonomisinin, sonsuza kadar sürdürülebilecek bir büyüme oranına (öyle hayal ediyorlar) kavuşacağı farazi bir noktaya doğru soğumakta olduğunu gösteren bir takım alâmetler arıyorlar. Simyacıların baz metali altına dönüştürme şansları ne idiyse, onların bu olmayan noktayı bulma şansları da odur. Bu arada hisse fiyatlarının çılgın yükselişinin önüne geçmek ve büyüme oranını düşürmek için hiçbir şey yapmayan merkez bankası, araba kazalarındaki kafa kafaya çarpışmanın ekonomik eş değerine çanak tutarcasına hareket ediyor. Burada kötü bir sarhoş sürücü hadisesi söz konusudur ve bu hadiseden geriye, nereye gittiklerine bakmayan çok sayıda kurban kalacaktır.

Amerikan borsasındaki bu balon yükseliş, eninde sonunda, sadece Amerika’yla sınırlı kalmayan ciddi sonuçlara yol açarak patlayacak. Bu nedenle The Economist, frene basması ve balon patlamadan önce havasını biraz alması için merkez bankasına iki yıldır yalvarıyor. Ancak sorun şu ki, tarihteki her boom sürecinde burjuvazi aynı hayallere kapılmaktadır: “kapitalizm sorunlarını çözdü, radikal bir değişim oldu, artık her şey farklı, bir daha çöküş olmayacak”. Ve her zaman olduğu gibi, “sınıf mücadelesi gündemden çıktı, artık devrim olmayacak”. Ama sonuç daima gözyaşları içinde hüsrandır.

Burjuva ekonomistlerinin ana iddiası basittir. Bu boom tarihte görülen en uzun ve en sürekli boom’dur. 1961’den 1969’a kadar süren Vietnam Savaşı boom’undan daha uzun olan bu boom, iddia ettikleri gibi 1991 Martında başlamış kabul edilirse, 115 aydır sürmektedir. Bunun itici gücü, diyorlar, internet ve bilgisayarlar gibi devrimci enformasyon teknolojilerini kapsayan, bütünüyle yeni bir üretim metodudur. Bu da, iddialarına göre, kapitalist gelişim çevrimini öyle radikal biçimde değiştirmiştir ki, eski boom-çöküş çevrimi artık geçerliliğini yitirmiştir. Birleşik Devletlerde çok popüler olan bu teori Yeni Ekonomik Paradigma olarak biliniyor.

Bu teoriye dayanak olarak, YEP taraftarları, küreselleşmenin gelişinin, ekonominin tüm yasalarını yeniden düşünmeye zorlayan köklü bir devrimi temsil ettiğini ileri sürüyorlar. Küreselleşmenin gelişi sermaye için muazzam bir pazar yarattı. Dünyanın köşe bucağını kapitalist sömürüye açtı. Dünya ticaretinin hızlı gelişimi tartışmasız olarak mevcut boom için temel bir itki olmuş, hem de boom’un sürmesine yardımcı olmuştur. Bununla birlikte, sürekli vurguladığımız gibi, küreselleşme olgusu Marx ve Engels tarafından Komünist Manifesto’da öngörülmüş ve açıklanmıştır. Küreselleşmenin ortaya çıkışı da yeni değildir. Aslında küreselleşmenin ve uluslararası işbölümünün 1914 öncesinde şimdikinden daha fazla olduğu da öne sürülebilir. Uluslararası işçi hareketi açısından durum kesinlikle buydu.

Bununla birlikte dünya ticareti, çoğu ürünün fiyatını ve enflasyonu düşürme yönünde iş görürken, aynı zamanda mal ve hizmetler için büyük bir çıkış yolu sağlayarak mevcut çevrimin takviye edilmesinde ve uzamasında şüphesiz anahtar bir rol oynamıştır. Düşük ücretlerin hâkim olduğu ekonomilerden gelen rekabet tehdidinin de, son zamanlara kadar ileri kapitalist ülkelerdeki ücretler üzerinde baskılayıcı bir etkisi olmuştur. Her ne kadar bunun ne derece etkili olduğu tartışmalı ve her halükarda ölçülmesi güç olsa da, işletmelerini diyelim İngiltere’den Çek Cumhuriyeti’ne kaydıran büyük bir ulus-ötesi motor şirketinin yarattığı tehdidin, iş gücünün tepesinde sallanan bir Damokles kılıcı olduğu muhakkaktır. Sendikacıların “küreselleşmeye” karşı düşmanlıkları bu ekonomik şantajdan bağımsız değildir.

Kendilerini haklı çıkarmak için ek delil olarak enflasyonun çok düşük olduğunu vurguluyorlar. Petrol bir tarafa bırakılırsa, en azından şu an için fiyatların düşük seyretmekte olduğu doğrudur. Son günlere kadar Amerika’da enflasyon %1,9 civarındaydı, ki bu savaş sonrası dönem itibariyle tarihsel olarak düşük bir değerdir. İşsizlik azalmıştır ve Amerika’da son 30 yılın en düşük düzeyine inmiştir. Hepsinden öte, ekonominin temel motor gücü olan emek üretkenliğinde bir patlama olmuştur. Tüm bu argümanlar bugünkü boom’un ilelebet süreceğini ispatlama maksadıyla ileri sürülmektedir.

Bir kez daha Yeni Ekonomik Paradigma üzerine

Olgular Yeni Ekonomik Paradigma teorisini ne ölçüde destekliyor? Bu teorinin savunucuları mevcut ekonomik boom’un gücünü gösteren rakamlar üretiyorlar. Yeni teknolojinin, üretkenliği her yolla yükseltmede muazzam bir etkisi olduğuna şüphe yok. Elbette! Eğer üretkenliği ve kâr haddini arttırıyor olmasaydı yeni teknolojiye yatırım yapmanın hiçbir anlamı olmazdı. Tüm kapitalist üretimin amacı emek zamanından tasarruf ederek artı-değer miktarını arttırmaktır.

Ancak bu, tek bir sektöre, sadece enformasyon teknolojisi (IT) sektörüne ilişkin olarak doğrudur. Bu sektör şüphesiz önemli bir sektördür. Yarı-iletken satışları yalnızca 1999 yılında %17 artmıştır. Amerika’da şu anda dokuz milyondan fazla insan, belki daha da fazlası, bu sektörde çalışıyor. Bu önemli bir olgudur. Fakat eşit miktarda önem taşıyan bir olgu da, ciddi bir üretkenlik artışının yaşandığı tek sektörün bu sektör olduğudur. Tüm Amerikan ekonomisinin bu sektöre olan aşırı bağımlılığı ve bu sektörün başarısına göre duracak veya düşecek olması alışılmadık bir durum. Böylesi bir dengesizlik, güçlülük kaynağı olmak bir yana, ciddi bir zayıflık kaynağı olsa gerektir.

Enformasyon teknolojisi, daha önce gördüğümüz gibi, elbette çok önemli bir sektördür: Amerika’da Ford’da veya otomobil sektöründe veya demir-çelik sektöründe çalışandan daha fazla insan şu anda IT’de çalışıyor. Bu olgu, üretimin ve işçi sınıfının değişen doğasını yansıtmaktadır. Şüphesiz bu, kapitalizmin tüm tarihinin değişmez bir özelliğidir. İşçi sınıfının bileşimi, üretim sürecindeki her değişiklikle birlikte sürekli olarak değişir. Bilgisayar sanayiinde çalışan şimdiki işçi kuşağı, Ford’un üretim bandındaki işçilerden farklı biçimde çalışıyorlar. Ama fark yalnızca görelidir. Onlar, yaşamak için işgüçlerini satan işçiler olmaktan çıkmadılar. Dahası, farklı üretim branşları arasındaki farklılıklar gün geçtikçe azalmaktadır. Çok sayıda işçinin bilgisayarlarla çalışmak üzere bir araya toplandığı büyük ofisler ve çağrı merkezlerindeki koşullar büyük fabrikalardakini andırıyor. Aslında buradaki koşullar çoğunlukla daha kötüdür. “Toplumsal varoluş bilinci belirler” aksiyomu Marksizme aittir. “Beyaz yakalı” işçilerin koşulları sanayi proletaryasınınkine benzedikçe, onlar da bir sınıf bilinci geliştireceklerdir. İngiltere ve Amerika’daki çağrı merkezlerinde patlak veren grevler bunu göstermektedir. Gelişmelerin nasıl bir şekil alacağı burada görülüyor.

Ford gibi geleneksel sanayilerde dahi, yeni teknolojinin uygulanması, daha az sayıda işçinin, daha kısa sürede ve daha az fiziksel kuvvet harcayarak daha fazla üretmesiyle bir üretkenlik artışı doğurmaktadır. Yeni teknoloji üretkenliği farklı yollarla arttırmaktadır. Örneğin, yeniliklerin daha hızlı iletilmesi vasıtasıyla. Sermayenin tahsis edilme biçimindeki çok küçük ilerlemeler bile muazzam sonuçlara yol açabilmektedir. Fiyat yapısı daha rekabetçi hale gelmektedir. Ticarethaneler daha küçük stoklar tutabilmekte ve piyasa koşullarına daha çabuk reaksiyon verebilmektedirler. İsveçli çelik üreticisi Sandvik Cormant’ın, satışlarının %40’ını internet üzerinden gerçekleştirmeyi bekliyor olması, sipariş maliyetlerinde yarı yarıya bir azalma demektir. Bazıları, yeni teknolojinin uygulanması vasıtasıyla elde edilecek böylesi ilerlemelerin küresel büyüme oranını %1 arttıracağını tahmin ediyor.

IT’de kazanılan üretkenliğin tüm ekonomide ne ölçüde genel bir ilerleme anlamına geldiği sorusu, ekonomistler arasında halen hararetle tartışılmaktadır. Örneğin tüm ülkelerde hızla büyüyen hizmet sektöründeki üretkenlik artışını kestirmek oldukça güç. McDonalds’daki hamburger paletinin üretkenliği nasıl ölçülür? Açık olan şudur ki, bugüne kadar bu sektörde kaydedilen üretkenlik artışlarının Amerikan ekonomisinin geri kalanı için açıkça saptanması gerekmektedir. Dahası, mevcut gelişmeler, yeni teknolojinin uygulamaya konmasıyla ciddi bir sorun olan kâr etme sorunu arasında otomatik bir bağlantı olmadığını göstermektedir. Yapılan devâsa yatırıma rağmen halen hiç kâr etmemiş olan Amazon.com örneği bu durumu yansıtmaktadır. Kapitalistlerde, yeni teknoloji heveslilerinin bazı aşırı iddialarına temkinli yaklaşılması gerektiği fikri yavaş yavaş hasıl oluyor!

Üretkenlikte ilerleme kaydedildiğine hiç şüphe yok, fakat bu boom-çöküş çevriminin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Bu olgu ciddi burjuva ekonomistleri tarafından da fark edilmiştir. 14 Şubat tarihli Business Week bu bakımdan şunları yazıyordu: “ekonomiyi şimdiki yüksek düzeylere –ne yükseklik ama– çıkaran aynı güçler, onu daha sert bir iniş tehlikesi ile karşı karşıya bırakıyor. Eninde sonunda yeni ekonomik boom’u, yeni bir ekonomik iflâs takip edecek gibi görünüyor. Bir resesyon ve borsa çöküntüsü pek çok insanın beklediğinden çok daha derin olabilir.” (vurgu bize ait) Bu derin tahlil sermayenin ciddi stratejistlerinin görüşlerini yansıtmaktadır. Bu, tek bir makalenin söyledikleridir, daha birçok burjuva aynı hususlara dikkat çekmektedir, ve şüphesiz böyle yapmak için geçerli nedenleri vardır.

Hızlı büyüme

İlk bakışta, olgular YEP teorisine güçlü bir dayanak sağlıyormuş gibi görünüyor. 1995’ten bu yana, ortalama %4,4 büyüme oldu ve işsizlik de %4’lere düştü. En önemlisi, üretkenlik yılda %2,8 oranında yükseldi. Bu durum pek çok insanın, ABD ekonomisinin, bu boom’un ilelebet sürmesini sağlayacak kadar radikal bir değişim geçirdiğini sanmasına yol açtı.

Bu teorinin vardığı sonuca göre, ki bunu kabul etmemiz istenmektedir, kapitalizm radikal bir değişim geçirmiştir, kapitalistler sonunda sistemi kontrol altına almışlardır (ya da daha doğrusu, piyasa kendi kendini kontrol etmektedir) ve en sonu, çöküşler bertaraf edilmiştir. Eğer durum gerçekten bu olsaydı, elbette ki Marksistlerin her şeyi yeniden gözden geçirmeleri gerekirdi, burada söz konusu olan bir ya da bir kaç küçük detay değildir. Eğer Yeni Ekonomik Paradigma doğruysa, Marksizmin ekonomik temeli yanlışlanmış demektir, üç ciltlik Kapital’in tarihi antikalar müzesine emanet edilmesi ve en sonu, Marksizmin tüm siyasi programı, politikaları ve perspektiflerinin üzerine bir soru işareti koymak gerekecektir. Bu makalenin amacı, bu iddiaların hiçbirinin doğru olmadığını ve sözde Yeni Ekonomik Paradigmanın ciddi bir değerlendirme karşısında dayanamayacağını göstermektir.

Önce, şimdiki çevrimin uzunluğuna ilişkin ilk argümanla başlayalım. Daha önce de vurguladığımız gibi, boom’un 115 aydır sürdüğü doğrudur. Ancak bu nokta ihtiyat gerektiriyor. Eğer 1991’den 1995’e kadar olan ilk dört veya beş yıla bakarsak, bu boom’un aşırı düşük büyüme oranı, yatırım azlığı ve yüksek işsizlik gibi unsurlarla belirlenen, aşırı uyuşuk bir boom olduğunu görürüz. Aslında İngiltere, Avrupa ve hatta Amerika’daki işçiler bunu bir boom’dan çok bir resesyon gibi hissettiler. Bu olgu, zamanında onu “keyifsiz boom” olarak adlandıran tüm ciddi burjuva yorumcular tarafından kabul edilmişti. The Economist geçenlerde şöyle diyordu: “1995’e kadar insanların çoğu bir resesyon olduğunu düşünüyordu.” Bu küçük detay YEP savunucuları tarafından çoktan unutulmuş görünüyor. Bu nedenle mevcut boom’un uzunluğuna atıf yaparken, gerçekte 1995’ten bugüne geçen beş yıllık süreden bahsediyoruz. Yine de bu, bir ekonomik genişleme için hatırı sayılır bir süredir, fakat bazı çevrelerin bu çevrim hakkındaki abartılı iddiaları düşünüldüğünde çok kısa kalmaktadır.

Boom sadece zaman olarak genelde iddia edildiğinden daha kısa olmakla kalmamış, yakın zamana kadar coğrafi bakımdan da son derece sınırlı kalmıştır. Gerçekte boom çok yakın döneme kadar temelde Amerika’ya özgü bir olgu idi. Amerika’da önemli bir üretkenlik artışı vardı, ancak bu, diğer ülkelere ya yansımamıştı ya da önemsiz ölçüde yansımıştı. Boom’un ancak iki yıl kadar önce başladığı, ve o zamandan beri çok düzensiz bir seyir izlediği Avrupa için bu özellikle geçerlidir. İngiltere bir dereceye kadar ABD’ye (ondan çok daha zayıf da olsa) paralel bir büyüme gösterdi. Bu durum, gerçekte bir uydusu haline geldiği ABD’ye olan aşırı bağımlılığını kısmen yansıtmaktadır. Sınai temeli boom süresince erozyona uğramaya devam eden İngiliz kapitalizmi için bu bağımlılık ciddi sonuçlar doğuracaktır. Amerika’ya bu ölçüde bağlı olmak demek, boom’a erken girildiği için bir resesyona da ilk girecekler arasında olmak demektir ki, bu da İngiltere’yi şiddetle sarsacaktır.

Diğer bazı Avrupa ülkeleri, çoğu durumda Amerika’daki boom’un bir ürünü olarak oldukça gecikmeli de olsa, önemli bir büyüme kaydettiler. Amerika’da talebin yükselmesi, doların güçlü ve euro’nun zayıf oluşu, Avrupa kapitalistlerinin Amerika’ya yaptıkları ihracatta patlamaya yol açtı. İrlanda’da yüksek bir büyüme oranı gerçekleşti. Daha yakın bir dönemde İspanya da bir boom yaşadı. Fakat Avrupa’nın geleneksel motor gücü Almanya’daki büyüme (çok kısa bir süre öncesine kadar) yüksek bir işsizlik oranı ile beraber düşük seviyelerde seyrediyordu. Genelde Avrupa’nın ve özellikle de Almanya’nın zayıflığı euro’nun zayıflığında kendisini göstermektedir. Schröder geçenlerde, akıl almaz biçimde ve Almanya’nın geleneksel konumu ile çarpıcı bir tezat oluşturarak, Almanya’nın, ihracatta rekabet gücünü arttıracağı için euro’nun zayıf olmasını tercih ettiğini açıkladı. Ancak euro’nun zayıflığı, Avrupalı kapitalistlere pahalıya patlayacak bir lükstür. Avrupa’daki enflasyonun yükseldiğine dair belirtiler daha şimdiden görülmektedir. Bu durum Avrupa merkez bankasına, faiz oranlarını yüksek tutması için baskı yapacaktır, bu da büyüme oranlarının sürekli olarak dizginlenmesi sonucunu getirecektir.

İkinci dünya savaşından beri Asya’nın geleneksel dinamosu Japonya’ya bakarsak durum daha da netleşecektir. Japonya son 10 yıldır bir resesyon içinde, ve bu durumdan daha yeni kurtulmaya başladı. Yine de Japonya’daki toparlanma artık geçmişteki gibi bir rol oynayamayacak kadar cılızdır. Dahası bu toparlanma bütünüyle yapay temellere dayandığından fazla da sürmeyecektir. Dünyanın başlıca motor güçlerinden biri olagelmiş Japonya’nın içine düştüğü bu müşkül durumun kendisi bile durumda köklü bir değişiklik olduğunu gösteriyor.

Asya’ya gelelim. Doğu Asya’nın yıllarca kapitalist sistemin kurtuluşu olarak gösterildiğini hatırlamakta fayda var. 1992 ve sonrasında burjuvazinin Asya hakkında yazdıklarına şimdi yeniden bir göz atmak çok öğretici. Hepsi Asya’yla yatıp Asya’yla kalkıyorlardı, Asya herşeydi. Hatta resesyonlarla kesintiye uğramayan, sürekli yüksek büyüme oranları sağladığı iddia edilen sözde bir “Asya modeli” ileri sürmüşlerdi. O zaman açıkladığımız gibi, bu iddiada yeni olan hiçbir şey yoktu. Engels daha 19.yy sonlarında, Kapital’in üçüncü cildinde, Lancashire’lı pamuk imalatçılarının uçsuz bucaksız görünen Çin piyasaları hakkında besledikleri hayallerden bahsetmişti. O günlerde, her Çinli’nin etek ucu birkaç inç uzatılıverse İngiliz pamuk sanayiinde bir daha ticari resesyonun yaşanmayacağı söylenirdi. Aynı argümanlar şimdi Yeni Ekonomik Paradigma savunucuları tarafından ileri sürülüyor. Dolayısıyla, bu kadar iddialı şekilde ileri sürülen argümanların hiçbirinde yeni bir şey yok.

Dünya ekonomisinin anahtarı: Amerika

Şimdi de Amerika’daki duruma bir bakalım. Bir büyümenin yaşandığı ve bu büyümenin önemli olduğu (halen de olmaya devam ettiği) tartışmasızdır. Zira tartışılan mesele açısından bu pek bir şey ifade etmiyor. Sorun, ABD’de bir büyümenin yaşanıp yaşanmadığı sorunu değildir. Sorun, bu büyümenin daha önce görülmemiş, tamamen yeni bir gerçekliğin göstergesi olan istisnai bir karaktere sahip olup olmadığı, ve sonuç olarak kapitalist çevrimin değişip değişmediğidir.

