Sınıf Mücadelesi ve İktisadi Çevrim
(Bir Kez Daha Dünya Ekonomisi
Üzerine)
Alan Woods
Giriş:
Bu metni yayına hazırladığımız sırada Wall Street’le ilgili
son panik haberi manşetlerdeydi. Geçen Perşembe günü mesainin ilk saatlerinde Dow
Jones sanayi ortalaması 435 puan gerileyerek Marttan bu yana ilk defa 10.000’in
altına düştü. Her ne kadar dibe vuranlardan bazıları daha sonra toparlandıysa
da, en çok sarsılan, “yeni teknoloji” hisselerine ağırlık veren Nasdaq endeksi
oldu, bu durum, yatırımcıların bu sektöre yönelik ürkekliğinin arttığını
gösteriyordu. Borsanın kimi kesimleri öyle harap oldu ki, bazı yatırımcılar
kayıplarını durdurabilmek için ellerindekini satmak zorunda kaldılar.
Borsadaki bu düşüşün temel nedeni bir dizi ABD şirketi tarafından
eylül sonunda ilan edilen kârların düşüklüğü ve müstakbel kâr paylarının da
düşeceğine dair uyarılardı. Buna ek olarak ABD’de enflasyonist eğilimlerin doğuşu,
aniden mevcut boom’un[1]
devam edip etmeyeceği sorusunu gündeme getirdi. Williams
Capital’in baş stratejisti William Rhodes’un şu sözlerine atıf yapılıyordu:
“İnsanlar kendilerine, satış furyasının sonunun gelip gelmediğini soruyorlar.”
Şimdiki satış dalgası muhtemelen sadece bir erken davranma.
Ancak bu, boom’un kendi sınırlarına ulaşmakta olduğuna dair bir uyarıdır. International Herald Tribune (19.10.2000)
Amerikalı bir yatırım analistinin kaygılarını, Lehman Brothers’ın önde gelen
Amerikalı ekonomisti Steven Slifer’ın ağzından şöyle aktardı: “Düğmesine
bastığımız şey büyük ölçüde bir mali piyasa olayı gibi görünüyor. Endişe
duyulması gereken husus şudur: bu ne ölçüde yaygın ve önemli bir ekonomik
hadise haline gelecek?”
“Endişe konularından birisi,” diyor bay Slifer, “şirket
tahvil piyasasındaki son likidite sıkışıklığının şirketlerin yüksek teknoloji
yatırımlarını yavaşlatması olasılığıdır. Bu, bölgede üçüncü kuşak mobil telefon
şebekelerinin lisanslarını satın almak için büyük borç altına giren Avrupa
telekomünikasyon şirketleri için özellikle kaygı vericidir.”
Bu metin, dünya ekonomisinin son on iki ay içerisindeki
evrimi üzerine dikkatle yürütülen bir çalışma temelinde ve borsadaki son
düşüşlerden önce yazılmıştır. Diğerlerinin yanı sıra metinde şu ifadeleri
okuyoruz: “ABD ekonomisinde sadece bir yavaşlama bile topun yuvarlanmaya başlaması
için yeterlidir... Bu noktaya çoktan
ulaşıldığına dair belirtiler var. Yatırımcılar şimdiye kadar fazla kâr etmeyen
–ya da gerçekte hiç kâr etmeyen!– yeni teknoloji hisselerini almaya pek hevesli
değiller artık. Borsa birdenbire, özellikle “yeni ekonomi” hisselerini
etkileyen bir endişe havasına sürüklendi. Bunun ifadesi “yeni ekonomi” hisselerinin
işlem gördüğü Nasdaq borsasındaki çalkantılı hareketler oldu. Bu neler
olacağına dair bir erken uyarıdır.”
Buradaki tahlil, son olaylar ve burjuva yorumcuların gittikçe
kötümser bir havaya bürünen konuşmaları tarafından bütünüyle doğrulanmaktadır
ve geçen cuma yayınladığımız Michael Roberts’ın makalesi ile birlikte ele
alındığında, olayların nedenlerini ve nereye götürdüğünü net bir şekilde
açıklamaktadır.
22 Ekim 2000
Sınıf Mücadelesi ve İktisadi Çevrim
Bir Kez Daha Dünya Ekonomisi Üzerine
Kapitalist sistem hiç bitmeyen boom-çöküş (slump)
çevrimleriyle ilerler. İki yüzyıldır durum budur. Bununla birlikte boom-çöküş
çevriminin sabit ve düzenli bir karakteri yoktur. Öncelikle çevrimin uzunluğu
daima esnek olmuştur. Marx’ın zamanında ortalama olarak on yıl olan bu süre,
ikinci dünya savaşının ardından gelen yükseliş yıllarında beş-altı yıl
civarına, hatta daha da altına düştü. Çevrimin kesin uzunluğu Marksistler için
ilkesel bir sorun değildir. Önemli olan, somut olarak çevrimin doğasını tahlil
etmek ve en kuvvetli ihtimalle nasıl evrileceğini saptamaya çalışmaktır.
Boom’un uzaması şüphesiz perspektiflerin tüm ritmi üzerinde bir etkiye sahiptir.
12 ay önce Asya ve Rusya’daki krizin ardından, oldukça hızlı bir şekilde
resesyona girilecek gibi görünmüştü bize. Asla bir tarih vermedik, ancak
boom’un bu kadar uzun süreceğini de düşünmemiştik.
Telâfi maksadıyla, daha önce defalarca söylediğimiz bir şeyi
tekrarlamamız gerekiyor: ekonomik perspektifler meselesi kesin bir bilim
değildir, hiçbir zaman olmamıştır ve olmayacaktır. Ekonomik perspektifler
hakkında kesin konuşmak mümkün değildir ve samimi birinin de böyle davranmaya
çalışmaması gerekir. Böylesi kehanetler, en iyi durumda bilgi ve deneyime
dayalı tahminlerden öteye geçmezler. Görece kısa bir zaman dilimi içinde
dünyanın resesyona gireceğini hesaplamıştık, ve bu hatayı yapan yalnız biz
değildik. Birçok önde gelen burjuva ekonomisti (Yeni Ekonominin savunucuları
hariç) aynı perspektife sahipti. Olaylar bizim tahmin ettiğimiz gibi gelişmedi,
ve biz de samimi olarak hatamızı kabul etmeli ve gerekli dersleri çıkarmalıyız.
Bu tür hatalar temel nitelikte değildir, ama ortada bir gerçek vardır ve zaman
ölçülerimizi de buna uygun olarak yeniden ayarlamamız gerekir.