İktisadi çevrimlerin tarihi hakkında en ufak bilgisi olanlar bile, aynı dil ve düşünüş tarzının her iktisadi çevrimin tepe noktasında bıkıp usanmadan daima yeniden üretildiğini bilirler. Yukarı doğru spiral bir hareket olur olmaz, dilin kemiği ortadan kalkar! Evet borç içindeyiz, ama hisselerimizin değeri yükselince hepsini telâfi edeceğiz. Daha önce gördüğümüz gibi, bu bir süre için devam edebilir. Fakat mahşer günü kaçınılmaz olarak gelip çatacak, para geri alınamadığı zaman hisseler baş aşağı inişe geçecek; ve tümü birden çorap söküğü gibi gelecek. Yukarı doğru spiral hareketi doğuran tüm faktörler, belirli bir noktadan sonra kendi karşıtlarına dönüşür. Elbette kesin vakti kimse öngöremez; yapılabilecek olan yalnızca bilgiye ve deneyime dayalı bir tahmindir. Ama mutlak bir kesinlikle söylenebilecek olan şey şudur ki, herşey çözülmeye başladığında kritik bir noktaya varılmış olacaktır. O zaman burjuvazi ciddi güçlükler yaşayacak ve mahşer gününü geciktirdiği ölçüde bu güçlükler o kadar fazla olacak.

“Temellerin sağlam” olduğuna dair tüm itirazların tersine, şimdiki boom kilden ayakları üzerine dikilmiş bir deve benziyor. Daha önceki metinlerimizde de açıkladığımız gibi, Marx’ın fiktif sermaye –gerçek değeri olmayan kağıt para– olarak adlandırdığı büyük miktarda para borsaya yatırılmış durumdadır. Borsadaki yükselişin, eninde sonunda patlayacak dev bir balon olduğuna tüm ciddi burjuva ekonomistler katılmaktadırlar. Bu spekülatif sermayenin büyük bir bölümü, birleşmeler ve el değiştirmeler furyasıyla alâkalıdır. Bunlar üretici güçlerde bir gelişmeyi mi temsil ediyor? Tam tersine. Her birleşmeyi üretim araçlarında bir tırpanlama, kapatmalar ve geçici işten çıkarmalar izliyor. Böylesi araçlarla kapitalistler, üretici güçleri sistemin dar sınırları içerisinde makul gördükleri düzeye indirmeye çalışıyorlar.

Pek az insan borsadan anlar. İnsanlar onu bir banka gibi görmektedirler, oysa gerçekte borsa insanın bir yandan çok para kazanabileceği, bir yandan da donunu kaybedebileceği bir kumarhanedir. Business Week şöyle diyor: “Savaş sonrası Amerikan nüfus patlamasının çocukları, emeklilik yıllarını mali olarak güvenceye almak için yollar aradılar ve parayı yatırım fonlarına akıttılar.” (Business Week, 14.02.2000)

İnsanlar aslında emekli maaşlarını ve evlerini borsada bahse yatırmışlardır. Bu nedenle eldeki mal mülkün fiyatlarında herhangi bir düşmenin etkileri şiddetli olacaktır. Bunun toplumsal ve politik etkileri de açıktır.

Tüm ciddi ekonomistler ABD’deki yüksek borç düzeyinden kaygı duymaktadırlar: “Amerika’daki özel borçlanma furyasının bu kadar uzun sürmesine hiçbir şekilde izin verilmemeliydi.” The Economist sızlanarak,  bunun “inişi yumuşak değil, sert bir “iniş” haline getiren tehlikeli bir aşırı ısınmaya katkıda bulunduğunu” söylüyor. (The Economist 22.01.2000)

Amerika’daki durumun burjuvazinin düşünen katmanına bu kadar alarm verici gözükmesinin sebebi, ABD’nin Japonya’nın 1980’lerde yaptığı gibi hareket ediyor olmasıdır. Japonya’nın sonuçta on yıldır süren bir resesyona saplandığını ve hâlâ da kurtulamadığını biliyorlar. Kesinlikle önceki dönemin bir kalıntısı olan bu durum, Japonya için yeterince kötüydü, ama Amerika şu anda dünya ekonomisini ayakta tutmaktadır. Bu nedenle tüm dünya ölçeğinde burjuvalar bu durumdan ciddi biçimde kaygılanmaktadırlar. “Yeni Ekonomik Paradigma” üzerine Amerika’da gevezelik eden kesimlerden yükselen boş laflar onları pek rahatlatmıyor.

Marx ve yenilik

Gördüğümüz gibi şimdiki çevrimin asıl genişleme sahasını enformasyon teknolojisi oluşturmaktadır. Eski Çalışma bakanı Robert R. Reich genişleme için verilen kredilerin yüzde yetmiş kadarının bilgisayar ve internete ait olduğuna inanıyor. Marksizm açısından tüm bunlarda yeni hiçbir şey yoktur. Bunlar, Kapital’i bir yana bırakalım, daha Komünist Manifesto’da öngörülmektedir. Manifesto, tüm Marksistler için elifba olan şeyi, yani kapitalist sistemin tarihte yer alan önceki tüm sistemlerden farklı olarak, ancak üretim araçlarını sürekli devrimcileştirerek varolabileceğini açıklar.

Enformasyon teknolojisinin uzun vadeli etkilerinden konuşmak moda haline geldi. Bunların önemli gelişmeler oldukları açık. Fakat böylesi gelişmeler her iktisadi çevrimde olur. Burada ticaret çevriminden değil, dünya savaşları arasında kalan dönemin aksine savaş sonrası yükseliş dönemi gibi, kapitalizmin farklı evrelerini belirleyen geniş tarihsel dönemlerden bahsediyoruz. Kapitalizmin geniş çevrimleri üzerine en yüzeysel araştırma bile, sanayi devriminden beri bunların yeni teknolojiye yapılan yatırım ve bunların her birinin uzun vadeli sonuçları ile belirlendiklerini kesinlikle ortaya koyacaktır. Buhar gücü sanayi devriminin temeli idi. Tekstil üretiminde devrim yaptı. Bunu 19. yüzyılın ikinci yarısında demiryolları boom’u izledi.

Kapitalistler her çevrimde kârlı bir yatırım alanı ararlar. Şu anda bu rolü IT oynuyor. İnternetin, özellikle geleceğin planlı sosyalist ekonomisi açısından taşıdığı muazzam sonuçlar bakımından çok önemli ve anlamlı bir buluş olduğuna hiç şüphe yoktur. Fakat üretici sistemi boom-çöküş çevriminden kurtaracak kadar değişikliğe uğrattığını tartışmak saçmalıktır. On a Knife’s Edge’de [Bıçak Sırtında] vurguladığımız gibi, her çevrimde hiç de daha az devrimci olmayan buluşlar olmuştur, hatta çoğunlukla bundan daha fazlası olmuştur. Demiryollarının, buharlı gemi ve telgrafın etkileri, dünyayı birbirine bağlamakta internetten çok daha devrimci adımlardı. Demiryolunu motorlu araba (“Fordizm”), elektrik, enerji, kimyasallar, plastik, radyo, televizyon, uçaklar, radar, nükleer enerji izledi. Tüm bunlar büyük ilerlemeleri temsil ediyorlardı.

Tüm bu dev ve etkileyici teknolojik gelişmeler bize gelecekte sosyalist bir toplumda nelerin mümkün olabileceğinin bir resmini veriyor. Bununla birlikte, teknolojinin varolması gerçeğinden, iktisadi çevrimin olmadığı sonucuna varılamaz. Bu yargı resmi mantığın bakış açısından bile bir nedensellik arz etmez. Tarihsel bir perspektiften bakıldığında ise sadece saçmadır. Örneğin en sarsıcı teknolojik gelişmeler 1920’lerde ve 1930’larda oldu: telefon, elektrik, uçaklar, arabalar, televizyon ve diğer pek çoğu. Ama geliştirilemediler. Neden geliştirilemediler?

Belli bir teknolojinin geliştirilebilmesi için, onu geliştirecek maddi güce sahip olan sınıfın çıkarına olması gerekir. Antik devirlerde bile bunu görmek mümkündür. Yunanlılar buhar gücünü bulmuşlar ve buharlı makinelerin çalışan modellerini o günlerde yapmışlardı. Ancak geliştirilemedi ve yalnızca bir oyuncak ve merak olarak kaldı. Neden? Çünkü köle ekonomisi, açıkça sınırsız bir karşılıksız insan emeği kaynağına dayanıyordu. Köle sahipleri neden emek tasarrufu yapan makinelerle ilgilensinler ki? Benzer bir durum serflerin bağımlı emeği üzerine kurulu feodalizmde de olmuştur. Feodal toprak sahibinin, el koyduğu artıyı makinelere ve teknolojiye yatırmakta hiçbir çıkarı yoktu. Elinin altında serflerin emeği varken bunu neden yapsın? Emek zamanı ekonomisi ancak kapitalizmin ve sanayi devriminin gelişi ile hayati bir önem kazanmıştır ve kapitalizmin son iki yüzyıllık gelişiminin tüm evrelerinde bunu görmek mümkündür. Marx’ın açıkladığı gibi, kapitalizm kendisini üretici güçlerin sürekli devrimcileştirilmesine dayandıran gelmiş geçmiş tek sosyo-ekonomik sistemdir.

Ancak bu hiç de kapitalistlerin teknolojiye yatırım yapmakla ilgilenmelerinin sebebinin teknoloji sevdası olduğu anlamına gelmez. Burjuvalar ancak yatırımlarından uygun bir kazanç sağladıkları sürece yatırım yaparlar, daha ötesi için asla. Yatırım çevrimi içinde belli bir noktaya gelindiğinde, sermayenin getirisi daha öte yatırımı garanti altına almaya artık yetmez. Bu noktada kapitalistler yatırım yapmayı keser ve boom çöker. Teknolojinin ve üretici potansiyelin mevcut olması yalın gerçeği, bu bakımdan krizlere karşı hiçbir garanti oluşturmaz. Tam tersine. Nihayetinde aşırı yatırıma, aşırı üretime, kâr oranında düşmeye, ve kâr kütlesinde nihai bir düşüşe sebep olarak krize yol açan, yeni alanlara akan kontrolsüz yatırım selinden başka bir şey değildir.

Yatırım ve kâr oranı

Tarihteki tüm diğer boom’larda olduğu gibi işi ayakta tutan yatırımdır. Yeni Ekonomik Paradigmanın savunucuları zafer edasıyla, 1999 yılında yalnızca Amerika’da 45 milyar dolar yatırım yapan sözde risk sermayesinin gelişimine işaret ediyorlar. Risk sermayesinden kasıt, enformasyon teknolojisi sektöründe yeni işlerin kuruluşuna yatırılan sermayedir. Özellikle 1990’da 3,7 milyar olan değerle karşılaştırdığımızda, bu açıkça önemli bir miktardır. 2000’in ilk çeyreğinde yeni iş kurma yatırımlarına 27 milyar dolar gitmişti. Bir önceki yıl bu değer 6,2 milyar idi. Risk sermayesi sektöründeki yatırımlarda dev bir artış anlamına gelmektedir bu. Bu olgunun Amerika için sadece ekonomik anlamda değil, toplumsal ve politik anlamda da önemli sonuçları vardır. Bu sermayenin bir kısmı sıradan Amerikalılardan borsa aracılığıyla alındı. Aslında risk sermayesi olgusu borsada yaşanan boom’un kendisi ile yakından ilintilidir.

Yatırım kapitalist sisteme can veren kandır. Yatırım akışı böylesi bol miktarda sürdüğü sürece boom’un devam etmesi mümkündür. Ancak kapitalistin kâr için yatırım yapma dürtüsü, her durumda, er ya da geç kafasını kapitalist sistemin temel çelişkisine çarpar: kapitalistlerin artı-değer için besledikleri, yatırımı körükleyen sınırsız iştah ile pazarın ve toplumun tüketim gücünün sınırlı doğası arasındaki çelişki. Sürecin nasıl gerçekleştiğini daha önce göstermiştik (bk. On a Knife’s Edge). Tarihteki her boom’da böyle olmuştur. Yeni bir yatırım alanı ilk ortaya çıktığında, bu alana ilk giren kapitalistler büyük servetler kazanır ve süper kârlar elde ederler. Bill Gates günümüzden bir örnek. Ancak sorun, diğerlerinin de geriden gelmesidir: onlar da aynı teknolojiyi devreye sokmak zorunda kalırlar. Bu bir çelişki doğurur. Bir çıkış kapısı gören burjuvalar (hem de ne büyük bir çıkış kapısı gibi görünüyordu!) oraya doluşmuşlardır. Birçok küçük yatırımcıyı da cesaretlendirip peşlerine takmışlardır, en yakın uçuruma koşan lemmingler gibi.[2] Doğaldır! Hepsi sahnede yer kapmak istiyor! Fakat sonra yasa işlemeye başlıyor. Başlangıçtaki dev boyutlu kâr oranı önce normal seviyelere iner ve sonra yine düşmeye devam eder.

Aşırı yatırıma ve aşırı üretime doğru içsel bir eğilim vardır. Kapitalist sistemin ana çelişkisi de budur: kapitalistlerin artı-değere duyduğu sınırsız susuzluk ve kitlelerin sınırlı tüketim gücü arasındaki çelişki. Kapitalistler, Marx’ın Birinci Kesim olarak adlandırdığı alana –üretim araçlarının üretimi– yatırım yaparak bir krizi bir süreliğine engelleyebilirler. Mevcut boom’da durum böyle olmuştur. ABD’de bilgisayar üretimine yüklü bir yatırım yapılmıştır. Boom’un başlıca motor gücü bu olmuştur.

En şaşırtıcı miktarlar yeni teknolojiye, özellikle de internete yatırılmış durumda. İnternet hisseleri başlangıçta baş döndürücü seviyelere fırladı. Bu şirketlerin pek çoğu henüz bir sent bile kâr etmiş değil. Bu çelişki devam edemez. Yatırımcılar ellerindeki hisselerin basılı oldukları kağıttan daha değerli olmadıklarını fark ettiklerinde, bir düşüş olacak. Bu şimdiden başladı. Amazon hisseleri 1999 Aralık ile 2000 başındaki bir aylık sürede 103 milyar dolardan 66 milyar dolara indi, Nasdaq endeksinde yeni teknoloji hisselerine duyulan güven krizini yansıtan sert bir düşüş oldu. Neden? Çünkü kâr etmiyorlar. Üstelik internet hisselerinin son 12 ayda yaklaşık yüzde 1000 artmış olmasına rağmen. Bu, biriken ve er ya da geç çözülmesi gereken yakıcı çelişkileri gösteriyor; tıpkı ödenmeyen faturanın eninde sonunda ödenmek zorunda olunması gibi.

Asya krizi, piyasa aşırı-üretim (“aşırı-kapasite”) sınırına ulaştığında neler olduğunu gösterdi. Ancak şimdiki çevrimde bu nihai noktaya henüz ulaşılmadığı açıktır (şimdiye kadar ulaşacağını düşünmüştük, ama hâlen olmadı). Üretkenlik artışının itilim verdiği genişleme sürüyor. Her kapitalist çevrimin motoru olan yatırımlar devam ediyor. Bu durum devam ettiği sürece, boom da yürürlükte kalabilir. Yeni yatırımlara harcanmakta olan paranın, yeni iş olanaklarının yaratılmasında, talebin ve kredilerin artıp genişlemesinde, ve dolayısıyla boom’un uzatılmasında hâlâ bir etkisi vardır. Tüm bunların şu anda yaşandığına dair elbette bir tartışma yok, ama yüzeyin biraz altına bakıldığında çok daha endişe verici bir resim belirmeye başlıyor. Tüm bu sermaye ne için yatırılıyor? Elbette kâr elde etmek için. Beklenen kârın gerçekleşme olasılığı nedir sorusunu sorduğumuzda ise, cevap giderek daha muğlak olmaktadır.

Üretkenlik

Borsanın yükselişi sistemin itici gücünün ne olduğunun en belirgin ifadesidir: kendisini yatırımcılara “cennetin kudret helvası” olarak sunan artı-değere duyulan doymak bilmez açgözlülük –sanki büyü ile ortaya çıkan kârlar ve hisse payları. Çabuk yoldan zengin olmak için bu çılgın yarış, şüphesiz teknolojik yeniliklerin hızlanmasında bir rol oynadı. Yatırımcılar yakın zamana kadar şu ya da bu yeniliği vaat edenlere para vermek için birbirleriyle yarıştılar. Bu durum, yeri geldiğinde ekonominin belirli bazı sektörlerinde bir süre için üretkenliğin patlamasına yol açtı. Emek üretkenliliğinin, işçinin daha az zamanda daha çok üretmesini sağlayıp, böylece daha fazla artı-değer üreterek, emek zamanından daha fazla tasarruf edilmesi anlamına geldiğini hatırlayalım. 1995-98 yılları arasında elde edilen üretkenlik artışının yarıdan fazlasının teknolojinin ivmeli gelişiminden kaynaklandığını gösteren Emek İstatistikleri Bürosunun (BLS) yeni yaptığı bir araştırmanın sonuçları, üretkenlik açısından teknolojinin önemini göstermektedir.

Burada özetlenen süreç şimdiki çevrimde açıkça görülebilir. Pazara ilk girenler, gerçekten ortalamanın aşırı üstünde, muazzam kârlar elde ettiler. Fakat sonra diğerleri de aynı yatırım alanlarına akın etti. Sorun çok basit: ya yatırım yap ya da öl! Para en yüksek getiri oranları beklentisiyle bu risk alanlarına aktı. Fiilen her sanayide yeni rakipler sahneye çıktı: telekom, internet, bilgisayar. Böylece boom, ekonominin tüm diğer alanlarına giren daha fazla sermaye yarattı: sağlık, sigorta, bankacılık, elektrik-su-havagazı, emlak ve süper marketlerden tutun mahalledeki bakkala kadar. Sebep sonuca, sonuç da sebebe dönüşür. Talebin ve kredinin genişlemesi birbirini besleyerek ekonomiyi yukarıya doğru yükseltir. Kârlar (ya da kâr beklentisi) borsadaki yükselişi körükler, borsadaki yükseliş de daha fazla yenilik, daha fazla üretkenlik ve daha fazla kârlar (gerçek ya da hayali) sağlar. Bu böylece sürer... Ama bu sürecin (“erdemli” bir büyüme “çevrimi”) belirli sınırları vardır.

Öncelikle bu genişleme bir özgür seçim ya da planlama meselesi değildir. Zorunluluklar ve kapitalist birikimin iç yasaları tarafından yönlendirilir. Kapitalistler yeni teknolojiyi eğlence olsun diye devreye sokmazlar. Yok olup gitme sancısıyla yenilik yapmaya zorlanırlar. İlk önce Bill Gates Microsoft adına pazardan büyük bir parsa kapmıştı, diğerleri mecburen onu izledi, ardından Windows ürününü sürekli olarak geliştirmek zorunda kaldı, onun ardından diğerleri de onun üzerine geliştirmeler yapmaya çalıştılar, vs. vs. Elbette bu, Microsoft’un rakiplerini batırmak için tüm gücünü kullanmasını ve bir tekel oluşturmasını engellemez. Fakat bu başka bir mesele. Burada asıl nokta, isteseler de istemeseler de artan bir hızla yenilik yapmayı kabul etmek zorunda kalışlarıdır. Sürekli artan miktarlarda sermaye yatırmaya ve kalabalık bir piyasada fiyat kırmaya zorlanıyorlar. Kâr oranları hızla daha normal seviyelere düşer. Artık mesele –genellikle işgücünün zararına– kâr marjlarını koruma mücadelesidir.

Burada tasvir edilen süreç, bugünkü çevrimi –en azından şimdiye kadar– karakterize eden düşük enflasyon seviyesini bir miktar açıklıyor. Teknolojik ilerlemeler her boom’da metaların ucuzlamasına yol açar ki, bu boom da bir istisna değildir. Üretkenlik artışı genellikle daha fazla büyüme ve düşük enflasyon demektir. Son yıllarda bilgisayar ve ilgili ürünlerin fiyatlarında en dramatik düşüşleri gördük, ve bu hâlen de sürmektedir. Başlangıçta bu, emek tasarrufu yapan en yeni makineyi daha düşük bir fiyata devreye sokan şirketlere yaramaktadır. Böylece 1990’ların ikinci yarısında görülen yazılım ve enformasyon teknolojisindeki hızlı fiyat düşüşleri enflasyondan yaklaşık bir yarım puan götürdü.