Burjuva illüzyonlar
Amerikan ekonomisi şimdiye kadar yılda yüzde 5 gibi oldukça
etkileyici bir oranla büyümesini sürdürdü. Yine de bütün burjuva
ekonomistlerinin bu durumdan mutlu olduğu söylenemez. Normal koşullar altında
çoktan frene basmayı düşünürlerdi. Ama zaman normal zaman değil! ABD merkez
bankası başkanı Alan Greenspan faiz oranlarını yükseltmediği için göklere
çıkarılıyor. Burada küçük bir öngörüde bulunmamıza izin verin: bugün Alan Greenspan’ı
göklere çıkaranlar, yarın ona tekmeyi basacaklar! The Economist’in doğru olarak vurguladığı gibi, merkez bankası
başkanı sorumsuz bir tavırla hareket ediyor. Mevcut çılgın büyüme oranının
sonsuza dek sürdürülemeyeceği aşikârdır. Borsa rakamlarının nefes kesen
yükselişi için de aynı şey geçerlidir. Sahneden binlerce kilometre uzakta
olduğu için The Economist’in tavsiyelerinin objektif olması
mümkündür. İnsanın kendisinden çok komşusunun evlilik sorunları veya mali
güçlükleri konusunda objektif olması kolaydır. Ne yazık ki komşular en dostane
tavsiyeleri bile pek dikkate almazlar.
Amerikan burjuvazisinin gözü dönmüş görünüyor. Ölü hayvan
bağırsaklarından medet uman Roma papazları ve kahinleri gibi, onlar da, ABD
ekonomisinin, sonsuza kadar sürdürülebilecek bir büyüme oranına (öyle hayal
ediyorlar) kavuşacağı farazi bir noktaya doğru soğumakta olduğunu gösteren bir
takım alâmetler arıyorlar. Simyacıların baz metali altına dönüştürme şansları
ne idiyse, onların bu olmayan noktayı bulma şansları da odur. Bu arada hisse
fiyatlarının çılgın yükselişinin önüne geçmek ve büyüme oranını düşürmek için
hiçbir şey yapmayan merkez bankası, araba kazalarındaki kafa kafaya çarpışmanın
ekonomik eş değerine çanak tutarcasına hareket ediyor. Burada kötü bir sarhoş
sürücü hadisesi söz konusudur ve bu hadiseden geriye, nereye gittiklerine
bakmayan çok sayıda kurban kalacaktır.
Amerikan borsasındaki bu balon yükseliş, eninde sonunda,
sadece Amerika’yla sınırlı kalmayan ciddi sonuçlara yol açarak patlayacak. Bu
nedenle The Economist, frene basması
ve balon patlamadan önce havasını biraz alması için merkez bankasına iki yıldır
yalvarıyor. Ancak sorun şu ki, tarihteki her boom sürecinde burjuvazi aynı
hayallere kapılmaktadır: “kapitalizm sorunlarını çözdü, radikal bir değişim oldu,
artık her şey farklı, bir daha çöküş olmayacak”. Ve her zaman olduğu gibi,
“sınıf mücadelesi gündemden çıktı, artık devrim olmayacak”. Ama sonuç daima
gözyaşları içinde hüsrandır.
Burjuva ekonomistlerinin ana iddiası basittir. Bu boom
tarihte görülen en uzun ve en sürekli boom’dur. 1961’den 1969’a kadar süren
Vietnam Savaşı boom’undan daha uzun olan bu boom, iddia ettikleri gibi 1991
Martında başlamış kabul edilirse, 115 aydır sürmektedir. Bunun itici gücü,
diyorlar, internet ve bilgisayarlar gibi devrimci enformasyon teknolojilerini
kapsayan, bütünüyle yeni bir üretim metodudur. Bu da, iddialarına göre,
kapitalist gelişim çevrimini öyle radikal biçimde değiştirmiştir ki, eski
boom-çöküş çevrimi artık geçerliliğini yitirmiştir. Birleşik Devletlerde çok popüler
olan bu teori Yeni Ekonomik Paradigma olarak biliniyor.
Bu teoriye dayanak olarak, YEP taraftarları, küreselleşmenin
gelişinin, ekonominin tüm yasalarını yeniden düşünmeye zorlayan köklü bir
devrimi temsil ettiğini ileri sürüyorlar. Küreselleşmenin gelişi sermaye için
muazzam bir pazar yarattı. Dünyanın köşe bucağını kapitalist sömürüye açtı.
Dünya ticaretinin hızlı gelişimi tartışmasız olarak mevcut boom için temel bir
itki olmuş, hem de boom’un sürmesine yardımcı olmuştur. Bununla birlikte, sürekli
vurguladığımız gibi, küreselleşme olgusu Marx ve Engels tarafından Komünist Manifesto’da öngörülmüş ve
açıklanmıştır. Küreselleşmenin ortaya çıkışı da yeni değildir. Aslında küreselleşmenin
ve uluslararası işbölümünün 1914 öncesinde şimdikinden daha fazla olduğu da öne
sürülebilir. Uluslararası işçi hareketi açısından durum kesinlikle buydu.
Bununla birlikte dünya ticareti, çoğu ürünün fiyatını ve
enflasyonu düşürme yönünde iş görürken, aynı zamanda mal ve hizmetler için
büyük bir çıkış yolu sağlayarak mevcut çevrimin takviye edilmesinde ve
uzamasında şüphesiz anahtar bir rol oynamıştır. Düşük ücretlerin hâkim olduğu
ekonomilerden gelen rekabet tehdidinin de, son zamanlara kadar ileri kapitalist
ülkelerdeki ücretler üzerinde baskılayıcı bir etkisi olmuştur. Her ne kadar
bunun ne derece etkili olduğu tartışmalı ve her halükarda ölçülmesi güç olsa
da, işletmelerini diyelim İngiltere’den Çek Cumhuriyeti’ne kaydıran büyük bir
ulus-ötesi motor şirketinin yarattığı tehdidin, iş gücünün tepesinde sallanan
bir Damokles kılıcı olduğu muhakkaktır. Sendikacıların “küreselleşmeye” karşı
düşmanlıkları bu ekonomik şantajdan bağımsız değildir.
Kendilerini haklı çıkarmak için ek delil olarak enflasyonun
çok düşük olduğunu vurguluyorlar. Petrol bir tarafa bırakılırsa, en azından şu
an için fiyatların düşük seyretmekte olduğu doğrudur. Son günlere kadar
Amerika’da enflasyon %1,9 civarındaydı, ki bu savaş sonrası dönem itibariyle
tarihsel olarak düşük bir değerdir. İşsizlik azalmıştır ve Amerika’da son 30
yılın en düşük düzeyine inmiştir. Hepsinden öte, ekonominin temel motor gücü
olan emek üretkenliğinde bir patlama olmuştur. Tüm bu argümanlar bugünkü
boom’un ilelebet süreceğini ispatlama maksadıyla ileri sürülmektedir.