Yine de bu sürecin kendisi eninde sonunda yeni çelişkiler üretecektir. Marx makinelerden artı-değer elde etmenin imkânsız olduğunu açıklar. Makinenin tüm yapabildiği nihai ürüne kendisinde depolanmış değeri, yani onun üretimi için harcanması gerekli toplumsal emeği eklemektir. Makine tarafından katılan değer, kapitalist tarafından yıpranma bedeli olarak hesaptan düşülür. Bu arada yıpranma sadece fiziksel (paslanma, aşınma ve parçalanma vs.) değil, aynı zamanda Marx’ın “manevi yıpranma” olarak adlandırdığı şeydir, yani demode olmadır. Örneğin bilgisayarların demode olma hızı şaşılacak düzeydedir. Bu teknolojiye yatırılan para toplamı çok büyük olduğundan, kapitalist için öncelikli zorunluluk başlangıçta yatırdığı sermayeyi geri almaktır. Göreceğimiz gibi, bazen bunu söylemek yapmaktan daha kolaydır. Çevrim ilerledikçe, giderek artan sayıda kapitalist pazara üşüşmekte, bir aşırı-yatırım ve sonuç olarak da aşırı-üretim eğilimi baş göstermektedir. YEP’çilerin hayallerinin tersine, kapitalizmin tabiatında varolan aşırı-üretim potansiyeli, yeni tam-zamanında üretim teknikleri ile hiçbir surette ortadan kaldırılmamış, hatta pek muhtemelen alevlendirilmiştir.

Mutlak ve göreli artı-değer

Yeni Ekonomik Paradigma savunucuları, yeni teknoloji için kâh haklı sebeplere dayanan, kâh dayanmayan alışılmadık iddialarda bulunuyorlar. Yeni teknoloji şüphesiz üretkenliği arttırmıştır. Arz zincirinin bilgisayarla donatılmasının, stoklarının anında görüntülenmesini ve tam-zamanında üretimi olanaklı kılarak, üretimin hiçbir zaman satışları aşamaması anlamına geldiğini iddia ediyorlar. Böylece aşırı üretim saf dışı edilmiş oluyor. Öte yandan üretkenlik ve rekabetin artmaya devam etmesi enflasyonu (eğer gıda ve enerjiyi saymazsak, enflasyon son dönemlerde ABD’de gerçekten düşmüştür) kontrol altında tutmakta; böylece Amerikan merkez bankası da faiz oranlarını yükseltmeksizin büyümenin sürmesine izin verebilmektedir.

Üretkenliğe ilişkin olarak bile bir noktaya dikkat çekmek zorunludur: üretkenlikteki artışın bir bölümü yeni teknolojiden kaynaklanma birlikte, büyük bir bölümü öyle değildir. Büyük bölümünde yeni olan hiçbir şey yok. Bildik bir yönteme dayanıyor: kas ve sinirler üzerinde eski usûl baskı. Marx’ın mutlak ve göreli artı-değer diye bahsettiği şeydir; yani, işgününün uzatılması ve sömürünün yoğunlaştırılması. Bu her yerde böyledir. Örneğin Amerika’da son 20 yılda haftalık resmi çalışma süresi 40 saatten 50 saate çıktı (uygulamada daha da uzundur).

ABD’de işçiler iki yakalarını bir araya getirmek için iki veya üç işte birden uzun saatler çalışmaktadırlar. Bununla ilgili fıkralar bile var: örneğin, Başkan Clinton bazı işadamları ile akşam yemeğindedir. Masanın etrafına oturmuş şampanyalarını yudumlarken Beyaz Sarayın ev sahibi kendisini över: “Ekonomimize bir bakın! Tam bir milyon iş yarattım!” Bu sırada sessizce onları dinleyen garson araya girer: “Evet Başkanım, biliyorum: bunların üç tanesi bana ait.”

Bu fıkra tam on ikiden vuruyor. İnsanlar uzun saatler boyunca çalışıyorlar, bir işte, iki işte, ve hatta iki yakalarını bir araya getirmek için üç işte birden çalışıyorlar. Bu muazzam bir baskıdır, her işçi bunu bilir. Ve Marksistler açısından bunda şaşılacak bir şey yoktur. Marx’ın Kapital’de açıkladığı gibi, kapitalizm altında yeni makinelere geçiş, çalışma saatlerinde bir azalma değil, fakat iş gününde bir artış anlamına gelir.  İşgünü son on yılda her yerde acımasız biçimde arttı. Haftada 35 saatlik çalışma süresine geçilen Fransa’da bile böyle oldu. Fransız işçileri 35 saat kanununun herşeyden feragat etme pahasına bağışlandığı gerçeğini artık fark ediyorlar. Sözde esnekliğe geçiş (fiiliyatta geçici işçiliğin getirilmesi), işçilerin haklarına ve koşullarına yapılan bir saldırıyı temsil etmektedir.

Ancak belirleyici etken, boom’u her yerde karakterize eden, ücretler üzerindeki acımasız baskı olmuştur. İşçilere, üretilenlerin miktarını arttırmaları ve bunların üretimi için gereken zamanı azaltmaları için acımasız bir baskı uygulanmaktadır. Ücretler üretkenlik artışlarının sürekli gerisinde kalmıştır. Amerika’da gerçek ücretler yakın zamana kadar neredeyse 20 yıllık bir dönem boyunca hiç artmamıştı. Burjuvaların da bizzat kabul ettiği gibi, bunun sürdürülmesi mümkün değildir. Stephen Roach gibi bazı ekonomistler, birkaç yıldır, Amerika’da bir “şiddetli işçi tepkisi” öngörüsünde bulunuyorlar ve bunun başladığına dair işaretler de var. ABD’de ve diğer ülkelerde işçi sıkıntısı görülmeye başlandı. Özellikle bir vasıflı işçi sıkıntısı var ki, bu da ücretlerde yukarı doğru bir baskıya neden olmaktadır. Bazı kapitalist politikacıların belirli işçi kategorileri için göçmenlik denetiminin gevşetilmesi çağrısı yapmalarının sebebi budur. Onları buna sürükleyen şey zerrece olsun insancıl kaygılar değil, bencil ve kısa vadeli ekonomik sebeplerdir.

Avrupa’da yeni bir yüksek teknoloji boom’u mu geliyor?

Birkaç yıl önce burjuvazi Asya’da sonsuz genişlikte bir pazar bulduğu hayaline kapılmıştı. Ağızlarının suyu aka aka, bizlere Çin’de 1,3 milyar kişilik bir pazar olduğunu yemin billâh anlattıkça anlattılar. Bunun çocukça olduğunu söylemiştik, ve oldukça da iyi bir nedenimiz vardı. Kapitalist bakış açısından bir pazar alım gücü demektir, alım gücünün olmadığı yerde pazar olmaz. Bu açıdan Çin’de 1,3 milyar kişilik bir pazar yoktur, ama elbette Batıyı ilgilendirmeye yetecek kadar büyük bir pazar da vardır. Şimdi benzer argümanın yeni teknoloji için kullanıldığını duyuyoruz. Sonucun aynı olacağına hiç şüphe yok.

Kapitalistler yeni teknolojiye geçerek üretkenliği arttırabilirler mi? Bu argüman Avrupa’ya ilişkin olarak git gide daha çok duyuluyor. Avrupa interneti ABD’den daha geç devreye soktu ve bu da üretkenlikte bir miktar ekstra gelişme sağlayabilir. Avrupa mobil telefonda Amerika’dan önde. Bundan sonraki aşama internete erişim için bilgisayarlara olan gereksinimi tümden ortadan kaldıracak. 1999’da Avrupa yeni enformasyon teknolojisine 200 milyar dolar harcadı ve bunun daha bir yüzde otuz kadarını da bu yıl harcayacağı tahmin ediliyor. Salomon’daki ekonomistlerden biri olan Smith Barney’e göre bu yatırım, 2003 yılı itibarıyla üretkenliği yüzde 0,5 arttırabilir. Teknik yenilikte yeni bir raunt Avrupa’da boom’a yeni bir canlılık katabilir mi?

Bir çöküş perspektifine karşı ileri sürülen argümanlardan biri de, özellikle Avrupa’da kablosuz iletişim alanında pek çok yeni ürünün (ve bu nedenle de pek çok yeni yatırım alanının) yolda olduğudur. Bu alanda Amerika’dan üstün olan Avrupa kapitalizminin durumu kurtarabileceği ümit ediliyor. Fakat bu argüman meseleyi ıskalamaktadır. On a Knife’s Edge’de vurguladığımız gibi, yeni teknolojik potansiyelin var olması tek başına ne bir çöküşün olmayacağı, ne de verili aşamada bu yeni teknolojinin ekonomiye irtifa kazandıracağı anlamına gelmez.

Avrupa’da Üçüncü Kuşak (“3G”) bir kablosuz şebeke olasılığı hakkında çok fazla patırtı kopartıldı. Ancak, daha küçük ebatlı bir yeni mobil “taşıyıcı” kuşağını geliştirmek için gereken sermaye toplamı geçekten nefes kesici: 60 ilâ 200 milyar dolar. Peki bu astronomik meblağların makul bir getiri sağlaması ihtimali nedir? En iyi durumda belirsiz. Yatırımcıların ilk coşkuları kızgın soba üstüne düşen su gibi buharlaşıverdi. Marttan bu yana bu sektördeki hisselerin fiyatı yüzde 50 düştü. Besbelli ki yatırımcılar ayaklarıyla oy veriyor! Büyük Avrupa şirketlerinin gırtlak gırtlağa rekabetin zorlamasıyla bu teknolojiye para harcamaya devam ettikleri doğrudur. Büyük bir risk alıyorlar. Yalnız geliştirme maliyetleri bile devasa. Örneğin Nokia, toplam gelirinin yüzde 9 gibi inanılmaz bir kısmını, ki bu yıl toplam olarak 2 milyardan fazladır, araştırma ve geliştirmeye harcadı. Paralarını geri alabilecekler mi? Bu alandaki diğer bir büyük şirket olan Ericsson, ancak yüzde birlik bir kâr marjıyla, kalabalık el seti pazarındaki payını korumak için çabalıyor.

Aslında sel gibi gelen pek çok yeni teknoloji olduğunu iddia etmenin hiçbir faydası yok: düz ekran televizyon setleri, dijital TV ve internetli mobil telefonlar vs. Evet her türden harika icat elbette mümkündür. Ancak Henry Ford’un şu sözlerini unutmamak gerekir: “Ben para kazanmak için iş yapıyorum, araba yapmak için değil.” Tüm bu teknolojilerin var olduğunu biliyoruz. Bunlarda bir para kazanma potansiyeli bulunduğunu da biliyoruz. Bununla birlikte, para kazanma potansiyeli ile gerçekten para kazanma arasında hiç de ince olmayan bir ayrım var. Gerçekten kâr etmek için, bir yerlerde, bir şekilde gerçekten satmak zorundasınız. Satmak için pazara ihtiyacınız var. İşte! İşin güç yanı da bu! Yeni teknoloji, er ya da geç kapitalist üretimin sınırlarına dayanacaktır. Ürünler kâr etmek için üretilir. Kâr etmek için pazar bulmaları gerekir. Pazar da bir alım gücünü varsayar.

Şunu da akılda tutmalıyız ki, boom’un tepe noktası, bir düşüşün tam öncesi, yatırımın da daima en güçlü olduğu zamandır. Bu yüzden çöküş daima en beklenmedik anlarda olur. Bu sefer de bir istisna olmayacak. Tüm tartışmanın Aşil topuğu, üretkenliğin eskisi kadar güçlü biçimde yükselmeyişidir. Avrupa Birliği’nin euro bölgesinde 1999 yılında emek üretkenliği ortalama olarak yüzde 1,9 yükseldi. 1998’de kaydedilen yüzde 2’lik artıştan kıl payı az. İngiltere’de üretkenlik gerçekten de düşüyor. Bu üretkenlikteki artışın bir sınıra dayandığını göstermektedir. Nihayet günde sadece 24 saat var ve işçilerin daha kısa sürede daha fazla üretme kabiliyetlerinin de fiziksel bir sınırı var.

Sermayenin getiri oranının eskisi gibi olmadığı açıktır (Michael Roberts’ın http://www.marksist.com’da yer alan From Bulls to Bears adlı makalesine bakınız). Sözde kazancın azalması yasası, Marx tarafından bilimsel olarak açıklanmış kâr oranlarının düşme eğilimi yasasının burjuva ekonomistleri tarafından bulanık ve karmaşık hale getirilerek ifade edilmesidir. Kapitalistler yeni teknolojiye yaptıkları yatırımların artık eskisi kadar getiri oranı sağlamadığını keşfediyorlar. Bu noktada böylesi yatırımlar için duydukları coşku da sönmeye başlıyor. Bu bir taraftan yatırımcıların paralarını yeni teknoloji hisseleri ile riske atmakta duydukları isteksizliğin artışı ve diğer taraftan internetin mobil telefonlarla birleştirilmesine ilişkin teknolojik yenilik perspektifleri hakkındaki şüphelerin giderek büyümesi ile kendisini gösteriyor.

“Yaklaşan İnternet Depresyonu”

Daha önce bu aşamada Amerikan ekonomisinin tamamının bir sektöre, enformasyon teknolojisi sektörüne dayandığını göstermiştik. Bu teknolojinin niteliği nedir? Daha önce de Business Week dergisinden alıntı yaptığımız aynı makale bu sektörün son derece uçucu olduğunu açıklamaktadır. Çevrimleri reddetmek bir yana makale, ekonomi bir kez yavaşlamaya başlarsa, bu sektörün iktisadi çevrimleri n’inci dereceye dek şiddetlendireceğini izah etmektedir. Ve bu da belli bir aşamada kaçınılmazdır. Makalenin yazarı şunu önemle söylüyor: “Yüksek teknoloji büyümesi bir kez yavaşlarsa, ki bu belli bir noktada neredeyse kaçınılmazdır, bu zaaflar (yani NASDAQ hisse senetleri endeksinin zaafları) diğerlerinin zaaflarını da arttırarak ciddi bir düşüş safhası oluşturacaktır.” Business Week’in bu analizi son derece doğrudur ve işin daha ilginç yanı bu analizin Yeni Ekonomik Paradigmanın yıllarca aktif propagandasını yapan bir dergiden gelmesidir. Sermayenin kafası çalışan temsilcileri bunları görebiliyorsa bizim de görebilmemiz gerekir.

Business Week’in söylediği şey, şu anki çevrimin sürebilmesinin tıpkı diğer çevrimlerdeki gibi çeşitli faktörlere bağlı olduğudur. Bu faktörler birbirlerinden yalıtık olarak ele alınamaz. Bunlar birbirlerini besleyerek yukarı doğru hareket eden normal bir büyüme spiraline neden olmaktadırlar. Fakat çevrim kendi sınırına dayandığında spiral çözülmeye ve açılmaya başlar, faktörler birbirini etkileyerek aşağı doğru ilerleyen kontrolü imkansız bir spiral doğurur. Buradaki faktörler sermaye yatırımının maliyeti, ücretler, hammaddeler, krediler ve taleptir.

Çevrim kritik noktaya yaklaştıkça gözlemcilerin en zekileri uyarı sinyallerini çalmaya başlıyorlar. Ekonomistler bunu bir süreden beri yapıyorlar. Fakat karamsarlık eğilimi her zaman daha güçlü gelişir. Bunun en son –ve anlamlı– örneği yakın zamana kadar YEP’in en sıkı taraftarlarından Business Week’in Ekonomi Editörü Michael J. Mandel’dir. Son kitabı Yaklaşan İnternet Depresyonu’nda çok ciddi bir öngörüde bulunuyor: “ABD’nin yokuş aşağı iniyor olma ihtimali hayli yüksek, ve eğer ekonomi politikası sendelerse bu iniş trendi sevimsiz, can yakıcı ve uzun bir hâl alır.” (Business Week , 09.10.2000)

Risk sermayesi denilen sermaye, yeni kurulan işlere ve yeniyetme firmalara geçtiğimiz yıl yaklaşık 30 milyar dolar yatırdı, buraya giden fonlar bu yılın başında yıllık bazda 100 milyar dolar civarında seyrediyordu. IT sektöründeki boom’un can damarı budur. Bu bir kez kurudu mu bütün süreç duracaktır. Bu kurumanın başladığına dair belirtiler mevcuttur. Business Week şöyle açıklıyor: “Yeniliklerin hızı şu anda ekonominin büyümesine ve borsanın yükselişine bağlıdır. Borsadaki düşüşler ve ekonomideki teklemeler muhtemelen yeni kurulan şirketler için ayrılan fonların çok ama çok düşmesine ve bunu takiben de yeniliklerin hız kesmesine neden olacaktır. Ve Mandel’e göre işte burası çevrimin kendi kendisini beslemeye başladığı yerdir. Daha az yenilik demek, üretkenliğin daha az artması, enflasyonda yükselme eğilimi ve şirketlerin fiyatları yükseltmeye zorlanması demektir. Bu gelişmeler sırasıyla ekonominin daha da yavaşlaması ve piyasanın daralması tehlikesini doğurarak, aşağı doğru giden tahripkâr bir ekonomik spirale yol açar.” (vurgu bizim)

Kapitalist çevrim niceliğin niteliğe dönüştüğü kritik noktaya vardığında, artık herhangi bir dış şokun olayları tırmanışa geçirmesi mümkündür. Bu bakımdan, aynı 1974 resesyonunun yanlış biçimde “petrol krizi” olarak tanımlanmasında olduğu gibi, krizin petrol fiyatlarındaki artış gibi sebeplere bağlanması kadar yüzeysel bir şey olamaz. Krizi petrol fiyatlarına bağlamak yanlıştır, çünkü öncelikle petrol fiyatlarının yükselmesi çevrimin bir sonucudur (Ortadoğu’daki savaş gibi dış faktörlerle körüklense bile); ve ikinci olarak da, petrol fiyatları sadece gelişimi önceden hazırlanmış bir süreci doruğuna çıkarmıştır.

Marx Kapital’in ikinci cildinde kapitalist birikim sürecinin birçok yerden kırılabileceğini açıklar. Bu bir kez gerçekleştiğinde, faktörler, aşağı doğru inen bir spiral oluşturacak şekilde birbirini etkilerler. Mandel gibi ekonomistlerin endişelendiği şey budur. Bu tür bir ters dönüşe yol açabilecek birkaç faktör vardır: yüksek petrol fiyatları, dolar ve euro arasındaki paritenin giderek büyümesi, IT sektöründeki büyümenin yavaşlaması, borsada bir paniğe yol açan gerilim. Bunlardan herhangi biri boom’a son verebilir. Fakat kendi başına bunların hiçbirisi, kökleri bizzat kapitalist sistemde yatan krizin sebebini oluşturmaz. Krizin kıvılcımı olan hadiselerle krizin kendisi arasındaki ilişki, tesadüfle zorunluluk arasındaki ilişkidir. Veya kimyadan bir benzetme yapacak olursak, katalizörün işlevi kimyasal bileşiklerde zaten mevcut olan bir değişimi hızlandırmaktır.

Aslında “yeni ekonomi” çoğu insanın zannettiğinden daha kırılgandır. Gittikçe artan sayıda ekonomist bu sektörün kendi yıkımının tohumlarını içinde taşıdığının farkına varmaktadır. Çoğunluğu öyle değil elbette, onlar YEP hayallerine sıkı sıkıya sarılmış durumda. Fakat manzara gittikçe kötüleşmektedir. Mandel şöyle yazmaktadır: “Tahminciler nasıl ABD ekonomisinin 1990’lardaki büyüme potansiyelini küçümsedilerse, şimdi de yakın gelecekteki sert düşüş ihtimalini küçümsüyorlar.” (BW, 09.10.2000)

Mandel, Marksistlerin en başından beri söylediği şeyi, yani yükselişe neden olan tüm faktörlerin belli bir aşamada kendi karşıtlarına dönüşeceğini fark etmektedir. Tam da aynı faktörler ekonomiyi inişe geçirecek ve nihayet çöküş patlak verdiğinde onu çok daha vahim hâle getirecektir. Mandel şöyle yazmaktadır: “Teknoloji çevriminin yukarıdaki bölümünü, son yıllarda gördüğümüz gibi, hızla yükselen teknoloji harcamalarının, hızlı yeniliklerin ve yükselen bir borsanın eşlik ettiği uzun süreli ve enflasyondan arınmış bir boom oluşturuyordu [Daha önce olmasa da, 1945’ten sonraki boom’lara eşlik eden enflasyonun kısmen istisnai durumu hariç, bunlar her kapitalist boom’da görülen özelliklerdir. –AW ve EG]. Fakat teknoloji çevrimi düşüşe geçtiğinde –ki bu kaçınılmazdır– sonuç derin ve yaygın bir düşüş trendi olabilir. Teknoloji harcamaları taban seviyeye inecek, yeniliklerin hızı kesilecek ve borsa hızla aşağı kayacaktır. En sert darbeyi Yeni Ekonomide çalışan işçiler, şirketler ve 1990’lardaki boom sırasında en fazla yükselen hisseler yiyecektir.” (BW, 09.10.2000, vurgular bizim)

Borsa

Kapitalistler daima kârlarının uzaydan geldiğini, yani “paranın parayı çektiğini” hayal ederler. Bu optik yanılsama, hisse değerlerinin sihirli bir nitelik kazandığı borsa alanında özellikle daha belirgindir. Öyle ki, bunların yanında eski simyacıların kurşundan altın elde etme çabaları bile çocuk oyunu gibi kalmaktadır. Burada servetin harcı baz metal değil boş havadır! Oysa servet gerçekte artı-değerden, yani başka bir deyişle işçi sınıfının ödenmemiş emeğinden gelir. Her ne kadar borsa stratosfere kadar yükselip, bir an için yerçekimine meydan okur gibi görünse de tekrar yeryüzüne inecektir; tabii çakılarak. Yatırımcılar sonunda hisselerinin değerinin yükselmeyeceğini, borsada para yatırılan firmaların beklenen kârları getirmeyeceğini anladıklarında kontrolü zor bir düşüş başlayacaktır. Hesap defterinde son satır her zaman şirketlerin kârlılığıdır, bu da esas olarak işçilerin kafa ve kol emeğini ne kadar sömürdüklerine bağlıdır.