Bir kez daha Yeni Ekonomik Paradigma üzerine
Olgular Yeni Ekonomik Paradigma teorisini ne ölçüde
destekliyor? Bu teorinin savunucuları mevcut ekonomik boom’un gücünü gösteren
rakamlar üretiyorlar. Yeni teknolojinin, üretkenliği her yolla yükseltmede
muazzam bir etkisi olduğuna şüphe yok. Elbette! Eğer üretkenliği ve kâr haddini
arttırıyor olmasaydı yeni teknolojiye yatırım yapmanın hiçbir anlamı olmazdı.
Tüm kapitalist üretimin amacı emek zamanından tasarruf ederek artı-değer
miktarını arttırmaktır.
Ancak bu, tek bir sektöre, sadece enformasyon teknolojisi (IT)
sektörüne ilişkin olarak doğrudur. Bu sektör şüphesiz önemli bir sektördür.
Yarı-iletken satışları yalnızca 1999 yılında %17 artmıştır. Amerika’da şu anda
dokuz milyondan fazla insan, belki daha da fazlası, bu sektörde çalışıyor. Bu
önemli bir olgudur. Fakat eşit miktarda önem taşıyan bir olgu da, ciddi bir
üretkenlik artışının yaşandığı tek sektörün bu sektör olduğudur. Tüm Amerikan
ekonomisinin bu sektöre olan aşırı bağımlılığı ve bu sektörün başarısına göre
duracak veya düşecek olması alışılmadık bir durum. Böylesi bir dengesizlik,
güçlülük kaynağı olmak bir yana, ciddi bir zayıflık kaynağı olsa gerektir.
Enformasyon teknolojisi, daha önce gördüğümüz gibi, elbette
çok önemli bir sektördür: Amerika’da Ford’da veya otomobil sektöründe veya demir-çelik
sektöründe çalışandan daha fazla insan şu anda IT’de çalışıyor. Bu olgu, üretimin
ve işçi sınıfının değişen doğasını yansıtmaktadır. Şüphesiz bu, kapitalizmin
tüm tarihinin değişmez bir özelliğidir. İşçi sınıfının bileşimi, üretim sürecindeki
her değişiklikle birlikte sürekli olarak değişir. Bilgisayar sanayiinde çalışan
şimdiki işçi kuşağı, Ford’un üretim bandındaki işçilerden farklı biçimde çalışıyorlar.
Ama fark yalnızca görelidir. Onlar, yaşamak için işgüçlerini satan işçiler olmaktan
çıkmadılar. Dahası, farklı üretim branşları arasındaki farklılıklar gün geçtikçe
azalmaktadır. Çok sayıda işçinin bilgisayarlarla çalışmak üzere bir araya toplandığı
büyük ofisler ve çağrı merkezlerindeki koşullar büyük fabrikalardakini andırıyor.
Aslında buradaki koşullar çoğunlukla daha kötüdür. “Toplumsal varoluş bilinci
belirler” aksiyomu Marksizme aittir. “Beyaz yakalı” işçilerin koşulları sanayi
proletaryasınınkine benzedikçe, onlar da bir sınıf bilinci geliştireceklerdir.
İngiltere ve Amerika’daki çağrı merkezlerinde patlak veren grevler bunu göstermektedir.
Gelişmelerin nasıl bir şekil alacağı burada görülüyor.
Ford gibi geleneksel sanayilerde dahi, yeni teknolojinin uygulanması,
daha az sayıda işçinin, daha kısa sürede ve daha az fiziksel kuvvet harcayarak
daha fazla üretmesiyle bir üretkenlik artışı doğurmaktadır. Yeni teknoloji üretkenliği
farklı yollarla arttırmaktadır. Örneğin, yeniliklerin daha hızlı iletilmesi
vasıtasıyla. Sermayenin tahsis edilme biçimindeki çok küçük ilerlemeler bile
muazzam sonuçlara yol açabilmektedir. Fiyat yapısı daha rekabetçi hale gelmektedir.
Ticarethaneler daha küçük stoklar tutabilmekte ve piyasa koşullarına daha çabuk
reaksiyon verebilmektedirler. İsveçli çelik üreticisi Sandvik Cormant’ın, satışlarının
%40’ını internet üzerinden gerçekleştirmeyi bekliyor olması, sipariş maliyetlerinde
yarı yarıya bir azalma demektir. Bazıları, yeni teknolojinin uygulanması vasıtasıyla
elde edilecek böylesi ilerlemelerin küresel büyüme oranını %1 arttıracağını
tahmin ediyor.
IT’de kazanılan üretkenliğin tüm ekonomide ne ölçüde genel bir
ilerleme anlamına geldiği sorusu, ekonomistler arasında halen hararetle tartışılmaktadır.
Örneğin tüm ülkelerde hızla büyüyen hizmet sektöründeki üretkenlik artışını
kestirmek oldukça güç. McDonalds’daki hamburger paletinin üretkenliği nasıl
ölçülür? Açık olan şudur ki, bugüne kadar bu sektörde kaydedilen üretkenlik
artışlarının Amerikan ekonomisinin geri kalanı için açıkça saptanması gerekmektedir.
Dahası, mevcut gelişmeler, yeni teknolojinin uygulamaya konmasıyla ciddi bir
sorun olan kâr etme sorunu arasında otomatik bir bağlantı olmadığını göstermektedir.
Yapılan devâsa yatırıma rağmen halen hiç kâr etmemiş olan Amazon.com örneği
bu durumu yansıtmaktadır. Kapitalistlerde, yeni teknoloji heveslilerinin bazı
aşırı iddialarına temkinli yaklaşılması gerektiği fikri yavaş yavaş hasıl oluyor!
Üretkenlikte ilerleme kaydedildiğine hiç şüphe yok, fakat bu
boom-çöküş çevriminin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Bu olgu ciddi burjuva
ekonomistleri tarafından da fark edilmiştir. 14 Şubat tarihli Business Week
bu bakımdan şunları yazıyordu: “ekonomiyi şimdiki yüksek düzeylere –ne yükseklik
ama– çıkaran aynı güçler, onu daha sert bir iniş tehlikesi ile karşı karşıya
bırakıyor. Eninde sonunda yeni ekonomik boom’u, yeni bir ekonomik iflâs takip
edecek gibi görünüyor. Bir resesyon ve borsa çöküntüsü pek çok insanın beklediğinden
çok daha derin olabilir.” (vurgu bize ait) Bu derin tahlil sermayenin ciddi
stratejistlerinin görüşlerini yansıtmaktadır. Bu, tek bir makalenin söyledikleridir,
daha birçok burjuva aynı hususlara dikkat çekmektedir, ve şüphesiz böyle yapmak
için geçerli nedenleri vardır.
Hızlı büyüme
İlk bakışta, olgular YEP teorisine güçlü bir dayanak sağlıyormuş
gibi görünüyor. 1995’ten bu yana, ortalama %4,4 büyüme oldu ve işsizlik de %4’lere
düştü. En önemlisi, üretkenlik yılda %2,8 oranında yükseldi. Bu durum pek çok
insanın, ABD ekonomisinin, bu boom’un ilelebet sürmesini sağlayacak kadar radikal
bir değişim geçirdiğini sanmasına yol açtı.
Bu teorinin vardığı sonuca göre, ki bunu kabul etmemiz istenmektedir,
kapitalizm radikal bir değişim geçirmiştir, kapitalistler sonunda sistemi kontrol
altına almışlardır (ya da daha doğrusu, piyasa kendi kendini kontrol etmektedir)
ve en sonu, çöküşler bertaraf edilmiştir. Eğer durum gerçekten bu olsaydı, elbette
ki Marksistlerin her şeyi yeniden gözden geçirmeleri gerekirdi, burada söz konusu
olan bir ya da bir kaç küçük detay değildir. Eğer Yeni Ekonomik Paradigma doğruysa,
Marksizmin ekonomik temeli yanlışlanmış demektir, üç ciltlik Kapital’in
tarihi antikalar müzesine emanet edilmesi ve en sonu, Marksizmin tüm siyasi
programı, politikaları ve perspektiflerinin üzerine bir soru işareti koymak
gerekecektir. Bu makalenin amacı, bu iddiaların hiçbirinin doğru olmadığını
ve sözde Yeni Ekonomik Paradigmanın ciddi bir değerlendirme karşısında dayanamayacağını
göstermektir.
Önce, şimdiki çevrimin uzunluğuna ilişkin ilk argümanla başlayalım.
Daha önce de vurguladığımız gibi, boom’un 115 aydır sürdüğü doğrudur. Ancak
bu nokta ihtiyat gerektiriyor. Eğer 1991’den 1995’e kadar olan ilk dört veya
beş yıla bakarsak, bu boom’un aşırı düşük büyüme oranı, yatırım azlığı ve yüksek
işsizlik gibi unsurlarla belirlenen, aşırı uyuşuk bir boom olduğunu görürüz.
Aslında İngiltere, Avrupa ve hatta Amerika’daki işçiler bunu bir boom’dan çok
bir resesyon gibi hissettiler. Bu olgu, zamanında onu “keyifsiz boom” olarak
adlandıran tüm ciddi burjuva yorumcular tarafından kabul edilmişti. The Economist
geçenlerde şöyle diyordu: “1995’e kadar insanların çoğu bir resesyon olduğunu
düşünüyordu.” Bu küçük detay YEP savunucuları tarafından çoktan unutulmuş görünüyor.
Bu nedenle mevcut boom’un uzunluğuna atıf yaparken, gerçekte 1995’ten bugüne
geçen beş yıllık süreden bahsediyoruz. Yine de bu, bir ekonomik genişleme için
hatırı sayılır bir süredir, fakat bazı çevrelerin bu çevrim hakkındaki abartılı
iddiaları düşünüldüğünde çok kısa kalmaktadır.
Boom sadece zaman olarak genelde iddia edildiğinden daha kısa
olmakla kalmamış, yakın zamana kadar coğrafi bakımdan da son derece sınırlı
kalmıştır. Gerçekte boom çok yakın döneme kadar temelde Amerika’ya özgü bir
olgu idi. Amerika’da önemli bir üretkenlik artışı vardı, ancak bu, diğer ülkelere
ya yansımamıştı ya da önemsiz ölçüde yansımıştı. Boom’un ancak iki yıl kadar
önce başladığı, ve o zamandan beri çok düzensiz bir seyir izlediği Avrupa için
bu özellikle geçerlidir. İngiltere bir dereceye kadar ABD’ye (ondan çok daha
zayıf da olsa) paralel bir büyüme gösterdi. Bu durum, gerçekte bir uydusu haline
geldiği ABD’ye olan aşırı bağımlılığını kısmen yansıtmaktadır. Sınai temeli
boom süresince erozyona uğramaya devam eden İngiliz kapitalizmi için bu bağımlılık
ciddi sonuçlar doğuracaktır. Amerika’ya bu ölçüde bağlı olmak demek, boom’a
erken girildiği için bir resesyona da ilk girecekler arasında olmak demektir
ki, bu da İngiltere’yi şiddetle sarsacaktır.
Diğer bazı Avrupa ülkeleri, çoğu durumda Amerika’daki boom’un
bir ürünü olarak oldukça gecikmeli de olsa, önemli bir büyüme kaydettiler. Amerika’da
talebin yükselmesi, doların güçlü ve euro’nun zayıf oluşu, Avrupa kapitalistlerinin
Amerika’ya yaptıkları ihracatta patlamaya yol açtı. İrlanda’da yüksek bir büyüme
oranı gerçekleşti. Daha yakın bir dönemde İspanya da bir boom yaşadı. Fakat
Avrupa’nın geleneksel motor gücü Almanya’daki büyüme (çok kısa bir süre öncesine
kadar) yüksek bir işsizlik oranı ile beraber düşük seviyelerde seyrediyordu.
Genelde Avrupa’nın ve özellikle de Almanya’nın zayıflığı euro’nun zayıflığında
kendisini göstermektedir. Schröder geçenlerde, akıl almaz biçimde ve Almanya’nın
geleneksel konumu ile çarpıcı bir tezat oluşturarak, Almanya’nın, ihracatta
rekabet gücünü arttıracağı için euro’nun zayıf olmasını tercih ettiğini açıkladı.
Ancak euro’nun zayıflığı, Avrupalı kapitalistlere pahalıya patlayacak bir lükstür.
Avrupa’daki enflasyonun yükseldiğine dair belirtiler daha şimdiden görülmektedir.
Bu durum Avrupa merkez bankasına, faiz oranlarını yüksek tutması için baskı
yapacaktır, bu da büyüme oranlarının sürekli olarak dizginlenmesi sonucunu getirecektir.
İkinci dünya savaşından beri Asya’nın geleneksel dinamosu Japonya’ya
bakarsak durum daha da netleşecektir. Japonya son 10 yıldır bir resesyon içinde,
ve bu durumdan daha yeni kurtulmaya başladı. Yine de Japonya’daki toparlanma
artık geçmişteki gibi bir rol oynayamayacak kadar cılızdır. Dahası bu toparlanma
bütünüyle yapay temellere dayandığından fazla da sürmeyecektir. Dünyanın başlıca
motor güçlerinden biri olagelmiş Japonya’nın içine düştüğü bu müşkül durumun
kendisi bile durumda köklü bir değişiklik olduğunu gösteriyor.