Sadece Amerika’da olmamakla beraber, özellikle orada hisse fiyatları astronomik seviyelere çıkmıştır. Bu önemlidir ama bir boom’un anahtarı değildir. Anahtar üretici güçlerin büyümesindedir. Bununla birlikte tüm bu faktörler diyalektik olarak birbiri ile alâkalıdır ve biri diğerini etkiler. Şimdiki boom da diğer boom’lar gibi yatırıma dayanmaktadır. Yatırım oldukça boom devam edebilir. Durum nedir? Teknik harcamaların büyüme hızı 1997’de %11’den, 1998’de %13’e ve 1999’da %16’ya çıkmıştır. Çok yüksek bir yatırım düzeyidir bu. Ve boom’un kesinlikle bir süre daha devam edebileceği anlamına gelir. Fakat madalyonun bir de diğer yüzü var, teknik harcamaların artışındaki herhangi bir kalıcı yavaşlamanın, örneğin %5’lik bir yavaşlamanın, yüksek teknoloji hisselerinde, ve hatta global piyasalarda, anında sert bir düşüşü getirecektir.

Her iktisadi çevrimde psikolojik bir unsur vardır. Bu sürü psikolojisi unsuru tüm her şeyi aşağı da çekebilir yukarı da. İşler iyi giderken kapitalistler ve onların teorisyenleri her şeyin kontrol altında olduğu yanılsaması içindedirler. Kontrol ederiz, düzenleriz, yönetiriz, dersimizi aldık! İşler daha da düzgünse, kontrol etmemize bile gerek yok: piyasa kendisini çekip çevirir! Evet kapitalist dünyaların bu en iyisinde herşey ne kadar da cicidir. Bu yanılsamalar ancak büyüme devam ettikçe sürer daha fazla değil. Para döndükçe insanların rahatı yerindedir ve harcamaya, borçlanmaya devam ederler. Sorun yoktur! Tüketiciler harcamaya devam eder; fabrikalar üretmeye devam eder; bankacılar borç vermeye devam ederler; savurganlar borç almaya devam ederler; spekülatörler spekülasyon yapmaya devam ederler; risk sermayedarı yatırıma ve aşırı yatırıma devam eder, ta ki çöküş anına kadar.

Boom bir kez başladı mı kendi kendini güçlendiren bir süreçtir: işler iyi giderken kendi kendini besler. Bir mouse tıklaması ile milyarlarca dolar kazanılabilirken, borsa patlama yaparken insanlar risk alırlar. Tüm hava bir çeşit bâtıl inanç yaratır (kumarbazlar her zaman bâtıl inançlıdır). Genel umursamazlık sözde entelijensiyayı bile etkiler. Geçenlerde Amerika’da, kendini beğenmiş ukalanın biri, gelecek nesil politikacı ve bankacılara nasıl risk alınacağını öğretmek için okul müfredatında değişiklik yapılmasını önerdi. Hep beraber risk alalım! Tehlikeli yaşayalım! Risk sermayesinden oluşan bir yatırım selinin “Yeni Ekonomi” şirketlerine akmasının aslında neredeyse hiçbir temeli yoktur. Bussiness Week şu yorumu yapıyor: “Bir iş planından fazla şeyi olmayan şirketler sadece hisselerini halka açarak usulsüz paralar topladılar. Genişlemenin başlangıcından bu yana 5000’den fazla şirket borsaya girmiş ve 300 milyar doların üzerinde para toplamıştır.” (BW, 14.02.2000)

Nasdaq Endeksi Mart 1991’de 500’ün altlarından Şubat 2000’de 4000’e roket gibi fırlamıştır. Aynı dönemde geleneksel borsayı temsil eden Dow Jones “sadece” %300 artmıştır. JP Morgan gibi “saygın” şirketler bile geride kalmıştır. Risk sermayesi tutkusu CIA’ye bile sirayet etmiştir! Bazı avukatlık şirketleri ücret yerine bu hisseleri kabul etmektedir. Fakat The Economist’in dediği gibi, bu risklerin çoğu “içine biraz «yeni ekonomi» çeşnisi katılmış parlak fikirlerden” ötesini içermemektedir. Bu yeni bir şey değil. 17. yüzyılda Hollanda’da yaşanan lale skandalından beri her yükselişte bir rol oynayan o aynı spekülatif sermayedir söz konusu olan. Tüm bunlar bir komplo gibi birleşerek piyasayı daha da yükseltir ve beri yandan da kötü bir düşüşün yolunu döşerler. Bu yılın başlarında Nasdaq Endeksinde görülen düşüşler, neyin yaklaştığını gösteriyordu. Ancak hisse senedi piyasası şimdilik tüm mantığa meydan okumayı sürdürmektedir. Mart krizinden sonra Nasdaq hisseleri %27 düşmüştür: oldukça sert bir düşüş. Fakat Business Week’e göre buna rağmen hisseler hâlâ en az %22 daha değerlidir. ABD’deki tüm hisselerin toplam değeri şu anda 17 trilyon dolar etmektedir. Japonya’da bu rakam “sadece” 4 trilyon dolardır. Bu zenginlik eğer üretim amaçlı kullanılsaydı dünyadaki tüm yoksulluk sorununu çözmeye fazlasıyla yeterdi.

Marttan önce bile Nasdaq hisselerinde müşkül bir durum olduğuna dair sinyaller vardı. Bu itibarla Amazon.com hisseleri Aralık 1999’da 106 dolar iken, 16 Ocakta 66 dolara düşmüştü. Amazon.com düştü, çünkü insanlar şirketin gelirinin sürekli artmasına rağmen kayıplarının artmaya devam ettiğinin farkına varmaya başladılar. Bu nasıl olabilirdi? Buradaki durum, zaten kalabalık olan bir pazarda sürekli fiyat kırmanın sonucu idi. Başka bir deyişle aşırı üretimin bir sonucu idi. Amazon her satışta para kaybediyordu. Durumu böyle olan tek onlar değil. Priceline.com Inc. ve E trade Group Inc. gibi diğer “yeni ekonomi” firmaları da aynı problemi yaşıyorlar. Bu e-şirketlerin ikna propagandası, insanın aklına Güney Denizi Balonu sırasında bir hissenin reklamını, “ne olduğunu sonra göreceksiniz” diye yapan şirketi getiriyor.

Kapitalizmin çılgın mantığına göre, hazin son gelip çatmadan önce hisselerin daha da yükselmesi mümkündür. Federal merkez bankasının tüketici-finans anketine göre hisseler 1998’de ABD’deki hane halkı gelirlerinin %54’üne ulaşıyordu. Oysa bu rakam 1989’da sadece %28 idi: 10 yılda hayret verici bir yükseliş. 1991’den beri 40 milyon yeni yatırımcı piyasaya aktı. 1998’de 80 milyon Amerikalı (yani tüm hane halkının yaklaşık yarısı) hisse sahibi idi.

Borsadaki yükseliş ile gerçek ekonomi arasında bir ilişki mevcuttur. Üstelik geçmişe göre daha yakın bir ilişkidir bu. Borsa yükselişleri, üretkenliği arttıran yeni yatırımlar için sermaye sağlarlar ve insanların gelirini arttırarak, ve dolayısıyla talebi ve kredileri de arttırarak piyasayı yükseltirler. Diğer taraftan artan üretkenlik borsadaki yükselişin yakıtını sağlayan kâr ve kâr payı beklentisini yaratır. Biri diğerini besler. Bunlar birbirinden koparılamazlar.

1990’ların ikinci yarısında sermaye harcamaları tahmincilerin öngörmüş olduğundan çok daha hızlı artarak yıllık %11’i buldu. Bu büyük ölçüde, o dönemde yatırım mallarının maliyetindeki düşmeyi yansıtıyordu. Bu arada internet ve diğer yeni teknolojiler nedeniyle, firmalar rakiplerinden geri kalmamak için, kısa dönemde getirisi olmasa bile, yatırım yapmak zorunda kalıyorlardı. Fakat bu da sonsuza kadar süremez. Kapitalistler için yatırımlarının er veya geç bir kazanç sağlaması gerekir. Eğer bu gerçekleşmezse yatırımcıların ilgisi kaybolur ve yatırım musluğu kapanır.

Sürecin Aşil topuğu burasıdır. Risk sermayesi diye adlandırılan sermaye genelde ekonomideki ve borsadaki dalgalanmalara karşı çok hassastır. Öyle ürkek bir hayvandır ki o, tehlike kokusunu aldığı anda uçup gider. Bu nedenle kriz hiç haber vermeden ortaya çıkabilir ve yıldırım hızıyla tüm sisteme yayılabilir. Mandel bunu şu şekilde yorumlamaktadır: “IPO piyasası, kargaşa doğduğunda neredeyse anında kapanır ve risk sermayesi fonlaması piyasayı tipik olarak aşağı yukarı bir yıl geriden takip eder.” Örneğin, risk sermayesi finansmanı 1987 çöküşünü takip eden yıllarda sert bir düşüş yaşadı. 1987 ilâ 1991 yılları arasında risk sermayesi %50 azaldı. Aynı dönemde yeni şirketler için ilk finansman %75 oranında azaldı. Yeni teknolojiye yatırılan sermayedeki bu esaslı azalmanın etkisi aşikârdır.

Zaman zaman, borsada krizler olabilse de bunların zorunlu olarak çöküşe dönüşmeyeceği savunulur. Genel olarak doğrudur bu. Borsa krizleri zorunlu olarak çöküşe dönüşmez. Bu birçok faktöre bağlıdır. Örneğin, 1920’de bir borsa krizi vardı ve hemen bir çöküşe dönüşmedi. Borsa krizini 1929 yılına kadar süren bir boom takip etti ve kriz 1929’da bir felakete dönüştü. Aynı şekilde, 1987’deki borsa krizi de doğrudan bir resesyona yol açmadı. Resesyon iki buçuk yıllık bir gecikmeyle geldi. Dolayısıyla borsa krizlerini bir toparlanmanın izlemesi teorik olarak mümkündür, ama ardından daha derin bir boom gelir. Bu olasılık bertaraf edilmiş değildir. Ama biriken çelişkiler farklı bir sonucu gündeme getirmektedir. “Düzeltme” bir kez başladı mı bunu kontrol edemeyebilirler. Bu çevrimin en çarpıcı özelliklerinden biri haline gelmiş olan borsa ile reel ekonomi arasındaki aşırı iç içe geçmişlik düşünüldüğünde, bir sektördeki ciddi bir dalgalanmanın nasıl olup da diğerinde en ciddi sonuçları yaratmayacağını anlamak zordur. Bu 1920’lerdeki duruma benzemektedir. Tasalandıkları şey budur. Tarihin tekerrür edebileceğini ve ettiğini bilmektedirler.

ABD pazarının sınırları

Tüm dünya bugün Amerika’ya bel bağlamaktadır. Dünya üretiminin beşte birinden fazlası orada yapılır. Gerçekte şu anda dünyanın geri kalanını sürükleyen Amerikan ekonomisidir. Son günlerde Avrupa ekonomisinde büyüme artmıştır, ancak ortalama olarak eşitsiz ve cansızdır. On yıllık bir gerilemeden sonra Japonya bugün yüzde 1,8’lik –ki Asya’nın dinamosu için hazin bir rakamdır– bir büyüme oranına ulaşmıştır. Ve böyle bir anda tüm yükün Amerika’nın omuzlarında olması sürdürülemeyecek bir durumdur. Amerikalılar bunun farkındadırlar ve Japonlara ekonomilerinde reflasyon[3] uygulamaları ve dünyanın geri kalanından ve özellikle Asya’dan daha fazla mal almaları için baskı yapmaktadırlar.

Japonlar pek adil olmayan bir biçimde basında çok eleştiriliyorlar. Japon kapitalistleri ellerinden geleni yapmış, Japon hükümeti de ekonomiye inanılmaz paralar harcamıştır. Peki sonuç ne olmuştur? Daha önce hiç borcu olmayan bir ülke olan Japonya, en azından kamu borçları açısından bugün yeryüzündeki en borçlu ülkedir. Japonya’da kamu borçlarının gayri safi milli hasılaya oranı İtalya’dan daha fazladır. Bu da sürdürülebilir bir durum değildir. Ayağa kalkacağı ümidiyle ekonomiye kürek kürek kamu parası savurmaya devam edemezler, üstelik ortaya çıkan büyüme, gördüğümüz gibi, her halükârda çok düşük olmuştur. Dolayısıyla her şey Amerikan pazarının kaderine bağlı olmaktadır.

Daha önce söz ettiğimiz gibi, bir sektöre –enformasyon teknolojilerine– devâsa yatırımlar yapılmıştır. Ancak istatistiklere bakılırsa Amerikan pazarı çoktan sınıra dayanmış olması gerek. Amerikan pazarındaki büyümenin motor gücü nedir? ABD’de gerçek GSMH’nin üçte ikisi ve son iki yılda GSMH’deki büyümenin neredeyse tümü tüketime dayanır. Daha önce belirttiğimiz gibi bu borsadaki boom’la ilgilidir. Bu olgunun bir sebebi, gittikçe artan sayıda şirketin çalışanlarına ücretlerini kâr payı olarak ödemesidir. Böylece hisselerdeki herhangi bir değer düşüşü zorunlu olarak tüketim ve krediler üzerinde ciddi bir etki yaratacaktır.

Amerika’da pazarı ayakta tutan nedir? Temel faktör, özel ve tüzel kredilerin, yani borcun, eşi görülmemiş büyümesidir. Amerika bugün özel borçlar açısından yeryüzündeki en borçlu ülkedir. Japonya en büyük kamu borcuna sahip olmasına rağmen, Amerika’daki özel ve tüzel borçlar hem baş döndürücüdür hem de sürdürülemezdir. Eldeki varlıkların değer kazanmasına binaen alınan borçların getirdiği sorunlar iyi bilinir: borcun değeri sabit kalırken hisse ve mülk gibi varlıkların değeri sabit kalmaz. Ayrıca, bildiğimiz gibi, yükselen her şeyin sonunda aşağı inmesi gerekir.

Japon kamu borcu, daha önce belirttiğimiz gibi, Amerika’nınkinden daha kötüdür. Japonya’nın 1990’daki toplam kamu borcu Gayri Safi Milli Hasılanın yüzde 69’uydu, bugün yüzde 128’idir. Bu baş döndürücü bir rakamdır. Ama aslında bu rakam bile durumun ciddiyetini layıkıyla göstermemektedir, çünkü gelecekte ödenmesi gereken yerel yönetim borçları ve emekli aylıkları gibi şeyler buna dahil edilmemiştir. Bazı ekonomistlere göre, bu kalemler de dahil edilirse gerçek borcun miktarı GSMH’nin yüzde 250’si dolaylarında olacaktır. Bunun anlamı borcun kontrolden çıktığıdır. Japonya’nın durumu idare etmesinin tek sebebi, onun aynı zamanda dünyanın en büyük kreditör ülkesi olmasıdır. Japonya’nın yurtdışında çok miktarda parası bulunmaktadır ve böylece Japonlar gerektiğinde yurtdışı alacaklarını yardıma çağırarak bu işten yakalarını kurtarabilirler. Böyle bir hareketin dünya para piyasası üzerindeki etkisi ise başka bir sorundur.

ABD’nin durumu çok farklıdır. Amerika’daki özel borçlar (yani şirketlerin ve tüketicilerin toplam borcu) bugün GSMH’nin yüzde 132’si düzeyindedir. Marx Kapital’de kredinin rolünü açıklamaktadır. Kredi, kapitalistlerin pazarı doğal sınırlarının ötesinde genişletebilmesinin aracıdır. Borç altına giren herkes için –ki bugünlerde çoğu kişi için geçerlidir– bu gayet açıktır. Kredi kartı endüstrisi son yıllarda patlamıştır. Bu küçük plastik parçalarıyla paraya ihtiyaç duymaksızın araba, televizyon, hatta ev satın alınabilmektedir. Tabii burada küçük bir sorun vardır. Bu kredi faiziyle birlikte geri ödenecektir: “Ama Amerika’nın son zamanlardaki borçlanmasının ağırlığı, umut vaat eden ve sonsuz bir büyüme, düşük faiz oranları ve yükselen hisse fiyatları varsayımına dayandığı ölçüde, birçok borçlu ve alacaklının er ya da geç sert bir şoka girmesi muhtemeldir.” (The Economist, 22.01.2000)

Amerika’daki borçların gelişimine bakarsak durumun ciddiyeti hemen görülür. Amerika’da toplam hane halkı borcu 1992’de (yani bugünkü çevrimin başlangıcı) kişisel gelirin yüzde 85’i iken 1999’da yüzde 103’üne çıkmıştır. Bu borçlanmada baş döndürücü bir artış anlamına gelmektedir. Üstelik borç seviyelerini arttıran sadece hane halkı değildir. Aynı şey şirketler için de geçerlidir. 1999 Eylülünden önceki bir yıl içinde mali olmayan şirketlerin toplam borçları yüzde 12 yükseldi: 1980’lerin ortasından beri en hızlı yükseliş. Parayı ne için kullandılar? Kısmen yüksek teknoloji yatırımlarını finanse etmek için, doğru. Ancak borç alınan paranın çok büyük bir oranı kendi hisselerinin geri satın alımını finanse etmek içindi. Örneğin son iki yıl içinde mali olmayan yüksek teknoloji şirketleri net 460 milyar dolarlık pay senedini tedavülden çekerken, borçlarını 900 milyar dolar yükselttiler. Başka bir deyişle, paranın yarıdan fazlası hisselerinin geri alımı amacına dönüktü.

Cari faiz oranlarının birçok ülkede düşük olduğu doğrudur. İnsanların çok fazla harcamasının sebebi kısmen budur: bu aslında bir harcama boomudur. ABD’de insanların çok fazla harcama yapmasının temel sebebi, insanlara hiç bitmeyen yeni bir alım gücü kaynağı sağlıyormuş gibi görünen borsa boom’udur. Borsada, eşdeğer miktarda bir servetle beraber, tarihsel olarak eşi görülmemiş bir artış olmuştur. Bunun nicel ifadesi olmak üzere, Amerikan hane halkı gelirinin yüzde 54’ü bugün borsadan gelmektedir. Ancak bu olgunun başka bir yönü vardır. Eğer borsada bir düşüş olsa ya da sadece yükselmesinde bir duraklama olsa, bunun piyasa üzerindeki etkisi ani ve şiddetli olacaktır. Faiz oranları kaçınılmaz olarak artacak ve borçlular üzerinde ağır bir baskı olacaktır. Daha yüksek faiz oranları ve eldeki varlıkların fiyatında bir düşüş, zorunlu olarak tüketimi ve talebi etkileyecektir, bu da bir yavaşlamaya yol açacaktır. İşin içine girmiş insan sayısı ve boom sırasında yaratılmış muazzam beklentiler düşünüldüğünde, psikolojik ve politik etkiler muazzam olacaktır.

Bu emsalsiz kredi genişlemesi sayesinde, bu insanların sistemin sınırlarının çok ötesine geçmiş oldukları gayet açıktır. Bunun esrarengiz bir tarafı yoktur. Eğer krediyi arttırırsanız, şüphesiz pazarı da büyütürsünüz. Daha önce belirttiğimiz gibi, sorun bu kredilerin geri ödenmek zorunda oluşudur ve bu husus ciddi ekonomistler arasında ciddi endişelere sebep olmaktadır. Pazarın doğal sınırlarının ötesine ne kadar geçerlerse, süreç ani bir duraklamaya girdiğinde, kredilerde hızlı bir daralma –ve böylece talepte de buna tekabül eden bir daralma– riski o kadar büyük olur. Sözde sert bir iniş olasılığı durumun doğasında vardır. Daha da kötüsü, kontrolsüz ve kendi kendini besleyen bir inişe yol açarak, sebebin sonuca, sonucun da sebebe dönüştüğü aşağı doğru inen bir spiralin içine girebiliriz. O zaman, son on yıldır Japonya’nın yaşadığına benzer uzun süreli bir depresyon sahnede boy gösterecektir.

Japonya örneği öğreticidir. Amerika’da yaşanan şey tastamam 1980’lerde Japonya’da yaşanan şeydir. Bu tehlikeli bir durumdur ve ciddi burjuvalar bundan endişe duymaktadırlar. Japonya 1980’lerden önce dünyanın en güçlü ekonomilerinden biri ve dünya ekonomisinin ana lokomotiflerinden biriydi. Ekonomi patlıyor ve Japon kapitalistler çok para kazanıyordu. Borsa gittikçe yükseliyor, borsa fiyatları artıyordu. Ve tıpkı bugün ABD’de olduğu gibi krediler genişliyordu. Daha sonra kazanın dibi patladı. Japonya hâlâ şoktan kurtulmuş değil. Neden? Çünkü 1980’lerdeki boom sırasında Japonlar sürekli borca girmişlerdi.

1985’de Japon hane halkı borç seviyesi net gelirin yüzde 89’u idi. 1989’la birlikte bu rakam yüzde 112’ye yükseldi. Bu rakam bugünkü Amerikan rakamlarından çok uzak değildir. Şüphesiz Japon ekonomisi yoluna devam ettiği sürece her şey güzeldi. Aynı dönemde (1985-1989) Japonya’da net hane halkı serveti, borsa ve hisse fiyatlarının çok yükselmesinin bir sonucu olarak, net gelirin beş katından 8,5 katına yükseldi. Şirketlerin net serveti de GSMH’ye nazaran hızla arttı. Bu yüzden kimse bu kredilerin sağlam olup olmadığı hakkında fazla soru sormaya yanaşmadı. Ama zaten tarihteki her balonda aynı durum söz konusu değil midir?

Boom’dan çöküşe

Şu anda Amerika hâlâ dalganın tepesinde duruyor. Yine de en deneyimli gözlemciler endişeliler. Görmüş olduğumuz gibi, bir boom’un en yüksek noktasında görmeyi bekleyeceğimiz tüm geleneksel “fazla ısınma” belirtileri bir bir sahneye çıkıyorlar. Emek ve ürün pazarları daralmış durumda. Üretkenlikteki artış yavaşlayıp yatırımlar azalmaya başladığı için, şirketler, fiyatları arttırmaksızın ücret artışlarını telâfi edemeyeceklerdir. Üstelik yeniliklerin yavaşlaması da daha önce metaların ucuzlamasından kazanılan avantajların sona ermesi  anlamına gelecektir. Dolayısıyla yeni teknolojinin maliyetindeki düşüş önceki duruma göre daha az etkili olacaktır.

Bir çöküşün kaçınılmazlığından sıkça bahsettik, ama belki de bunu ortaya çıkaran mekanizmaların üzerinde yeterince durmadık. ABD’deki boom’un sona erme ihtimali nedir? Şüphesiz çeşitli muhtemel senaryolar var. Her bir değişkeni önceden tahmin etmek mümkün değil. Ancak bu gerekli de değil. Temel süreçleri (Marx tarafından Kapital’de, özellikle üçüncü ciltte açıklanmış olan) anlamak yeterlidir. Şu anki temel kaygı “fazla ısınma” kaygısıdır. Bunun anlamı nedir? Bunun anlamı, mevcut büyüme oranının sürdürülemeyeceği ve her türden enflasyonist baskılara yol açtığıdır: özellikle talebin artması ve işçi sıkıntısının ortaya çıkması, fiyatlarda ve ücretlerde yukarıya doğru bir baskı yaratır. Bu sırasıyla kâr payları üzerinde baskı yapar ve faiz oranlarında yükselme hayaletini uyandırır. Bu senaryonun tam da çöküşten hemen önce, boom’un doruğunda beklenilecek şey olduğunu eklemeliyiz.

Amerikan ekonomisi bir boom’un tepe noktasına özgü belirtilerin çoğunu sergiliyor. Büyüme yüzde 5’i geçmiştir –sürdürülebilir olduğu düşünülen oranın hayli üstünde– ve işsizlik rekor düzeyde düşmüş, işçi sıkıntısı doğmuştur. Meta fiyatları –özellikle de petrol– yükselmeye başlamıştır ve ücretler de kaçınılmaz olarak bunu takip edecektir. Bu unsurlar geleneksel olarak “fazla ısınma”yla alâkalıdır: “Tanglewood Cliffs (NJ) merkezli bir danışmanlık firması olan World Steel Dynamics’in yönetici partneri Peter Marcuse, dünyadaki tüm fabrikaların tam kapasiteye yakın düzeyde çalışmasıyla birlikte «bir çelik sıkıntısı olacağını tahmin ediyoruz» diyor. Marcuse, sıcak haddelenmiş çelik fiyatlarının bu yılın sonlarına doğru yüzde 50 yükselebileceğini öngörüyor.” (Business Week, 31.01.2000).

Bazıları 2002’ye doğru Avrupa’da kalifiye işçi talebinin arzın üstüne çıkacağını tahmin ediyor. Dolayısıyla ücretlerde bir yükseliş ve kâr oranlarında bir düşüş olması kaçınılmazdır. Yükselen petrol fiyatları, boom’un kendi sınırlarına ulaştığının en çarpıcı belirtisidir. Zeki gözlemciler bunu açıkça anlamışlardır. Business Week 31 Ocakta şöyle yazıyordu: “Yeni ekonomi global olmaktan alıkonulabilir miydi? Avrupa, ABD ve Asya’daki eşzamanlı hızlı genişleme, dünya ürün piyasalarındaki fiyatları yukarı çekebilirdi.”

Çevrimin bu noktasında Merkez Bankası, talebi ve enflasyonu bastırmak için faiz oranlarını yükselterek, zaten frene basacaktı. Ancak bu olmamıştır. Oranlar o kadar yavaş artmıştır ki, yükselişler ya çok az fark yaratmıştır ya da hiç yaratmamıştır. Borsa fırlamaya devam etmiştir. Ama uyarı sinyalleri ortadadır.

Risk sermayesi 2000’in ilk yarısında yeni teknolojiye hâlâ büyük paralar akıtıyordu; bu kaynaktan araştırma ve geliştirmeye (Ar-Ge) yaklaşık 100 milyar dolar –toplamın yaklaşık yüzde 40’ı– yatırıldı. Ama artık deniz bitiyor. Mandel “hiçbir geçmiş kaydı ve teminatı olmayan bir yeni işe para vermenin riskleri çok yüksek, başarı şansı ise çok düşüktür” diyor.

Bu yıla kadar borsada, özellikle de yüksek teknoloji hisselerini etkileyen birtakım sert düşüşler olmuştu. Yüksek teknoloji boom’unu şimdiye kadar sürükleyen, risk sermayesinin kolay ve bolca temin edilebilir olması idi. Parlak bir fikre ve zengin olma tutkusuna sahip hemen herkes, işe başlamak için gereken sermayeye derhal ulaşabilirdi. Spekülatif hararet, Güney Denizi Balonu türünden dönemleri hatırlatıyor. O dönem herkes parasını görünüşte kârlı olan, ama yazıldığı kâğıtlar kadar değeri olmadığı anlaşılan tasarılara yatırmıştı. Boom’un sıcağında hiç kimse ayrıntılara çok yakından bakmaz. Herkes harekete katılmak, geride kalmamak ister.

Bu bizi hemen köşe başında bir çöküşün beklediği anlamına mı geliyor? Kesin bir cevap vermek henüz mümkün değildir. Amerikan ekonomisi büyük kaynakları olan muazzam bir ekonomidir. Bu sayede o, daha önce gördüğümüz gibi, tüm tersliklere rağmen büyümeye devam edebilmekte ve Asya’daki çöküş ve borsalardaki panik gibi sorunlara omuz silkebilmektedir. Aslında bunlar, paradoksal bir şekilde enflasyonist baskıları aşağı çekerek ve borsanın gazını kısmen alarak boom’un uzamasına yardımcı olmuş olabilir.

Belki şu an için ufukta yatırımlarda böyle bir çöküş görünmüyor (dünya ekonomisi için büyük bir şok hariç). Mevcut boom gücünü hâlâ koruyor. Fakat er ya da geç pazar doyum noktasına ulaştığında ve sermaye kazançları azalmaya başladığında, yatırımcılar bu sermayeyi ucuza elden çıkarmaya başlayacaklar ve böylece sermayenin değeri de düşmeye başlayacak. Üretken yatırım –ekonominin hayat damarı– suyunu çekecek. O noktada çöküşe girmiş olacağız.

Avrupa ve Amerika

Burjuva ekonomistlerin küreselleşme hakkında bu kadar yaygara koparmaları tesadüf değildir. Dünya ticaretindeki eşi görülmemiş büyüme bugünkü boom’u sürükleyen ana faktörlerden biri olmuştur. Ancak küreselleşme temel çelişkileri ortadan kaldırmamıştır, sadece onları yeniden daha muazzam bir ölçekte üretmiştir. Çelişkiler Amerika ve Avrupa arasında giderek büyüyen düşmanlıkta kendisini açığa vuruyor. Avrupa, Amerikan pazarının genişlemesi ve euro’nun zayıflığından güç alarak, boom’a ancak son iki yılda dahil oldu. Ama öte yandan bu zayıflığın olumsuz sonuçları da bulunmaktadır ve bundan kaçmak mümkün değildir. Zayıf para yükselen enflasyon demektir; bu da ekonomik toparlanmayı tehlikeye atarak Avrupa’yı faiz oranlarını yükseltmeye zorlar. Öte yandan Amerika’yla alabildiğine genişleyen ticaret açığı, ABD ve Avrupa arasında WTO’nun çözmekte aciz kaldığı gerilimleri de arttırmaktadır.

ABD’deki boom her tür çarpıklığı üretiyor. Amerika büyük miktarda ithalat yapmaktadır. Bu Amerika’nın dünyanın geri kalanıyla ticari çatışmalarını da şiddetlendiriyor. Seattle’daki görüşmeler göstericiler yüzünden değil, aksine kaçınılmaz olarak derinleşecek olan Amerika ile Avrupa ve Amerika ile Japonya arasındaki temel çelişkiler yüzünden kesilmiştir. Bu aynı zamanda ciddi bir cari hesap açığı anlamına da gelmektedir. ABD’nin dünyanın geri kalanıyla arasındaki cari açık, GSMH’sinin yüzde 4’üne eşittir. Bu on yıl böyle devam etse, ABD’nin dış borcu GSMH’nin yüzde 50’sini geçer. Bu sonsuza kadar devam edemeyecek baş döndürücü bir rakamdır. Üstelik tek çelişki bu değildir, daha pek çok dengesizlik söz konusudur.

Amerika’daki olağanüstü özel borç düzeyine daha önce işaret etmiştik. Ancak bunun başka bir yönü daha bulunuyor. Şu anda ABD, yabancıların büyük miktarlarda dolar cinsinden varlık tutma isteğine tâbidir. ABD dünyanın geri kalanına rehindir! Günümüzde Amerika’nın toplam borcu 1,5 trilyon dolardan ya da GSMH’nin yüzde 20’sinden daha az değildir. Bu dolarlar yabancıların elindedir. Tüm bunlar yerçekimi yasalarına meydan okumaktadır! Parayla uğraşanlar normalde varlıklarını, böylesine büyük düzeylerde özel borcu veya böylesine muazzam cari hesap açığı olan bir ülkenin parasında tutmazlar. Normalde para böyle bir ekonomiden kaçar. Yabancı kapitalistlerin ellerinde dolar tutmalarının tek nedeni, ABD’nin dünya ekonomisindeki istisnai konumu, büyüklüğü ve gücüdür. Bu aynı zamanda spekülasyon ekonomisinin bir yansımasıdır. Uluslararası para piyasaları bile kendilerini baştan çıkarıcı kolay kazanç olasılıklarına geçici olarak kaptırıyorlar. Bunlar Borsa furyasına da katkıda bulunuyorlar. Ama bu durumu sürdürmek mümkün değildir: Amerika’ya akmış olan milyarlar belirli bir aşamada tekrar dışarıya çıkacaktır. Bugün dünya döviz piyasalarını sarsan ve euro’nun değerini düşüren doların baş döndürücü hızı tersine dönecektir. Bu durum, balonun boom’a bir son vererek patlamasıyla, Merkez Bankasına faiz oranlarını yükseltme yönünde baskı yapacaktır.

Şüphesiz faiz oranları bir boom’un çökmesinin tek başına nedeni değildir. Bu yalnızca optik bir yanılsamadır. Faiz oranlarının yükselmesi, sadece çevrimin kendi yolunda ilerlemeye devam ettiği ve sınırlarına çok yaklaştığı gerçeğinin son ifadesidir. Şimdiye kadar söz edilen bir dizi olgunun son ürünüdür. Bugün Bay Greenspan Amerika’da faiz oranını esaslı şekilde arttırmamaya kararlı görünüyor. Bununla birlikte olaylar onu bunu yapmaya zorlayacaktır. Elinde dolar bulunduran yabancılar bir kez satışa geçtiklerinde dolarlardan kurtulmak için bir panik olacaktır. Bu gerçekleştiğinde Greenspan doların değerinde sert bir düşüşü önlemek için faiz oranlarını yükseltmek zorunda kalacaktır.

Birleşik Devletler’de boom’un sona ermesinin, dünya ölçeğinde çok ciddi yansımaları olacaktır. Aslında aynı zaaflı bünye dünya ekonomisini bir bütün olarak etkilemektedir. Dünya çapındaki türev piyasaları ele alalım örneğin. Burada söz konusu olan tamamen, meta fiyatlarının ve paranın müstakbel hareketleri üzerine bahis oynamakla aynı anlama gelen spekülatif sermayedir. 1992’nin sonunda bu piyasa 25 trilyon dolar değerindeydi. Ama 1999 yazına doğru 92 trilyon dolara ulaştı: inanılmaz miktarda bir para. On yıldan daha kısa bir süre içinde üç kat artış. Boom’un sona ermesi kaçınılmaz olarak dünya para piyasalarında genel bir krize neden olacaktır. Bu muazzam fiktif sermaye er ya da geç sızdırılmak zorunda kalınacaktır. Üstelik spekülatif fonların bir ülkeden diğerine kontrolsüz hareketi krize son derece sarsıntılı bir nitelik kazandıracaktır. Tek başına bu, krize dünya ölçeğinde başka bir boyut ekleyecektir. “Liberalleşme”nin ve “küreselleşme”nin faturası o zaman ödenmek zorunda kalınacaktır.

Asya krizi bize neler olacağına dair bir fikir vermiş bulunuyor. Büyük bankalar ve çokuluslu şirketler (“spekülatörler”) farklı dövizleri alıp satarak milyarlar kazanma fırsatını elde edecekler. Sadece bu sefer hedefleri won, ruble ya da bhat değil, dolar, pound ve mark olacaktır. Bu uluslararası mali piyasalara ve tüm dünya ticaret sistemine ağır bir yük getirecektir. Bu koşullar altında, 1930’larda olduğu gibi ABD, Avrupa ve Japonya’nın rekabete dayanan devalüasyonlar yarışına girecekleri hesaba katılmalıdır. Böyle bir gelişme dünya ticaretinin tüm temelini –savaş sonrası ekonomik yükselişin üzerinde oluştuğu gerçek temeli– tehdit eder. Sermayenin stratejistlerini en çok korkutan senaryo budur.

“Yumuşak bir iniş” mi?

Resesyon kaçınılmazdır. Yeni Ekonominin en inatçı taraftarları hariç herkes artık bunu kabul ediyor. Ama tartışma başka bir konuya kaymıştır: çöküşün muhtemel şiddeti. Bu bir ölçüde semantik (anlamsal) bir tartışmadır: çöküş mü yoksa sadece bir resesyon mu? Fark nedir? Shakespeare bir zamanlar şöyle demişti: “Gül başka bir isimle de aynı güzellikte kokacaktır.” Aslında çöküşle resesyon arasında hiçbir fark yoktur. Bu bir tarihsel kullanım sorunudur. Birinci Dünya Savaşından önce ekonomistler çöküş ya da resesyondan değil paniklerden bahsederlerdi. Yaklaşık her on yılda bir panik olurdu. Bu tamamen semantik bir tartışmadır. Daha sonra, böyle heyecan uyandırıcı terimlerin insanları sadece telâşlandıracağını düşünerek paniklerden bahsetmenin pek uygun olmadığına hükmettiler. Bu yüzden onu çöküş terimiyle değiştirdiler. Bu sözcüğün panikten daha makul olacağı düşünüldü. Sonra 1929’da yaşanan çöküşün ardından, artık herkes çöküş sözcüğünün de uygunsuz olduğunu düşünmeye başladı. Sonuçta İkinci Dünya Savaşından sonra bunu da değiştirdiler.

1945’den sonra resesyondan bahsetmeye başladılar. Son günlerde fikirlerini tekrar değiştirdiler: artık bu bir panik veya çöküş değildir,  depresyon ve hatta resesyon bile değildir. Bir düzeltmedir! Kuşkusuz bu en hasından bir zırvadır. Semantik bir tarafa, aynı şeyden, yani Marx’ın Kapital’de tarif ettiği aynı eski boom ve bunalım çevriminden bahsediyoruz. Gerisi sadece laf ve kılı kırk yarmadır. Burada söz konusu olan şey, ele alınan tüm nedenlerle çok sık meydana gelen ticari çevrimdir, yani kapitalizmin normal çevrimidir. Çöküşün derinliği ve kesin süresi önceden tespit edilemez. Bu değişebilir ve değişir de. Şimdilik burjuva ekonomistler “yumuşak bir iniş” umuyorlar ve bunun için dua ediyorlar, bildiğimiz gibi “insanın bağrında umut hiç bitmez.” Ama çok umut edilen yumuşak inişin geçekleşeceğine dair hiçbir garanti yoktur. Tam tersine. Son derece sert bir inişin tüm faktörleri mevcuttur. Ekonomik basının başyazılarını giderek daha fazla istilâ eden endişeli tonun sebebi budur.

İngiltere Bankası yöneticisi Eddie George daha Şubat ayında dünya ekonomisine yönelik tehdit konusunda uyarıda bulunuyor ve mali sektörü yakındaki büyük mali krize hazırlanmaları için sıkıştırıyordu. City of London’ın yıllık resmi yemeğinde yaptığı konuşmada, Britanya ve ABD’nin “iç talepteki katlanılamaz büyümeyle birlikte tam kapasiteye yakın çalıştığını” söylüyor, bankalar ve diğer mali kuruluşlar kendilerini hazırlamazlarsa mali piyasaların “sınırı aşabileceği” konusunda da uyarıyordu: “yakında fırtına koptuğu zaman –bir noktada şüphesiz olacaktır– yine kendimizi işleri ayaküstü yoluna koyma durumunda bulacağız”.

“George ABD’ye akan sermaye hisse fiyatlarını yukarıya çekerek tüketici talebine gaz verirken ve Japonya’ya akan sermaye yen’i yükseltip ekonomik toparlanmayı riske sokarken, Avrupa dışına akan sermayenin euro’yu zayıflattığını ve enflasyona sebep olduğunu söyledi.”

Her şeyin kontrol altında olması işte bu kadardır! Peki dünya ekonomisinin “yumuşak iniş” beklentisi? Bay George bu noktada pek fazla iyimser görünmüyor: “George’a göre bu akışların tedrici biçimde durması mümkünken, “daha ani bir ayarlama, başka deyişle bir çöküş,” görebiliriz.” (Financial Times, 15.02.2000, vurgular bizim.)