Asya’ya gelelim. Doğu Asya’nın yıllarca kapitalist sistemin
kurtuluşu olarak gösterildiğini hatırlamakta fayda var. 1992 ve sonrasında burjuvazinin
Asya hakkında yazdıklarına şimdi yeniden bir göz atmak çok öğretici. Hepsi Asya’yla
yatıp Asya’yla kalkıyorlardı, Asya herşeydi. Hatta resesyonlarla kesintiye uğramayan,
sürekli yüksek büyüme oranları sağladığı iddia edilen sözde bir “Asya modeli”
ileri sürmüşlerdi. O zaman açıkladığımız gibi, bu iddiada yeni olan hiçbir şey
yoktu. Engels daha 19.yy sonlarında, Kapital’in üçüncü cildinde, Lancashire’lı
pamuk imalatçılarının uçsuz bucaksız görünen Çin piyasaları hakkında besledikleri
hayallerden bahsetmişti. O günlerde, her Çinli’nin etek ucu birkaç inç uzatılıverse
İngiliz pamuk sanayiinde bir daha ticari resesyonun yaşanmayacağı söylenirdi.
Aynı argümanlar şimdi Yeni Ekonomik Paradigma savunucuları tarafından ileri
sürülüyor. Dolayısıyla, bu kadar iddialı şekilde ileri sürülen argümanların
hiçbirinde yeni bir şey yok.
Dünya ekonomisinin anahtarı: Amerika
Şimdi de Amerika’daki duruma bir bakalım. Bir büyümenin yaşandığı
ve bu büyümenin önemli olduğu (halen de olmaya devam ettiği) tartışmasızdır.
Zira tartışılan mesele açısından bu pek bir şey ifade etmiyor. Sorun, ABD’de
bir büyümenin yaşanıp yaşanmadığı sorunu değildir. Sorun, bu büyümenin daha
önce görülmemiş, tamamen yeni bir gerçekliğin göstergesi olan istisnai bir karaktere
sahip olup olmadığı, ve sonuç olarak kapitalist çevrimin değişip değişmediğidir.
İktisadi çevrimlerin tarihi hakkında en ufak bilgisi olanlar
bile, aynı dil ve düşünüş tarzının her iktisadi çevrimin tepe noktasında bıkıp
usanmadan daima yeniden üretildiğini bilirler. Yukarı doğru spiral bir hareket
olur olmaz, dilin kemiği ortadan kalkar! Evet borç içindeyiz, ama hisselerimizin
değeri yükselince hepsini telâfi edeceğiz. Daha önce gördüğümüz gibi, bu bir
süre için devam edebilir. Fakat mahşer günü kaçınılmaz olarak gelip çatacak,
para geri alınamadığı zaman hisseler baş aşağı inişe geçecek; ve tümü birden
çorap söküğü gibi gelecek. Yukarı doğru spiral hareketi doğuran tüm faktörler,
belirli bir noktadan sonra kendi karşıtlarına dönüşür. Elbette kesin vakti kimse
öngöremez; yapılabilecek olan yalnızca bilgiye ve deneyime dayalı bir tahmindir.
Ama mutlak bir kesinlikle söylenebilecek olan şey şudur ki, herşey çözülmeye
başladığında kritik bir noktaya varılmış olacaktır. O zaman burjuvazi ciddi
güçlükler yaşayacak ve mahşer gününü geciktirdiği ölçüde bu güçlükler o kadar
fazla olacak.
“Temellerin sağlam” olduğuna dair tüm itirazların tersine, şimdiki
boom kilden ayakları üzerine dikilmiş bir deve benziyor. Daha önceki metinlerimizde
de açıkladığımız gibi, Marx’ın fiktif sermaye –gerçek değeri olmayan kağıt para–
olarak adlandırdığı büyük miktarda para borsaya yatırılmış durumdadır. Borsadaki
yükselişin, eninde sonunda patlayacak dev bir balon olduğuna tüm ciddi burjuva
ekonomistler katılmaktadırlar. Bu spekülatif sermayenin büyük bir bölümü, birleşmeler
ve el değiştirmeler furyasıyla alâkalıdır. Bunlar üretici güçlerde bir gelişmeyi
mi temsil ediyor? Tam tersine. Her birleşmeyi üretim araçlarında bir tırpanlama,
kapatmalar ve geçici işten çıkarmalar izliyor. Böylesi araçlarla kapitalistler,
üretici güçleri sistemin dar sınırları içerisinde makul gördükleri düzeye indirmeye
çalışıyorlar.
Pek az insan borsadan anlar. İnsanlar onu bir banka gibi görmektedirler,
oysa gerçekte borsa insanın bir yandan çok para kazanabileceği, bir yandan da
donunu kaybedebileceği bir kumarhanedir. Business Week şöyle diyor: “Savaş
sonrası Amerikan nüfus patlamasının çocukları, emeklilik yıllarını mali olarak
güvenceye almak için yollar aradılar ve parayı yatırım fonlarına akıttılar.”
(Business Week, 14.02.2000)
İnsanlar aslında emekli maaşlarını ve evlerini borsada bahse
yatırmışlardır. Bu nedenle eldeki mal mülkün fiyatlarında herhangi bir düşmenin
etkileri şiddetli olacaktır. Bunun toplumsal ve politik etkileri de açıktır.
Tüm ciddi ekonomistler ABD’deki yüksek borç düzeyinden kaygı
duymaktadırlar: “Amerika’daki özel borçlanma furyasının bu kadar uzun sürmesine
hiçbir şekilde izin verilmemeliydi.” The Economist sızlanarak,
bunun “inişi yumuşak değil, sert bir “iniş” haline getiren tehlikeli
bir aşırı ısınmaya katkıda bulunduğunu” söylüyor. (The Economist 22.01.2000)
Amerika’daki durumun burjuvazinin düşünen katmanına bu kadar
alarm verici gözükmesinin sebebi, ABD’nin Japonya’nın 1980’lerde yaptığı gibi
hareket ediyor olmasıdır. Japonya’nın sonuçta on yıldır süren bir resesyona
saplandığını ve hâlâ da kurtulamadığını biliyorlar. Kesinlikle önceki dönemin
bir kalıntısı olan bu durum, Japonya için yeterince kötüydü, ama Amerika şu
anda dünya ekonomisini ayakta tutmaktadır. Bu nedenle tüm dünya ölçeğinde burjuvalar
bu durumdan ciddi biçimde kaygılanmaktadırlar. “Yeni Ekonomik Paradigma” üzerine
Amerika’da gevezelik eden kesimlerden yükselen boş laflar onları pek rahatlatmıyor.