Bu yılın başlarında borsada meydana gelen ani düşüşler, mevcut durumun istikrarsız doğasını gözler önüne serdi. Bu, yatırımcıların “yeni ekonomi” hisselerine ilişkin ürkekliğini göstermektedir. Bu ürkeklik şimdi bizzat burjuvazinin en uzak görüşlü temsilcilerine geçmeye başlıyor.

Önümüzdeki resesyonun derin bir çöküşe dönüşme ihtimali nedir? Mandel bu soruya koşullu bir yanıt vererek, bunun parasal kurumların nasıl tepki vereceğine bağlı olacağını söylüyor: “Eğer Merkez Bankası, teknoloji sektöründe gelişen aşağı gidişe cevaben saldırgan bir şekilde faiz oranlarını indirirse, o zaman bu nispeten daha yumuşak huylu ve kısa olabilir. Ancak eğer politikaları belirleyenler boş şeylerle vakit geçirir ve düşen mal fiyatlarının ve teknoloji sektöründe yavaşlayan talebin etkilerini yok etmekte hızlı davranmazlarsa, o zaman aşağı gidiş daha derin ve daha belâlı bir şeye, bir internet depresyonuna dönüşebilir. Böyle bir depresyon teknoloji sektöründe başlar ve bütün ekonomiyi harap eder. Ve hükümetin güvenlik ağları, 1930’ların Büyük Depresyonunu karakterize eden %25’lik işsizlik oranının ve kapanmış fabrikaların önüne geçse de durum yine de çok sevimsiz olabilir.” (age)

Fakat Mandel, yetkililerin böyle davranacaklarına hiç güvenmiyor: “Maalesef kötü politika hatası ihtimali rahat olunamayacak kadar yüksek.”

Ve devam ediyor: “Ama bu iyimser sonuç, politikaları belirleyenlerin teknoloji çevriminin düşüşe geçtiğini fark edebileceklerini ve nasıl tepki verileceğine dair doğru sonuçlar çıkarabileceklerini varsayar. Aslında politik hataların, ekonominin oynak zemine kaydığı ve eski kuralların işlemediği durumlarda gerçekleşmesi daha muhtemeldir.”

Kapitalistlerin “tarihten ders aldıkları” argümanı elbette sık sık ileri sürülür. Hegel, tarih okuyan birinin çıkarabileceği tek sonucun, kimsenin tarihten ders almadığı olduğunu belirterek bu argümanı evvelce cevaplamıştı. Her iktisadi çevrimde aynı hataları sürekli tekrarlayan kapitalistler, bankacılar ve bunların hükümetleri için bu kesinlikle doğrudur. Ne son resesyonu ne de şu anki boom’u tahmin edebildiler, dolayısıyla onların (en azından büyük bir kısmının) şimdiki boom’un sonsuza kadar süreceğini düşünmeleri hiç de şaşırtıcı değil.

1920’lerde de “tüm dersleri aldıklarını” düşünüyorlardı. Bu arada o dönem de, tıpkı bugünkü gibi, yeni bir teknolojinin (motorlu arabalar, uçaklar vb.) hayat verdiği hararetli bir ekonomik genişleme dönemiydi. Bu da muazzam kârlar yaratan bir borsa boom’una yol açmıştı. Ve enflasyon yoktu. O sıralar, bir çöküş olmayacağını iddia ettiler, çünkü artık “ticari çevrimleri yönetmek” amacıyla Merkez Bankası Yönetim Kurulunu (1913’te kuruldu) kurmuşlardı. (Her zaman “ticari çevrimleri yönetmeye” çalışırlar, ama şimdiye kadar bunu asla başaramadılar.) Bu yanılsama 1929’da paramparça oldu. Elbette tüm tarihi analojilerin kusurları vardır. Bir sonraki çöküşün 1929 boyutlarında olacağı ya da olmayacağı hakkında bir şey söylemek imkânsızdır. Ancak şu anda Amerika’da yaşanan balonla 1920’lerdeki durum arasında yapılan karşılaştırmalar hayli şaşırtıcı. Berkeley Üniversitesinden ekonomist Barry Eichengreen şunları söylüyor: “Büyük paralellikler var, ve tüm bunlar beni endişelendiriyor. Eğer tarihin tekerrür ettiğine inanıyorsanız, borsanın başını çektiği bir düşüş için gerekli her şey mevcuttur.” Bu uyarılar hiç de münferit değil.

Krizlerin tüm tarihi, kritik anlarda merkez bankalarının ancak nadiren doğru şeyi yaptıklarını göstermektedir. Sadece 1930’ların deneyiminden söz etmiyoruz. Japonya Bankası öyle bir davrandı ki, 1990-91 borsa düşüşünü neredeyse on yıldır devam eden bir depresyona dönüştürmeyi başardı. Daha yakın zamanda IMF’den gelen faiz oranlarını yükseltme baskısı, 1997 Asya krizini iyice ağırlaştırdı. Tüm bu olaylarda bankacılar durumun gerçek niteliğinin farkına varmada başarısız oldular. Alan Greenspan’in dünyayı “yeni ekonomi” gözlükleri ile görmesi, onun gelecek çöküşü daha iyi anlayacağını göstermez. Pek muhtemelen bunu geniş çaplı bir hareket gerektirmeyen küçük bir “düzeltme” olarak görecektir. Mandel’in doğru bir şekilde işaret ettiği gibi:

“Bugün size derin bir resesyon için endişelenmemenizi söyleyen ekonomistlerin, tıpkı 1997 Asya krizi gibi, teknolojinin lokomotiflik yaptığı 1990’ların boom’unu da tahmin edemeyenlerle aynı kişiler olması dikkate değerdir. Hatta tahminciler, kriz başladıktan sonra bile krizin ne kadar kötü olacağını fena halde küçümsediler.”

Bu nedenle Merkez Bankasının resesyona tepki olarak faiz oranlarını düşürüp düşürmeyeceği çok tartışmalı bir konudur. Bu birçok yüzeysel gözlemcinin düşündüğü gibi tümüyle öznel bir sorun değildir. Para otoritelerinin davranışı da nesnel durumdan kaynaklanır. Çöküş bir kez başladığında, kilit kararları büyük ölçüde Greenspan almayacaktır. Bu kararlar onun adına ünlü “piyasa güçleri” tarafından alınacaktır. Çöküşten kaçınmanın anahtarının bireylerin elinde olduğuna inananlar bu küçük detayı gözden kaçırıyorlar. Ekonomiye böyle öznel bir bakış tarihi deneyimlere uymamaktadır. Aslında belirleyici durumlarda merkez bankalarının dünya ekonomisinin akıbetini etkileme yeteneği en iyi zamanlarda bile sınırlıdır. Örneğin faiz oranlarının düzeyi kaprislerle değil, nesnel ekonomik faktörlere göre belirlenir.

Amerika’da bir çöküş kaçınılmaz olarak doların değerinde de bir düşüşü beraberinde getirir. Merkez Bankası bu yüzden sadece faiz oranlarını düşürmek için değil, aynı zamanda onu arttırmak için de büyük bir baskı altına girer. Merkez Bankası bu basıncı gözardı edecek ve ders kitaplarında yazdığı gibi çöküş boyunca talebi arttırmak için basitçe faiz oranlarını mı düşürecektir? Bunun üzerine bahse girmek doğrusu cesaret ister! Bankacıların doğal içgüdüleri, daha çok onların “sürdürülebilir seviye” diye gördükleri yere kadar üretimin düşmesine izin vermek olurdu. Enflasyon şeytanı ile mücadele etmek ve doları eski şaşaasına kavuşturmak için işsizlik acısına (işçi sınıfı için acı, onlar için değil!) katlanmak zorunluysa öyle olacaktır. Böyle bir yaklaşım kapitalist bakış açısıyla gayet mantıklıdır. Şayet dünya bu yüzden derin bir çöküşe sürüklenirse, işte o zaman durum gerçekten çok kötü olacaktır. Her şeye rağmen bu tür bir senaryo tümüyle mümkündür.

Peki Merkez Bankası krizde bunun tam tersini yapar ve faiz oranlarını düşürürse ne olur? Dolara olan güvenin zaten az olduğu bir durumda bu hareket dolardan euro gibi diğer para birimlerine daha fazla kaçışa neden olacaktır. O zaman ucuz mallarını dünyanın diğer yerlerine, özellikle de ürünleri rekabete dayanamayacak olan Avrupa’ya ihraç ederek çöküşten çıkması için Amerika’ya fırsat sağlanmış olur. Bu durumda Amerika ile Avrupa ve Amerika ile Japonya arasındaki gerilim bin kat artacaktır. Dünya ticaretinin bütün bünyesi inanılmaz bir basınç altına girecektir. Pratikte bu politika ABD’nin kendi işsizliğini Avrupa’ya ve Japonya’ya ihraç etmesi anlamına geldiğinden, onlar da buna bir rekabetçi devalüasyon politikasına başvurmak suretiyle direneceklerdir. Bu da WTO’nun temelini ölümcül bir şekilde oyacak ve dünya ekonomik düzeni için çok ciddi sonuçlar doğurarak küreselleşmeyi tersine çevirecektir. Dolayısıyla bu yolda da kalıcı bir çıkış yoktur.

Elbette çöküş er ya da geç sona erecektir ve bir sonraki krize kadar yeni bir denge noktası bulunacaktır. Kendiliğinden çöküş anlamında “kapitalizmin son krizi” diye bir şey yoktur. İşçi sınıfı kapitalizmi devirerek ona son vermedikçe kapitalistler her zaman bir çıkış bulacaklardır. Fakat sorun şudur: hangi yolla? 1914’te ve yine 1939’da çıkışı savaşta buldular. New World Disorder’da [Yeni Dünya Düzensizliği] açıkladığımız nedenlerden dolayı şimdi bu yol kapalıdır. Bu yüzden onlar için açık olan tek yol krizin yükünü kitlelerin –proletarya ve orta sınıfın– omuzlarına yıkmaktır.

Aşağı doğru spiral

“Düşüş başladığında” diye yazıyor Mandel, “1990’ların erdemli çevrimi tersine dönmeye başlayabilir. Yeni teknolojileri finanse etmek için daha çok fon yaratan yükselişteki bir hisse senedi piyasası yerine, düşüşteki bir piyasa, yeni iş başlangıçlarına ayrılan risk sermayesini azaltacaktır. Bu, borsayı daha da aşağı iterek, teknolojik yeniliklerin ve üretkenlik artışının daha da yavaşlamasına yol açacaktır. Yatırımlar düşecek, enflasyon yükselecektir, ve tabii işsizlik de.” (age)

ABD ekonomisinde sadece bir yavaşlama bile topun yuvarlanmaya başlaması için yeterlidir: “Eğer ekonomi yeterince yavaşlarsa bilgi teknolojisinin faydalarına hâlâ inanan şirketler bile kısıntı yapmaya zorlanır. Bu basit bir aritmetik sorunudur; şu anda teknoloji harcamaları yatırım harcamalarının %40’ını oluşturmaktadır, bu yüzden bunu muhafaza etmek zor olacaktır. Gerçekten de teknoloji, taşınmaz ekipman harcamalarının %30’unu temsil etmektedir. Kırpılacak başka hiçbir yer yoktur.” (age, vurgu bizim)

Bu noktaya çoktan ulaşıldığına dair belirtiler var. Yatırımcılar şimdiye kadar fazla kâr etmeyen –ya da gerçekte hiç kâr etmeyen!– yeni teknoloji hisselerini almaya pek hevesli değiller artık. Borsa birdenbire, özellikle “yeni ekonomi” hisselerini etkileyen bir endişe havasına sürüklendi. Bunun ifadesi “yeni ekonomi” hisselerinin işlem gördüğü Nasdaq borsasındaki çalkantılı hareketler oldu. Bu neler olacağına dair bir erken uyarıdır.

Şirketler teknoloji harcamalarını kestikleri an, ani bir çarpma etkisi olacaktır. Her şeyden önce, büyük önem taşıyan bilgisayar üretim sektörü, talebin düşmesi ve kâr marjlarının daralması ile ağır bir darbe alacaktır. İşsizliğin artması, talebi daha da azaltacaktır ve saire. Mandel’e göre: “İlk dalga bu yıl geldi, iş bulma firması Challenger, Gray ve Christmas’a göre dot-com’lar yaklaşık 17.000 işçiyi işten çıkardılar. Yeniliklerin hızı kesildikçe yeni ürünler ve şirketler için daha az insan gerekecek ve bu yüksek teknoloji firmalarında işçi kısıntısına neden olacaktır. Tensikatlar, sonunda telekomlardan yazılım üreticilerine, danışman firmalara kadar uzanacaktır.

“Özellikle en savunmasız olanlar, boom sırasında sayıları artan geçici işçilerden, bağımsız danışmanlardan, serbest yazarlardan, programcılardan ve kiralık web tasarımcılarından oluşan yüzer-gezer işgücü olacaktır. Bu tür geçici işçi firmalarına bağlı işçiler 1981’de tüm işlerin %0,6’sını oluştururken, 2000’in başlarında %2,7’sinden fazlasını oluşturuyordu. Ve bu sayı, BLS’ye göre, işgücünün en az bir %6’sını daha oluşturan bağımsız sözleşme yapanları ya da şirketler tarafından doğrudan kiralanan geçici işçileri kapsamamaktadır. Bu insanlar, büyüme yavaşladığında bu firmaların onlara çok daha az ihtiyaç duyacağını öğreneceklerdir.” (age)

Mandel ciddi bir krizin iki yıl kadar ertelenebileceğini düşünmektedir: “Eğer borsa 2000’in ilk döneminde yükselirse, ekonominin kesin bir çöküşe girmesi iki yıl ya da biraz daha fazla zaman alabilir.” (age)

Bu mümkündür, ama illa böyle olacaktır denemez. Şu an öyle bir istikrarsızlık mevcuttur ki, herhangi bir şok tüm çürük yapıyı bir anda çökertebilir. Tetikleme ekonomik alanın dışından da gelebilir. Örneğin Ortadoğu’da bir savaş ya da Filistin sorununda ciddi bir kötüleşme bile Batıya giden petrol akışını kesintiye uğratarak, varil fiyatlarının 40 dolar veya üstüne çıkmasına neden olabilir. Böyle bir şok 1970’lerdeki gibi dünya çapında bir krizin ateşleyicisi olabilir. Ama her halükârda çöküşün tam zamanlaması önemsizdir. Önemli olan Mandel’in böyle bir çöküşün kaçınılmaz olduğunu kabul etmesidir.

Perspektifler üzerine etkiler

Şu anda boom devam etmektedir ve ne kadar süreceğini tam olarak söylemek olanaksızdır. Bir iki yıl ya da daha fazla da sürebilir, çok daha kısa bir süre içinde çökebilir de. Bir şey söylemek olanaksız. Kesin olarak söylenebilecek şey şudur: boom’un devam etmesi sınıf mücadelesinin rafa kaldırıldığı anlamına gelmez. Tam aksine. Mevcut boom’un Britanya’da, Amerika’da ve özellikle de Fransa’da devam etme derecesine bağlı olarak, bu, sınıf mücadelesinin patlamalı bir gelişiminin koşullarını yaratacaktır. Gerçekten de sermayenin Stephen Roach gibi daha kavrayışlı stratejistleri, uzun süredir, ABD’deki işgücü sıkıntısının kaçınılmaz olarak onun “şiddetli işçi tepkisi” diye adlandırdığı durumu yaratacağını tahmin etmektedirler.

Sınai mücadele açısından, boom’un devam etmesi hâlen Amerika ve diğer ülkelerde yapay bir şekilde düşük tutulan ücretlerin arttırılması için mücadelenin yükseltilmesine yol açacaktır. Bu açıdan boom’un devam etmesi kötü bir şey değildir. Bu mücadelenin şiddetlenip genelleşmesi iyi bir şey olurdu. İşsizliğin tasfiyesi işçi sınıfını güçlendirir, onun kendine güvenini ve mücadele ruhunu arttır. Aslında Roach ve diğerlerinin uzun süredir tahmin ettikleri “şiddetli işçi tepkisi”nin gerçekleşmemiş olması şaşırtıcıdır. Pek çok ülkede grev eylemlerinin seviyesi çok düşüktür. Bunun en akla yakın açıklaması, son dönemin yüksek işsizlik düzeylerinin anılarıdır. İşçiler işlerine dört elle sarılmaktadırlar ve karşılığını yeterince alma koşuluyla geçici olarak her türlü yükü kabul etmeye hazırdırlar. Uzun çalışma saatlerini ve kötü koşulları isteksizce kabul etmektedirler. Fakat işçilerin sabrı sonsuz değildir ve sabrın sonuna geldiklerine dair işaretler bulunmaktadır.

Mevcut boom’un uzaması, sosyal ve siyasal etkileri nedeniyle elbette denklemde önemli bir bileşendir: bazı şeyler bundan kaynaklanır. Tarihteki her boom –hatta en kısa ve zayıf olanı bile– iktisadi çevrimin sona erdiği ve kapitalizmin sorunlarını çözdüğü yanılsamasını ortaya çıkarmıştır. Bu kuraldır. Şu anki boom da bundan farklı değildir. Bu nedenle mevcut durumu burjuva propagandası temelinde algılamak yanlıştır. Boom’un bizim tahmin ettiğimizden daha uzun sürdüğü muhakkaktır. Şüphesiz bunun tüm sınıfların psikolojisi üzerinde  bazı sonuçları vardır.

Egemen sınıf güvenin verdiği heyecanla doludur. Kiralık ekonomistler –her zamanki gibi– boom-çöküş çevriminin sonsuza dek ortadan kalktığını açıklayan “bilgiç” teoriler üretmektedir. İşçi sınıfı kitlesel işsizliği ve yakın geçmişin “panik dalgalarını” hatırlayarak, işverenlerin tüm yaptırımlarını kabul etmenin, daha uzun saatler boyu sıkı çalışmanın, daha çok para getiren bir işin tercih edilebilir olduğuna karar vermiştir. Bir süre için işçiler başlarını öne eğmişlerdir. Bu durum devam edemez, ama bu, kendisini soyutlanmış ve yolunu şaşırmış hisseden aktif katman için geçici olarak zorluk yaratmaktadır. Net bir perspektifin olmamasından dolayı karamsar sonuçlar çıkarmaktadırlar. Sınıf mücadelesindeki mevcut suskunluğun sadece can sıkıcı bir ateşkes olduğunu, durgun yüzeyin altında muazzam sosyal patlamaların hazırlandığını görmemektedirler.

Lenin bir seferinde politikanın yoğunlaşmış ekonomi olduğunu söylemişti. Fakat bu iddiayı mutlak ve mekanik bir şekilde yorumlamak yanlıştır. Boom-çöküş çevrimiyle devrim arasında mekanik bir ilişki yoktur. Boom’un zorunlu olarak gericilik anlamına ve çöküşün de zorunlu olarak bir devrim anlamına gelmediği, Marksistler için temel bir önermedir. Sadece bir örnek vermek gerekirse, tarihteki en büyük devrimci genel grev Fransa’da 1968 Mayısında, savaş sonrası boom’un en üst seviyesinde gerçekleşmiştir. Aslında o durum ile şu anki durum arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktadır.

İktisadi çevrim denklemde önemli bir bileşendir, ama çevrimlerle bizim ne kastettiğimiz de önemlidir. Ticari çevrimlerle çağın niteliğini belirleyen geniş tarihsel çevrimler birbirinden ayrılmalıdır. Kapitalizmin tarihinde böyle uzun dönemler görülmektedir: örneğin 1914 öncesinde yaklaşık 20 yıl süren türden yükseliş dönemleri olmuştur. Bu dönem, üretim araçlarının, teknolojinin, dünya ticaretinin muazzam gelişimi ve özellikle de işçi sınıfının kalifiye ayrıcalıklı katmanı için yükselen yaşam standartları ile belirlenmişti. Bunun sonucunda sınıflar arasındaki çelişkiler yumuşamış ve sınıf mücadelesi azalmıştı. Bunun politikadaki yansıması işçilerin kitlesel örgütlerinin ulusal-reformist dejenerasyonu oldu. Bu dönem Birinci Dünya Savaşı ve Rus Devrimi ile son buldu.

İki dünya savaşı arasındaki dönem tümüyle farklı bir karaktere sahipti. Bu dönem, ekonomik, sosyal ve politik kriz dönemiydi. O zaman bile boom-çöküş çevrimi yok olmadı. 1920’lerde ABD’de şu anki boom ile birçok benzerliği olan bir boom vardı. Bu boom, 1929 Wall Street Çöküşüyle ve 1939’da savaşın patlamasına kadar devam eden bir dünya ekonomik depresyonu ile sonlandı. Bu yıllar proletaryanın kitle örgütlerinin krizler ve bölünmelerle çalkalandığı ve sarsıldığı toplumsal çalkantılar, devrim ve karşı-devrim yıllarıdır. Bu fırtınalı dönem ancak İkinci Dünya Savaşıyla son bulmuştur.

İkinci Dünya Savaşını takip eden yıllar tümüyle farklıydı. Daha çok 1914 öncesi döneme benzemekteydi. 1948 ile 1974 arasında, işçi hareketi içinde kapitalizm yanılsamalarının ve reformizmin etkili bir şekilde güçlenmesine neden olan uzun bir yükseliş dönemi uzandı. Bunlar tüm bir tarihsel dönem boyunca gerçek Marksizm güçlerinin tecrit edilmesine yol açan nesnel koşullardı. Bu dönem İspanya’da, Portekiz’de, Yunanistan’da, İtalya’da ve Britanya’da yeni devrimci mücadele dönemini açan 1973-74 sözde petrol krizi ile sona ermiştir. Bu kısa muhasebeden, sınıf mücadelesinin nasıl sadece normal boom-çöküş çevriminden değil, aynı zamanda her biri diğerinden farklı olan daha geniş kapitalist gelişme dönemlerinden de etkilendiğini görebiliyoruz.

1970’lerdeki kabarmalardan (gerçekte 1968’de Fransa’daki, 1968-69’da İtalya’daki devrimci gelişmelerle başlamıştır) sonra ters yönde bir kayış oldu. İşçi sınıfı sürekli devrimci heyecan durumunda olamaz. Sınıf mücadeleleri toplumu sosyalist yolda dönüştürmeyi başaramazsa, en güçlü grev hareketi bile söner. İşçiler yorulur ve yine ilgisizliğe ve kayıtsızlığa düşerler. Burjuvazi cesaretini toplar ve karşı saldırıya geçer. Sahne geri çekilmeler ve yenilgiler için hazırdır. 1980’lerdeki Thatcherizmin ve Reaganizmin sosyal ve politik zemini buydu.

Geçen 20 yılın monetarist reaksiyonu için de ekonomik temel vardı. Savaş sonrasında Keynesçi politikaların, bütçe açığı finansmanının ve “güdümlü kapitalizmin” yaygın biçimde uygulanması devrim ve “komünizm” korkusunun sonucuydu. Asıl faktör dünya ticaretinin gelişmesi olmakla beraber, 1948-74 savaş sonrası uzun ekonomik yükselişine katkıda bulunan faktörlerden biri de bu idi. Fakat Marksistler tarafından öngörüldüğü gibi (bakınız Ted Grant’ın “Will there be a Slump?” [Bir Çöküş Olacak mı?]) Keynesçi politikalar kaçınılmaz olarak enflasyon ile sonuçlandı, bu da bu sözde modelin 1970’lerin ikinci yarısında çökmesine neden oldu. Burjuvazi Keynesçi politikalardan dili yandığı için, daha önceki “sağlam para ve dengeli bütçe” politikasına dönerek, aksi istikamete yöneldi.

Son 20 yıl boyunca sarkaç bu yönde salındı. Ülkelerde ardı ardına monetarist reaksiyonun yükseldiğini gördük. Kapitalistler ve hükümetleri, devlet müdahalesi ile kapitalizm krizden kurtulabilir düşüncesinde olan eski Keynesçi zırvayı terk ettiler. Bunun yerine, JK Galbraith’ın nükteli bir biçimde, fakirin çok parası olduğu zenginin ise yeterince olmadığı düşüncesi diye tanımladığı bir politikayı benimsediler. “Yeni fikir” maskesi altında monetarizm, “klasik kapitalizm” politikalarına gerçekten geri dönüş çabasıydı. Fakat 1930’ların felâketine yol açan tam da bu politikalardı. Bunlar, açık bir gericilik, devleti yağmalama, işçi sınıfını yağmalama, sömürge dünyasını yağmalama politikasıyla aynı anlama geliyordu. Başka bir deyişle bunlar, en çıplak haliyle sınıf savaşı için çıkarılmış dört dörtlük bir davetiye oluşturmaktadır.

Yeni “liberalizm” bir süre için tüm cephelerde kazanmış gibi göründü. İşçiler başlarını önlerine eğdiler. Sendika ve İşçi Partisi önderleri yeni reçeteyi şevkle kabul edip pratiğe geçirilmesine yardımcı oldular: özelleştirme, liberalleştirme, deregülasyon –her cephede gerçek bir sosyal karşı-devrim. Sömürge dünyada ise, yeni dünya düzeni, emperyalizme ve 19. yüzyılın gambot diplomasisine[4] geri dönüşü temsil etmektedir. Emperyalistler (ve onların Sosyal Demokrat dalkavukları), acılara ve kendi eylemlerinin neden olduğu savaşlara karşı en sinik kayıtsızlığı gösteriyorlar. Tıpkı Baal rahiplerinin çocukları Moloch’a kurban etmeleri gibi, bu medeni Hıristiyan baylar ve bayanlar milyonlarca erkeği, kadını ve çocuğu kendi tanrıları Sermaye için kurban etmeye hazırdırlar.

Kendi ülkelerindeki devletin (“özelleştirme” olarak bilinen) yağmalanması ile yetinmedikleri gibi, dünya üzerindeki en fakir ülkelerin sistematik yağmasının avukatlığını da yapmaktadırlar. IMF ve Dünya Bankası gibi acenteleri aracılığı ile bu ülkelerden gümrük korumalarını kaldırmalarını ve kamuya ait işletmelerin Batı tekellerine satılmalarını talep ediyorlar. Böyle politikalar bu ülkeler için, zayıf ekonomilerini parçalayacak ve perişan edecek bir ekonomik ölüm cezasından başka bir anlama gelmemektedir. Bu şekilde emperyalistler sömürge devriminde yeni bir patlamayı hazırlıyorlar. Filistin’deki olaylar, önümüzdeki dönemde bir kıtadan diğerine özsel bir güçle yayılacak bir sürecin yalnızca ön belirtisidir. Ve ellerindeki tüm güce rağmen, Kolombiya’nın ispatlandığı gibi, bunu kontrol edemeyecekler.

Sömürge devrimi

YEP taraftarlarının temel iddialarından biri de, fiyatların düşük seyretmesinden dolayı mevcut boom’un geçmiştekilerden farklı olduğudur. Neden enflasyon yok? Bu, temelde bir şeylerin değiştiği ve düşük fiyatlar ile yüksek üretkenliğin bu “erdemli çevriminin” sonsuza kadar süreceği anlamına gelmez mi? Neden fiyatlar düşük sorusunu sormak gerek. Fiyatların düşük olmasının –en azından yakın zamana kadar– birçok nedeni vardır. Bunda üretkenliği yükselten yeni teknolojinin bir sonucu olarak metaların ucuzlaması unsuru vardır; ücretlerin düşük tutulması vardır; On a Knife’s Edge ile değindiğimiz Asya’daki çöküşün bir sonucu olarak şiddetlenen rekabet vardır. Asya’daki aşırı üretim kapitalistleri fiyatları sınırlamaya zorlayarak, paradoksal biçimde Amerika’daki boom’un uzamasına yardım etmiştir. ABD’ye gelince, temel faktörlerden biri ithalât fiyatlarını düşük tutan yüksek dolardır.

Fakat enflasyonun olmamasının temel sebeplerinden biri petrol gibi ucuz hammaddelerdir. Yakın zamana kadar Üçüncü Dünyadan gelen petrol ve tüm malların fiyatları rekor düzeyde düşüktü. Sömürge dünyasının suyu sıkıldıkça sıkıldı. Birleşmiş Milletler’e göre şu anda dünyada yoksulluk sınırının altında yaşayan en az 800 milyon insan vardır. Diğer tüm zamanlardan daha çok milyoner ve milyarder yaratan boom’un ortasında durum budur. Bu edepsizliğin bir sonucu olması gerekiyordu ve nitekim bu sonuç birbiri ardına çeşitli ülkelerde ortaya çıkmaktadır: Peru’da, Bolivya’da, Kolombiya’da, Ekvator’da; İran’da, Endonezya’da, Nijerya’da ve Filistin’de. Bu durum mevcut boom sırasında her yerde mayalanmakta olan sosyal ve politik çalkantılar hakkında küçük bir fikir veriyor. Şunun akılda tutulması gerekir ki, mevcut durum kapitalizmin dünya halklarına sunduğu en iyi toplumsal durumdur.

Asya’daki çöküş ciddi bir çöküştü. Bunun, örneğin Endonezya’daki gibi tamamına ermeyen ve uzun bir döneme yayılarak gelişecek olan bir devrimin ilk başlangıçları biçiminde çok şiddetli etkileri oldu. İran’da devrimin başlaması da, ki bunu öngörmüştük, durumda çok köklü bir değişiklik olduğunu göstermektedir. İran da petrol üreten ülkelerden biridir. Güney Kore’de genel grevler ve sosyal çalkantılar yaşanmaktadır. Bu hareketlerin çöküş sırasında gerçekleşmesi, çöküşün etkileri hakkında mekanik düşünmemek gerektiğini göstermektedir. Önceki dönemin tümünü hesaba katmak gerekir. Örneğin Güney Kore’de çöküşün başlaması sınıf mücadelesinin sona ermesi anlamına gelmemektedir. Keza sonraki toparlanma da öyle. Tam tersine. Güney Kore ekonomisi 1999’da %10,7 büyüdü. Fakat bu yalnızca işçileri mücadeleye atılmak için cesaretlendirdi. Kazançtan paylarını talep ettiler. Çöküş boyunca ücretler %2,5 oranında düşürüldü (1998’de). Şu anda işçiler %15,2’lik bir artış talep ediyorlar.

Diğer taraftan yükselen petrol fiyatlarının Amerika’da çok ciddi etkileri olacaktır. Boom’u sürdürmeyi becerebilmelerinin asıl sebeplerinden birisi hammadde fiyatlarının, özellikle de petrol fiyatının düşük olmasıydı. Bu durum açıkça sona erdi. Boom’un devam etmesi fiyatların yükselmesine neden olacaktır. Arz talep kurallarına göre malların fiyatları yükselme eğilimine girecektir, ama fiyatları çok fazla arttıramazlar, çünkü rekabet yakalarına yapışmıştır. Bunun Amerika’daki kâr oranlarına er ya da geç bir etkisi olacaktır. Fakat petrol fiyatlarındaki şiddetli dalgalanmalar Üçüncü Dünya denen bütün bölgelerde derhal istikrârsızlaştırıcı bir etki yaratmıştır.

Bu yılın başında Ekvator’da devrimin ilk başlangıçlarına şahit olduk. Bu, biz de dahil herkesi hayretler içinde bırakan bir durumdu. Kitleler –yerliler, köylüler, işçiler ve öğrenciler– hiçbir uyarı işareti vermeden başkent Quito’yu işgal ettiler, hükümete tekmeyi bastılar ve komiteler seçtiler. Sadece önderliğin olmaması devrimi sonuna kadar götürmelerine engel oldu. Ekvator da petrol üreten ülkelerden biri. Petrol fiyatları şimdi üç katına çıktı. Fakat petrol fiyatlarındaki yükseliş bu hareketi engelleyemedi, çünkü bu kitleleri etkilemez. Ne de hükümete fazla bir faydası olur. Burjuva rejim istikrârı sağlayabilmiş değildir.

Ekvator’daki devrimin önderlik olmaması nedeniyle başarıya ulaşamaması, burjuvazinin kontrolü tekrar ele geçirmesini sağladı, en azından geçici olarak. Fakat uzun vadede hiçbir şey çözülmedi. IMF ile yapılan anlaşmanın koşullarına göre, hükümetin petrol fiyatlarını %60 arttırması gerekiyor. (Bu en son petrol fiyat artışı dalgasından önceydi) Birçok insan tarafından mutfakta kullanılan tüp gaz fiyatı %40 artacaktı. Niyet beyanına göre, bütçe açığı, yılda 360 milyon doları tutan akaryakıt sübvansiyonları kesilerek kapatılacaktı. Bunu sonucu halkın yaşam standartlarının budanmasıdır. Asgari ücret aylık 47 dolarda değişmeden kalırken, enflasyon Ocaktan bu yana %49 oranında arttı ve Aralığa kadar da %80 kadar artması bekleniyor. Bu sınıf savaşı için çıkarılmış dört dörtlük bir davetiyedir.

Burada bir paradoks karşımıza çıkıyor. Geçen on iki ay içinde petrol fiyatlarının üç katına çıkması, petrol üreten ülkelerde devrimin gündemden çıktığı anlamına gelmez. Karşı karşıya kaldıkları kriz çok derin olduğu gibi, çelişkiler de kapitalist temelde çözülemeyecek kadar büyüktür. Bir krizden diğerine yuvarlanacaklardır.

“Amerikan rüyasının” sonu

ABD’deki heyecanlı spekülasyon dalgası bir çeşit kolektif çılgınlığı temsil etmektedir. Ünlü “Amerikan rüyasının” son dirilişiyle karşı karşıyayız. Şu anda bunu çok basit bir biçimde ifade etmek mümkündür: herkes milyoner olmayı istemektedir. Ama işin aslı, çok az insan milyoner olabilmiştir. Şu anki boom sırasında en az 100.000 Amerikalı yılda bir milyon dolardan fazla kazanma noktasına ulaştı. Kapitalizmin savunucuları bu manzarayı dünyaya göstermekten pek hoşlanmaktadırlar. Fakat asıl büyük para kazananlar esasen en tepedeki küçük azınlık ve kısmen de orta sınıftır. Amerikalıların en alt %20’lik dilimine bakılırsa tam tersi bir durum geçerlidir. Bu boom özellikle Amerika’da (sadece burada değil) en vahşisinden eşitsizlikle ve zenginlikle yoksulluk arasında en barizinden bir kutuplaşmayla belirlenmektedir. Şu anda en üst %20’lik dilimdeki hane halkı, Gayri Safi Milli Hasılanın yarısından fazlasını almaktadır. En alttaki %20’lik dilim ise %4’ünü. 44 milyon Amerikalının bir sağlık sigortası bile yok. Bu nedenle bu boom içinde şu anda bile sınıflar arasında bariz biçimde sırıtan muazzam bir kutuplaşma gelişmektedir, tıpkı Marx’ın öngördüğü gibi: eşi görülmemiş bir zenginliğin ve gücün tepede devâsa bir yoğunlaşması, buna mukabil aşağıda görülmemiş bir sefalet. Gelecekte bunun muazzam ölçekte sonuçları olacaktır ve bu gelecek muhtemelen pek uzak olmayan bir gelecek olacaktır.

Bununla birlikte mevcut tartışmanın, insan boyutu diyebileceğimiz başka bir boyutu bulunmaktadır. Meselenin bu yanının kapitalist yorumcuların pek ilgisini çekmediğini söylemeye bile gerek yok. Fakat Marksizm bakımından bu en önemli sorundur. Şöyle ki, mevcut ekonomik iklim işçi sınıfını ve toplumu bir bütün olarak nasıl etkilemektedir? Boom içindeki bu toparlanmada bile, korkunç bir sömürü yoğunlaşması, işçilerin kas ve sinir sistemleri üzerine uygulanan acımasız bir baskı, ve elbette tarihte eşi görülmemiş düzeylere varan tekelleşme süreci ile bağlantılı olarak, sürekli işten çıkarmalar ve şirket küçülmeleri söz konusuydu.

The Economist gibi ekonomik yayınların sayfalarında her hafta dünyanın en büyük ilaç, internet, eğlence, otomotiv vb. devlerini yaratan şirket ele geçirmelerine ilişkin haberler yer alıyor. Bunlar Marx’ın sermayenin yoğunlaşması olarak tarif ettiği şey için laboratuarlık örnekler oluşturuyorlar. Bu süreç bu çevrimde görülmemiş düzeylere ulaştı. Zenginliğin ve gücün gittikçe daha az elde yoğunlaşması ve bunun sonucunda toplumsal eşitsizliğin artması, özellikle Amerika başta olmak üzere tüm ülkelerde sınıf kutuplaşmasını hızla arttırmaktadır. Bu olgu işçi sınıfı ve orta sınıfın bilinci üzerinde daha şimdiden etkisini göstermektedir. Geçenlerde Business Week tarafından yapılan bir anket, şu anda bile toplumun tabanında giderek büyüyen iç sıkıntısını ve kabaran hoşnutsuzluğu çarpıcı bir şekilde ifşa ederek bunu ön plana çıkarmıştır. Seattle ve Washington gösterileri gibi hareketler ülkeleri ardı ardına etkileyecek geleceğin fırtınasını bildiren öfkeli yıldırımlardır.

Sorunlar burada da bitmiyor, çünkü bütün bu meseleyi hazin bir son beklemektedir. Boom’un çökmesi şüphesiz, tüm sınıfların psikolojisini sarsarak köklü etkiler doğuracaktır. Bu ne kadar ertelenirse ve borsa ne kadar yükselirse, sonunda sert bir iniş ihtimali o kadar yüksek olacaktır. Teşhis hâlâ doğrudur. Ama bu, boom sona erene kadar sınıf mücadelesinin felç durumunda kalacağı anlamına mı geliyor? Bu tamamen yanlış ve mekanik bir sonuçtur.

Çöküş sınıf mücadelesi için bir iksir değildir. Aslında, en azından başlangıçta derin bir çöküşün, sanayideki hareket düşünüldüğünde bazı olumsuz etkileri bile olabilir. Fakat yaklaşan çöküş, ki muhtemelen ciddi bir çöküş olacak, şüphesiz 1945’den beri ilk kez kitlelerin bilincinde şok etkisi yapacaktır, özellikle de piyasa illüzyonunun diğer ülkelere göre çok daha derin kökler saldığı Amerika’da. Tarihin diyalektiği, burjuvazi için büyük sürprizler hazırlıyor, özellikle Amerika’da. Zenginlik düşleri küle döndüğünde –ki öyle olacaktır– sadece işçi sınıfından değil aynı zamanda orta sınıftan milyonlarca insanın bilincinde hızlı bir dönüşümün yolu açılacaktır. Pek çok insan doğrudan doğruya Cumhuriyetçilikten devrim safına geçecektir.

YEP savunucuları ABD ekonomisinin köklü değişimler geçirdiğinde ısrar ediyorlar. Şüphesiz bazı değişimler olmuştur. Ne gibi değişimler? Örneğin işgücünde bazı değişiklikler oldu. İşgücünün büyük bir kısmı –sadece Amerika’da değil ama bilhassa Amerika’da– artık uzun süreli iş akitli ve bunun gerektirdiği hakları olan tam-zamanlı işçilerden oluşmamaktadır. Bu günlerde IT sektöründeki işçilerin büyük bir kısmı tam-zamanlı değil yarım-zamanlı işçilerdir. Böyle olan sadece IT sektörü de değildir. Amerika’da üç milyondan fazla insan işçi bulma acenteleri için çalışmaktadır. Bu 1980’deki sayının iki katıdır. Diğer bir %10’luk kısım da, duruma göre kiralanan ya da kiralanmayan geçici işçiler veya sözleşmelilerdir. Kendimize şunu sormalıyız: bu çöküş kötüye gitmeye başladığında ne olacaktır? Yatırım yapmak artık kârlı olmadığında, artık paralarını geri kazanamayacaklarından korkmaya başladıklarında ne olacak? Öyle bir işten atma dalgası olacaktır ki, işsizlik geçmişte olduğundan çok daha hızlı yükselecektir. Daha sonra piyasa da bundan etkileyecektir. ABD’deki talep düşecek, krediler tıkanacak ve piyasa hızla daralacaktır.

Devrimin moleküler süreci

Bu büyüklükte bir çöküşün politik etkisi çok büyük olacaktır. Sınıf mücadelesi sadece grevlerin sayısıyla ölçülemez. Her türden gelişme kitlelerin zihninde güçlü bir psikolojik etki yaratabilir. Ve kavranması gereken en önemli şey sürecin halihazırda başlamış olmasıdır. Troçki buna, usta işi bir tabirle, devrimin moleküler süreci demiştir. Geniş ölçekli bir mayalanma ve kurulu düzenin genel bir sorgulanması başlamış durumda. Seattle caddelerinde, sonra da Washington ve Prag’da kendini dışa vuran budur. Seattle gösterisi durumdaki sert ve ani değişimin mükemmel bir örneğidir. Bundan on iki ay önce kim binlerce genç insanın ve sendikacının ABD’de böyle militan bir gösteride bir araya geleceğini tahmin ederdi?