Marx ve yenilik
Gördüğümüz gibi şimdiki çevrimin asıl genişleme sahasını enformasyon
teknolojisi oluşturmaktadır. Eski Çalışma bakanı Robert R. Reich genişleme için
verilen kredilerin yüzde yetmiş kadarının bilgisayar ve internete ait olduğuna
inanıyor. Marksizm açısından tüm bunlarda yeni hiçbir şey yoktur. Bunlar, Kapital’i
bir yana bırakalım, daha Komünist Manifesto’da öngörülmektedir. Manifesto,
tüm Marksistler için elifba olan şeyi, yani kapitalist sistemin tarihte yer
alan önceki tüm sistemlerden farklı olarak, ancak üretim araçlarını sürekli
devrimcileştirerek varolabileceğini açıklar.
Enformasyon teknolojisinin uzun vadeli etkilerinden konuşmak
moda haline geldi. Bunların önemli gelişmeler oldukları açık. Fakat böylesi
gelişmeler her iktisadi çevrimde olur. Burada ticaret çevriminden değil, dünya
savaşları arasında kalan dönemin aksine savaş sonrası yükseliş dönemi gibi,
kapitalizmin farklı evrelerini belirleyen geniş tarihsel dönemlerden bahsediyoruz.
Kapitalizmin geniş çevrimleri üzerine en yüzeysel araştırma bile, sanayi devriminden
beri bunların yeni teknolojiye yapılan yatırım ve bunların her birinin uzun
vadeli sonuçları ile belirlendiklerini kesinlikle ortaya koyacaktır. Buhar gücü
sanayi devriminin temeli idi. Tekstil üretiminde devrim yaptı. Bunu 19. yüzyılın
ikinci yarısında demiryolları boom’u izledi.
Kapitalistler her çevrimde kârlı bir yatırım alanı ararlar.
Şu anda bu rolü IT oynuyor. İnternetin, özellikle geleceğin planlı sosyalist
ekonomisi açısından taşıdığı muazzam sonuçlar bakımından çok önemli ve anlamlı
bir buluş olduğuna hiç şüphe yoktur. Fakat üretici sistemi boom-çöküş çevriminden
kurtaracak kadar değişikliğe uğrattığını tartışmak saçmalıktır. On a Knife’s
Edge’de [Bıçak Sırtında] vurguladığımız gibi, her çevrimde hiç de
daha az devrimci olmayan buluşlar olmuştur, hatta çoğunlukla bundan daha fazlası
olmuştur. Demiryollarının, buharlı gemi ve telgrafın etkileri, dünyayı birbirine
bağlamakta internetten çok daha devrimci adımlardı. Demiryolunu motorlu araba
(“Fordizm”), elektrik, enerji, kimyasallar, plastik, radyo, televizyon, uçaklar,
radar, nükleer enerji izledi. Tüm bunlar büyük ilerlemeleri temsil ediyorlardı.
Tüm bu dev ve etkileyici teknolojik gelişmeler bize gelecekte
sosyalist bir toplumda nelerin mümkün olabileceğinin bir resmini veriyor. Bununla
birlikte, teknolojinin varolması gerçeğinden, iktisadi çevrimin olmadığı sonucuna
varılamaz. Bu yargı resmi mantığın bakış açısından bile bir nedensellik
arz etmez. Tarihsel bir perspektiften bakıldığında ise sadece saçmadır. Örneğin
en sarsıcı teknolojik gelişmeler 1920’lerde ve 1930’larda oldu: telefon, elektrik,
uçaklar, arabalar, televizyon ve diğer pek çoğu. Ama geliştirilemediler. Neden
geliştirilemediler?
Belli bir teknolojinin geliştirilebilmesi için, onu geliştirecek
maddi güce sahip olan sınıfın çıkarına olması gerekir. Antik devirlerde bile
bunu görmek mümkündür. Yunanlılar buhar gücünü bulmuşlar ve buharlı makinelerin
çalışan modellerini o günlerde yapmışlardı. Ancak geliştirilemedi ve yalnızca
bir oyuncak ve merak olarak kaldı. Neden? Çünkü köle ekonomisi, açıkça sınırsız
bir karşılıksız insan emeği kaynağına dayanıyordu. Köle sahipleri neden emek
tasarrufu yapan makinelerle ilgilensinler ki? Benzer bir durum serflerin bağımlı
emeği üzerine kurulu feodalizmde de olmuştur. Feodal toprak sahibinin, el koyduğu
artıyı makinelere ve teknolojiye yatırmakta hiçbir çıkarı yoktu. Elinin altında
serflerin emeği varken bunu neden yapsın? Emek zamanı ekonomisi ancak kapitalizmin
ve sanayi devriminin gelişi ile hayati bir önem kazanmıştır ve kapitalizmin
son iki yüzyıllık gelişiminin tüm evrelerinde bunu görmek mümkündür. Marx’ın
açıkladığı gibi, kapitalizm kendisini üretici güçlerin sürekli devrimcileştirilmesine
dayandıran gelmiş geçmiş tek sosyo-ekonomik sistemdir.
Ancak bu hiç de kapitalistlerin teknolojiye yatırım yapmakla
ilgilenmelerinin sebebinin teknoloji sevdası olduğu anlamına gelmez. Burjuvalar
ancak yatırımlarından uygun bir kazanç sağladıkları sürece yatırım yaparlar,
daha ötesi için asla. Yatırım çevrimi içinde belli bir noktaya gelindiğinde,
sermayenin getirisi daha öte yatırımı garanti altına almaya artık yetmez. Bu
noktada kapitalistler yatırım yapmayı keser ve boom çöker. Teknolojinin ve üretici
potansiyelin mevcut olması yalın gerçeği, bu bakımdan krizlere karşı hiçbir
garanti oluşturmaz. Tam tersine. Nihayetinde aşırı yatırıma, aşırı üretime,
kâr oranında düşmeye, ve kâr kütlesinde nihai bir düşüşe sebep olarak krize
yol açan, yeni alanlara akan kontrolsüz yatırım selinden başka bir şey değildir.