Bu olayların altında yatan neydi? Ciddi bir Marksist, tıpkı iyi bir doktor gibi, olayların kritik bir aşamaya gelmesini bekleyemez. Kendimizi, daha dramatik olaylara doğru gelişmeden önce belirtileri büyük bir dikkatle incelemeye alıştırmalıyız. Seattle’ın WTO (Dünya Ticaret Örgütü) ve küreselleşme ile alâkalı olduğu zannedildi. Fakat bu, olayı hiçbir şekilde açıklamaz. Büyük bir olasılıkla gösteri TV’ye çıkmadan önce insanların büyük bir çoğunluğu WTO’yu duymamıştı. Seattle olayları gerçekte bir belirtiydi. Bunlar, yükselen bir ayılma sürecinin dışa vuruşuydu, ya da daha doğrusu, sıradan insanlar arasında, özellikle genç insanlar arasında –bir ölçüde sendikacılar ve genel olarak da işçiler arasında– uyanan doğal bir “bu toplumda ve bu sistemde kötü bir şeyler var” tepkisi, giderek artan bir “adaletsiz bir dünyada yaşıyoruz” ve “bunların hepsi yanlış” hissiydi.

Bu sorun ne kendi başına bir sorundur, ne de ABD’yle sınırlı bir sorun. Sonraki olaylar giderek artan sayıda gencin kapitalizm karşıtı protesto için caddelere çıkmaya hazır olduğunu göstermiştir. Doğrudur, bu gösterilerin kompozisyonu büyük ölçüde küçük burjuva ve toplumun marjinal kesimlerinden oluşmaktadır. Ancak yakın zamanlarda Fransa’daki, Britanya’daki ve diğer Avrupa ülkelerindeki çiftçilerin ve kamyon sürücülerinin eylemleri gibi bunlar da, belirtiler olarak büyük bir öneme sahiptirler. Petrol fiyatlarındaki son artış Fransa, Britanya, Belçika ve diğer ülkelerin caddelerindeki eylemleri ateşlemiştir. Esasen alt orta sınıfın, çiftçilerin ve kamyon sürücülerinin yaptığı bu eylemler aniden, bulutsuz gökyüzünde çakan şimşek gibi patlak verdi. Bu da giderek artan sosyal istikrarsızlığın ve sıkıntının diğer bir belirtisidir.

Bunun gösterdiği şey boom’un en üst noktasında bile toplumun havasında bir değişim ve mayalanma olduğudur. Amerikan Business Week dergisi tarafından yapılan son anket bunu canlı biçimde göstermiştir. Bu ankete göre Amerikalıların en az %72’si dev şirketlerin kendi yaşamlarının birçok yönü üzerinde büyük bir hakimiyet kurduğunu düşünmektedir. Boom’a rağmen, işçiler üzerindeki ezici baskı sisteme karşı bir tepki doğurmaktadır. Geçen sene, büyük Amerikan şirketlerindeki işçilerin %43’ü “işimi ve kişisel sorumluluklarımı çok zor dengeliyorum” demişlerdi. 1997’deki %36 oranından bu yana çok hızlı bir yükseliş. Yine %44’ü “yaptığım işin çok altında alıyorum” demişlerdir ki, bu da iki yıl önceki %38’in üzerine çıkıldığını gösteriyor. Öte yandan, yükselen kâr oranlarına ve üst düzey yöneticilere ödenen yüksek paralara karşı giderek artan bir kızgınlık da var. Business Week’e göre, “bu hisler, ABD ekonomisinin son yıllarda ulaştığı yüksek üretkenlik oranıyla ücret artışlarının düşük hızı arasındaki kaba uyuşmazlığı yansıtmaktadır. Hayret vericidir ki, tam 40 milyon çalışan, bir şans verilmesi durumunda bugün bir sendika için oy verebileceğini söylemesinin bir sebebi de budur. Anketçi Peter D. Hart Research Associates’e göre bu sayı on yıl önceki rakamın iki katıdır.”

Business Week makalesi şöyle devam ediyor: “Yüksek devirli Yeni Ekonomi birçok ailede aşırı çalışmışlık ve bitkinlik hissi doğurmuştur.” Sendikaların zafer kazandığı son Verizon Communications grevinde, kilit unsurlardan biri de stres ve zorunlu fazla mesailere dair şikayetlerdi. “Ayrıca” diyor makale, “birçok Amerikalı, zenginlikten adil paylarını almadıkları hissini duyuyor. Bunun sebebi şudur: ortalama ücret ve yardımlar 1992’de biten son resesyondan bu yana enflasyonu sadece %7,6 oranında geçmiştir, oysa üretkenlik aynı dönemde %17,9 artmıştır. (BW, 11.09.2000)

Başka belirtiler de vardır. Britanya’da grevler tüm zamanların en düşük düzeyindedir ve İşçi Partisi örgütlerinde de hayat belirtileri azalmıştır. Ama burada bile, çıkacak tek bir hadise işçilerin ve hatta orta sınıfın bilincinde köklü etkiler doğurabilir. Birçok ölü ve yaralının olduğu Paddington tren kazası Londra’daki çoğunlukla orta sınıf mensubu banliyö yolcuları arasında kâr sistemine karşı bir tiksinme hissi doğurdu. Özelleştirilmiş tren yolu şirketi Railtrack, hayret verici ölçüde aymaz bir zamanlamayla, kazadan hemen sonra yöneticilerini büyük maaş artışlarıyla ödüllendirdi. BBC televizyonu bu banliyö yolcularından takım elbiseli kravatlı birisine tepkisini sorduğunda cevap şu oldu: "Kâra dayalı bir dünyada başka ne bekleyebilirsiniz ki?” Bu yorumlar neyi gösteriyor? Daha şimdiden, yeni yeni başlayan belli bir anti-kapitalist ruh halinin mevcut olduğunu. Sadece yaygın bir işçi tepkisi için değil, aynı zamanda piyasaya, kapitalist sisteme ve onun toplumun geniş katmanları arasında yaptığı her şeye karşı çok geniş kitlesel bir tepki için de potansiyel mevcuttur.

Avusturya’daki son olaylar bunu tekrar tüm şiddetiyle gözler önüne sermiştir. Bu ülkenin, görünürde pek olay çıkmayan, zengin, küçük ve sakin bir Alp Ülkesi olduğu sanılırdı. Fakat Haider’in seçilmesi bu durumu tamamen değiştirdi. Haider’in seçim zaferinin ardından sadece birkaç gün içinde böyle şiddetli bir dönüşün olabilmesi, derindeki istikrarsızlığın ve çöküş öncesinde bile böyle ani ve keskin değişimlerin kaçınılmaz olduğunu çarpıcı bir biçimde göstermektedir. Radikalleşme yine gençlik içinde en çok telaffuz edilen şeydi. Viyanalı seçkinler şapka ve frak giydikleri şatafatlı baloları severler. Pek muhtemelen Habsburg İmparatorluğu dönemine ait kılıklara girdiklerinde kendilerini bir rahatlık ve istikrar hissi içinde buluyorlar. Ama bu sefer sert bir şok yaşadılar. 15.000 dolayında genç balo karşıtı bir gösteriyle sahnede belirdi. Bu da yine gençliğin kapitalizme karşı protestosunu temsil ediyordu.

Avusturya olayları önümüzdeki dönemde neler beklenebileceğine dair bir uyarıdır. Burjuvazi, ağırlığını sol ayağından sağ ayağına aktaran bir insanın rahatlığıyla “demokrasiden” Bonapartizme kayabilir. Önümüzdeki dönemde devrime yönelen hareketler göreceğimiz gibi, karşı devrime yönelen hareketler de göreceğiz. Şu anda Avrupa’daki gericilik tehlikesi “insan yumruğundan daha büyük olmayan bir buluttur.” Ama bu değişebilir. Avusturya olayları bir yandan en medeni ve “demokratik” ülkede bile gericiliğin potansiyelini, öte yandan işçi sınıfı ve gençliğin buna karşı tepkisini göstermektedir.

Elbette bu abartılmamalı. Bu olaylar henüz yalnızca anekdot seviyesindedir. Ama idmanlı bir gözlemci için anekdotların da kendi başlarına önemi vardır. Bu önem, anekdotların, şu anda bile varolan ve en küçük provokasyonla kendini açığa vuran hoşnutsuzluk dalgasının açık belirtileri olmasında yatar. Kendimize şu soruyu sormalıyız: Eğer durum şu anda böyleyse bir çöküş olması halinde neler olacaktır? Çelişki, hiçbir şekilde bu ülkeyle sınırlı olmasa da, Amerika söz konusu olduğunda özellikle patlayıcı olacaktır. Tüm o zengin olma ve sonu gelmez refah düşleri tuz buz olduğunda, sadece işçiler ve gençler arasında değil, yanılsamaları tuzla buz olacak olan orta sınıf arasında da baş gösterecek politik tepkiyi tahayyül etmek mümkündür. Toplumdaki tüm sınıflarda bunun en geniş psikolojik yansımaları olacaktır.

Bunların hepsi –denilebilir– şu anda bu analizi doğrular görünen bir şey olmadıkça gerçeklere meydan okuyor hissi vermekte. Fakat böyle bir bakış ciddi bir hata olur. Diyalektik bize, “olguların” yani görünüşlerin ardına bakmayı ve derinde sessiz sedasız iş gören süreçleri açığa çıkarmayı öğretir. Yalnızca ne olduğunu söylemek yeterli değildir. Süreci ilerleten iç çelişkileri, sürecin sınırlarını ve gideceği en muhtemel yönü göstermek zorunludur. Perspektifleri banka hesaplarının son durumundan öteye uzanmayan burjuvalardan süreçleri anlamaları beklenemez. Çok yakın zamana kadar, takdire değer bir iki istisna dışında Amerika’dan gelen tüm konuşma ve makalelerde çöküş ihtimalini akla getirecek hiçbir şey yoktu. Bunlar daha çok, bandonun arkasında saf tutmuş politikacı, gazeteci ve yatırımcıların büyük bir zafer yürüyüşünü andırıyordu. Burada 1929 çöküşünü önceleyen 1920’lerdeki durumu çarpıcı biçimde akla getiren bir durum söz konusudur: Aynı kendini beğenen konuşmalar, aynı sahte iyimserlik, boom’un sonsuza kadar süreceğine dair o aynı inanç. Tıpkı antik Yunan trajedisindeki abartılı kibir gibi: korkunç düşüşün hemen öncesinde baş gösteren kendini beğenmiş kibir.

Henüz bir çöküş yokken bile, daha önce belirttiğimiz, Troçki’nin devrimin moleküler süreci dediği şeyi görüyoruz. Her yerde, giderek artan bir kaynamanın ve kapitalizme dönük bir sorgulamanın belirtileri var. Bunun devrimci ifadesi sömürge dünyasında şimdiden ortaya çıkmıştır. Ama sadece orayla da sınırlı değildir. Biraz komik gelebilirse de, burjuva gözlemciler tarafından kesinlikle anlamlı görülen bir örnek verilebilir. Titanik filminin oldukça ilginç bir sınıfsal içeriği bulunmaktadır. Zengin yolculara yardım edilirken fakir yolcuların hayatlarının sinik biçimde kurban edildiği gün gibi ortaya çıkmıştır. Bu kapitalist sisteme dönük bir alegoridir. Zengin biri boğulurken, yalnızca bir sinemada değil tüm Amerika’da seyircilerden çılgınca tezahürat ve alkış kopuyordu. Bu hadise özel önem taşımayan bir anekdot muydu? The Economist kesinlikle böyle düşünmüyor. Biraz da uyarı sinyali vererek, bu tür şeylerin Amerika’da –zengin insanlara saygı ve hayranlıkla bakılması gereken “ihtişam ve özgürlük ülkesinde,” hepsinden öte piyasanın ülkesinde– olmaması gerektiği yorumunu yaptılar. Bu aynı Seattle, Business Week anketi ve diğer şeyler gibi, içinde yaşadığımız sisteme dönük bir sorgulamanın başladığını gösteriyordu. Daha şimdiden, yani boom’un tepe noktasında durum budur. Boom sona erdiğinde –ne zaman olacağından bağımsız olarak– psikolojik ve politik sonuçlar özellikle Amerika’da muazzam olacaktır.

Bu iddia grevlerin düşük seviyesi ile çelişkili gözükmektedir. Bu birçok şekilde açıklanabilir. İşsizlik korkusu, daha önce belirttiğimiz gibi, daha ziyade bir resesyona benzeyen boom’un ilk yıllarında özellikle önemli bir rol oynadı. Yarım-zamanlı çalışmanın, taşeronlaştırmanın ve diğer “esnek çalışma” biçimlerinin yaygın bir şekilde uygulamaya sokulması güvensizlik duygusunu bu güne dek canlı tutup, mücadele azmi ve sendikal örgütlenme üzerinde baskılayıcı bir etki uyguladı. Öte yandan işgücündeki değişimler önceden sendikaların kalesi olan eski ağır sanayilerde büyük iş kayıpları anlamına geldi. Sendika aktivistlerinden oluşan eski katman ağır bir darbe aldı ve cesareti kırıldı. Şimdi geçmişe baktıklarında yenilgilerden başka bir şey görmüyorlar, geleceğe bakmaya ve mayalanan fırtınanın doğasını anlamaya dönük Marksist beceriden yoksun durumdalar. Duruma ilişkin gerçek bir kavrayışları olmadığı için, kendi sorunları yüzünden işçi sınıfını suçlama eğilimi gösteriyorlar. Durum, bir boom’un zirvesindeyken bulutsuz gökyüzünde çakmış bir şimşek gibi sahnede beliren 1968 Mayısının hemen öncesindeki gibidir.

Eski aktivistler yolunu şaşırmış ve düş kırıklığına uğramış bir haldeyken, gelecek mücadelelerde kilit bir rol oynamaya yazgılı gençlik katmanları da tecrübesiz durumdadırlar ve henüz kendi ayakları üzerinde doğrulabilmiş değildirler. Patronların pençesinde en acımasız sömürünün acılarını çektikleri gibi, tükenmez bir enerji ve kavgacı bir ruh da taşıyorlar. Yaklaşan muharebeler içinde örgütlenecekler ve devrimci görüşler için çok açık hale gelecekler.

Mevcut durumun en belirleyici faktörü her ülkede patronlara teslim olmuş olan ve en gerici rolü oynayan sendika önderlerinin toptan çürümüşlüğüdür. Patronlarla anlaşmalar yapmak için çabalıyorlar. Bu anlaşmaların, onları işçileri örgütleme ve daha iyi ücret ve koşullar için dövüşme sıkıntısından onları kurtaracağını ümit ediyorlar. Bu bütünüyle ütopiktir, çünkü geriye attıkları her adımda işverenler daha fazlasını isteyeceklerdir. Zayıflık her zaman saldırganlığı davet eder. Sendika ve İşçi Partisi örgütlerini iliklerine kadar sarsan ve bunları tepeden tırnağa dönüştürecek kitlesel bir sol kanadın sahneye çıkmasını hazırlayan hadiseler gerekecek. Söylemeye gerek yok, ama önderlerinin çürümüşlüğüne rağmen sendikalar tüm ülkelerde Marksistlerin çalışması için kilit önemde odak noktaları olmaya devam etmektedir.

Boom sürerse bu Marksist açıdan ille de kötü bir şey değildir. Sendikal mücadele söz konusu olduğu sürece bu esasen iyi bir şeydir. Boom’un devam etmesi sınai mücadele için faydalı sonuçlar doğurur. ABD’de grev hareketinin canlanacağına dair işaretler vardır. Eğer bu iki ya da üç yıl daha sürerse tüm ülkelerde kendi emekleri ile yarattıkları refahtan haklarını isteyen büyük işçi hareketleri bekleyebiliriz. İktisadi çevrim zirveye doğru yaklaşırken ekonomik grevlerin grafiğinde bir yükselişe ve işçi sınıfının özgüveninin artmasına yol açar. Ücret artışları, hammadde fiyatlarının artmasıyla birlikte, enflasyonda yükselme anlamına gelir ki, bu da ardından daha yüksek ücretler için yeni taleplere yol açar. Kapitalistler enflasyonun sorumlusu olarak daima ücretleri gösterirler, ama her işçi kendi tecrübesinden ücretlerin daima fiyatları takip ettiğini bilir.

Eğer yaklaşan çöküş derin bir çöküşse, bu sınai cephede hareketi geçici olarak kesintiye uğratabilir. İşçiler geçici olarak sersemleyip yollarını şaşırabilirler. İşyerlerindeki hava bir süre için yatıştırılabilir. Fakat politik ve psikolojik olarak zaten var olan sorgulama iki katına çıkacak ve büyüyecektir. Bunun er ya da geç bizzat işçi hareketi içinde ifadesi olacaktır, bu da işçi örgütlerinde –hem sendikalar hem de politik partiler– yeni bir radikalleşme dalgasının yolunu açacaktır. İçinden yeni bir kitlesel sol kanadın çıkacağı bir tartışma furyası, sağa ve sola doğru bir kutuplaşma, sarsıntılar ve bölünmeler yaşanacaktır.

Yalnız ve yalnızca Marksizm, dünya ölçeğinde ortaya çıkan süreçlerin bir açıklamasını yapabilir ve bir çıkış yolu gösterebilir. İşçi sınıfı ve gençliğin ileri unsurlarının aradığı şey sadece budur. Zaman, ultrasol sekterlerin düşlediği gibi, kolay sloganların veya gittikçe kan kaybeden çevreler halinde ortalıkta koşuşturmanın zamanı değil. Gereken şey proleter öncü güçleri Marksizmin temel ilkeleri üzerinde yeniden birleştirmektir. Böyle bir dönemde, olayları açıklama ve öngörme yeteneği gösteren ve işçi hareketinin deneyimlerine ve nesnel gereksinimlerine denk düşen sloganları öne süren eğilim kazanacaktır.

Socialist Appeal ve Marxist.com tarafından temsil edilen Marksist eğilim, Marksizm bayrağını tek başına dalgalandırdığını iddia eder. Son dönemde kaleme aldığımız ve esas noktalarında hiçbir temel düzeltme gerektirmeyen analizlerimizi ve dokümanlarımızı onurla gösterebiliriz. Fikirlerimizin –Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin fikirleridir– üstünlüğü bize güven vermektedir.

Bazı hatalar yaptık ve onları düzelttik, ama genelde serin kanlılığımızı yitirmedik ve güç nesnel şartlar altında kendi silahlarımıza sarıldık. Mevzilerimizde direndik ve Marksizmin temel kadrolarını hem ulusal hem de uluslararası düzeyde bir arada tuttuk. Tutarlı bir sınıfsal konumu muhafaza ederek olaylara tepkimizi onlar meydana gelirken gösterdik. Her şey bir yana, kendimizi olması gereken yere dayandırıyoruz: işçi sınıfının geleneksel kitle örgütlerinin içine: sendikaların içine, İşçi Partisi Hareketinin içine. Havada hayalet ordular kurmak için hareketi terk eden diğerlerinin aksine yolumuzdan şaşmadık. Önce bir avuç insan tarafından dinlenen fikirler, olaylar temelinde her ülkede binlerce, yüz binlerce dinleyici bulacaktır. Önümüzde açılan çalkantılı dönem Marksizmin yeniden doğması ve işçi hareketinin dünya çapında yeniden canlanması için son derece elverişli koşullar yaratacaktır.

Alan Woods ve Ted Grant

Londra, 18 Ekim 2000

[1] Boom: iktisadi patlama. (çn.)

[2] Lemming: İskandinav dağlarında yaşayan ve tarla faresine benzeyen küçük kemirici. Aşırı üreme durumlarında açlıktan kurtulmak için ovalara inerler ve bu göçler sırasında fiyordları ve ırmakları geçmek zorunda kalarak toplu intihar sayılabilecek biçimde yok olurlar. (çn.)

[3] Reflasyon: para darlığından dolayı tedavüldekini yeniden çoğaltmak. (çn.)

[4] Silah tehdidi ile yapılan politika. (çn.)

 
KİTAPLAR
MAKALELER
SEÇMELER