Yatırım ve kâr oranı
Tarihteki tüm diğer boom’larda olduğu gibi işi ayakta tutan
yatırımdır. Yeni Ekonomik Paradigmanın savunucuları zafer edasıyla, 1999 yılında
yalnızca Amerika’da 45 milyar dolar yatırım yapan sözde risk sermayesinin gelişimine
işaret ediyorlar. Risk sermayesinden kasıt, enformasyon teknolojisi sektöründe
yeni işlerin kuruluşuna yatırılan sermayedir. Özellikle 1990’da 3,7 milyar olan
değerle karşılaştırdığımızda, bu açıkça önemli bir miktardır. 2000’in ilk çeyreğinde
yeni iş kurma yatırımlarına 27 milyar dolar gitmişti. Bir önceki yıl bu değer
6,2 milyar idi. Risk sermayesi sektöründeki yatırımlarda dev bir artış anlamına
gelmektedir bu. Bu olgunun Amerika için sadece ekonomik anlamda değil, toplumsal
ve politik anlamda da önemli sonuçları vardır. Bu sermayenin bir kısmı sıradan
Amerikalılardan borsa aracılığıyla alındı. Aslında risk sermayesi olgusu borsada
yaşanan boom’un kendisi ile yakından ilintilidir.
Yatırım kapitalist sisteme can veren kandır. Yatırım akışı böylesi
bol miktarda sürdüğü sürece boom’un devam etmesi mümkündür. Ancak kapitalistin
kâr için yatırım yapma dürtüsü, her durumda, er ya da geç kafasını kapitalist
sistemin temel çelişkisine çarpar: kapitalistlerin artı-değer için besledikleri,
yatırımı körükleyen sınırsız iştah ile pazarın ve toplumun tüketim gücünün sınırlı
doğası arasındaki çelişki. Sürecin nasıl gerçekleştiğini daha önce göstermiştik
(bk. On a Knife’s Edge). Tarihteki her boom’da böyle olmuştur. Yeni bir
yatırım alanı ilk ortaya çıktığında, bu alana ilk giren kapitalistler büyük
servetler kazanır ve süper kârlar elde ederler. Bill Gates günümüzden bir örnek.
Ancak sorun, diğerlerinin de geriden gelmesidir: onlar da aynı teknolojiyi devreye
sokmak zorunda kalırlar. Bu bir çelişki doğurur. Bir çıkış kapısı gören burjuvalar
(hem de ne büyük bir çıkış kapısı gibi görünüyordu!) oraya doluşmuşlardır. Birçok
küçük yatırımcıyı da cesaretlendirip peşlerine takmışlardır, en yakın uçuruma
koşan lemmingler gibi.[2] Doğaldır!
Hepsi sahnede yer kapmak istiyor! Fakat sonra yasa işlemeye başlıyor. Başlangıçtaki
dev boyutlu kâr oranı önce normal seviyelere iner ve sonra yine düşmeye devam
eder.
Aşırı yatırıma ve aşırı üretime doğru içsel bir eğilim vardır.
Kapitalist sistemin ana çelişkisi de budur: kapitalistlerin artı-değere duyduğu
sınırsız susuzluk ve kitlelerin sınırlı tüketim gücü arasındaki çelişki. Kapitalistler,
Marx’ın Birinci Kesim olarak adlandırdığı alana –üretim araçlarının üretimi–
yatırım yaparak bir krizi bir süreliğine engelleyebilirler. Mevcut boom’da durum
böyle olmuştur. ABD’de bilgisayar üretimine yüklü bir yatırım yapılmıştır. Boom’un
başlıca motor gücü bu olmuştur.
En şaşırtıcı miktarlar yeni teknolojiye, özellikle de internete
yatırılmış durumda. İnternet hisseleri başlangıçta baş döndürücü seviyelere
fırladı. Bu şirketlerin pek çoğu henüz bir sent bile kâr etmiş değil. Bu çelişki
devam edemez. Yatırımcılar ellerindeki hisselerin basılı oldukları kağıttan
daha değerli olmadıklarını fark ettiklerinde, bir düşüş olacak. Bu şimdiden
başladı. Amazon hisseleri 1999 Aralık ile 2000 başındaki bir aylık sürede 103
milyar dolardan 66 milyar dolara indi, Nasdaq endeksinde yeni teknoloji hisselerine
duyulan güven krizini yansıtan sert bir düşüş oldu. Neden? Çünkü kâr etmiyorlar.
Üstelik internet hisselerinin son 12 ayda yaklaşık yüzde 1000 artmış olmasına
rağmen. Bu, biriken ve er ya da geç çözülmesi gereken yakıcı çelişkileri gösteriyor;
tıpkı ödenmeyen faturanın eninde sonunda ödenmek zorunda olunması gibi.
Asya krizi, piyasa aşırı-üretim (“aşırı-kapasite”) sınırına
ulaştığında neler olduğunu gösterdi. Ancak şimdiki çevrimde bu nihai noktaya
henüz ulaşılmadığı açıktır (şimdiye kadar ulaşacağını düşünmüştük, ama hâlen
olmadı). Üretkenlik artışının itilim verdiği genişleme sürüyor. Her kapitalist
çevrimin motoru olan yatırımlar devam ediyor. Bu durum devam ettiği sürece,
boom da yürürlükte kalabilir. Yeni yatırımlara harcanmakta olan paranın, yeni
iş olanaklarının yaratılmasında, talebin ve kredilerin artıp genişlemesinde,
ve dolayısıyla boom’un uzatılmasında hâlâ bir etkisi vardır. Tüm bunların şu
anda yaşandığına dair elbette bir tartışma yok, ama yüzeyin biraz altına bakıldığında
çok daha endişe verici bir resim belirmeye başlıyor. Tüm bu sermaye ne için
yatırılıyor? Elbette kâr elde etmek için. Beklenen kârın gerçekleşme olasılığı
nedir sorusunu sorduğumuzda ise, cevap giderek daha muğlak olmaktadır.
Üretkenlik
Borsanın yükselişi sistemin itici gücünün ne olduğunun en belirgin
ifadesidir: kendisini yatırımcılara “cennetin kudret helvası” olarak sunan artı-değere
duyulan doymak bilmez açgözlülük –sanki büyü ile ortaya çıkan kârlar ve hisse
payları. Çabuk yoldan zengin olmak için bu çılgın yarış, şüphesiz teknolojik
yeniliklerin hızlanmasında bir rol oynadı. Yatırımcılar yakın zamana kadar şu
ya da bu yeniliği vaat edenlere para vermek için birbirleriyle yarıştılar. Bu
durum, yeri geldiğinde ekonominin belirli bazı sektörlerinde bir süre için üretkenliğin
patlamasına yol açtı. Emek üretkenliliğinin, işçinin daha az zamanda daha çok
üretmesini sağlayıp, böylece daha fazla artı-değer üreterek, emek zamanından
daha fazla tasarruf edilmesi anlamına geldiğini hatırlayalım. 1995-98 yılları
arasında elde edilen üretkenlik artışının yarıdan fazlasının teknolojinin ivmeli
gelişiminden kaynaklandığını gösteren Emek İstatistikleri Bürosunun (BLS) yeni
yaptığı bir araştırmanın sonuçları, üretkenlik açısından teknolojinin önemini
göstermektedir.
Burada özetlenen süreç şimdiki çevrimde açıkça görülebilir.
Pazara ilk girenler, gerçekten ortalamanın aşırı üstünde, muazzam kârlar elde
ettiler. Fakat sonra diğerleri de aynı yatırım alanlarına akın etti. Sorun çok
basit: ya yatırım yap ya da öl! Para en yüksek getiri oranları beklentisiyle
bu risk alanlarına aktı. Fiilen her sanayide yeni rakipler sahneye çıktı: telekom,
internet, bilgisayar. Böylece boom, ekonominin tüm diğer alanlarına giren daha
fazla sermaye yarattı: sağlık, sigorta, bankacılık, elektrik-su-havagazı, emlak
ve süper marketlerden tutun mahalledeki bakkala kadar. Sebep sonuca, sonuç da
sebebe dönüşür. Talebin ve kredinin genişlemesi birbirini besleyerek ekonomiyi
yukarıya doğru yükseltir. Kârlar (ya da kâr beklentisi) borsadaki yükselişi
körükler, borsadaki yükseliş de daha fazla yenilik, daha fazla üretkenlik ve
daha fazla kârlar (gerçek ya da hayali) sağlar. Bu böylece sürer... Ama bu sürecin
(“erdemli” bir büyüme “çevrimi”) belirli sınırları vardır.
Öncelikle bu genişleme bir özgür seçim ya da planlama meselesi
değildir. Zorunluluklar ve kapitalist birikimin iç yasaları tarafından yönlendirilir.
Kapitalistler yeni teknolojiyi eğlence olsun diye devreye sokmazlar. Yok olup
gitme sancısıyla yenilik yapmaya zorlanırlar. İlk önce Bill Gates Microsoft
adına pazardan büyük bir parsa kapmıştı, diğerleri mecburen onu izledi, ardından
Windows ürününü sürekli olarak geliştirmek zorunda kaldı, onun ardından diğerleri
de onun üzerine geliştirmeler yapmaya çalıştılar, vs. vs. Elbette bu, Microsoft’un
rakiplerini batırmak için tüm gücünü kullanmasını ve bir tekel oluşturmasını
engellemez. Fakat bu başka bir mesele. Burada asıl nokta, isteseler de istemeseler
de artan bir hızla yenilik yapmayı kabul etmek zorunda kalışlarıdır. Sürekli
artan miktarlarda sermaye yatırmaya ve kalabalık bir piyasada fiyat kırmaya
zorlanıyorlar. Kâr oranları hızla daha normal seviyelere düşer. Artık mesele
–genellikle işgücünün zararına– kâr marjlarını koruma mücadelesidir.
Burada tasvir edilen süreç, bugünkü çevrimi –en azından şimdiye
kadar– karakterize eden düşük enflasyon seviyesini bir miktar açıklıyor. Teknolojik
ilerlemeler her boom’da metaların ucuzlamasına yol açar ki, bu boom da
bir istisna değildir. Üretkenlik artışı genellikle daha fazla büyüme ve düşük
enflasyon demektir. Son yıllarda bilgisayar ve ilgili ürünlerin fiyatlarında
en dramatik düşüşleri gördük, ve bu hâlen de sürmektedir. Başlangıçta bu, emek
tasarrufu yapan en yeni makineyi daha düşük bir fiyata devreye sokan şirketlere
yaramaktadır. Böylece 1990’ların ikinci yarısında görülen yazılım ve enformasyon
teknolojisindeki hızlı fiyat düşüşleri enflasyondan yaklaşık bir yarım puan
götürdü.
Yine de bu sürecin kendisi eninde sonunda yeni çelişkiler üretecektir.
Marx makinelerden artı-değer elde etmenin imkânsız olduğunu açıklar. Makinenin
tüm yapabildiği nihai ürüne kendisinde depolanmış değeri, yani onun üretimi
için harcanması gerekli toplumsal emeği eklemektir. Makine tarafından katılan
değer, kapitalist tarafından yıpranma bedeli olarak hesaptan düşülür. Bu arada
yıpranma sadece fiziksel (paslanma, aşınma ve parçalanma vs.) değil, aynı zamanda
Marx’ın “manevi yıpranma” olarak adlandırdığı şeydir, yani demode olmadır. Örneğin
bilgisayarların demode olma hızı şaşılacak düzeydedir. Bu teknolojiye yatırılan
para toplamı çok büyük olduğundan, kapitalist için öncelikli zorunluluk başlangıçta
yatırdığı sermayeyi geri almaktır. Göreceğimiz gibi, bazen bunu söylemek yapmaktan
daha kolaydır. Çevrim ilerledikçe, giderek artan sayıda kapitalist pazara üşüşmekte,
bir aşırı-yatırım ve sonuç olarak da aşırı-üretim eğilimi baş
göstermektedir. YEP’çilerin hayallerinin tersine, kapitalizmin tabiatında varolan
aşırı-üretim potansiyeli, yeni tam-zamanında üretim teknikleri ile hiçbir surette
ortadan kaldırılmamış, hatta pek muhtemelen alevlendirilmiştir.
Mutlak ve göreli artı-değer
Yeni Ekonomik Paradigma savunucuları, yeni teknoloji için kâh
haklı sebeplere dayanan, kâh dayanmayan alışılmadık iddialarda bulunuyorlar.
Yeni teknoloji şüphesiz üretkenliği arttırmıştır. Arz zincirinin bilgisayarla
donatılmasının, stoklarının anında görüntülenmesini ve tam-zamanında üretimi
olanaklı kılarak, üretimin hiçbir zaman satışları aşamaması anlamına geldiğini
iddia ediyorlar. Böylece aşırı üretim saf dışı edilmiş oluyor. Öte yandan üretkenlik
ve rekabetin artmaya devam etmesi enflasyonu (eğer gıda ve enerjiyi saymazsak,
enflasyon son dönemlerde ABD’de gerçekten düşmüştür) kontrol altında tutmakta;
böylece Amerikan merkez bankası da faiz oranlarını yükseltmeksizin büyümenin
sürmesine izin verebilmektedir.
Üretkenliğe ilişkin olarak bile bir noktaya dikkat çekmek zorunludur:
üretkenlikteki artışın bir bölümü yeni teknolojiden kaynaklanma birlikte, büyük
bir bölümü öyle değildir. Büyük bölümünde yeni olan hiçbir şey yok. Bildik bir
yönteme dayanıyor: kas ve sinirler üzerinde eski usûl baskı. Marx’ın mutlak
ve göreli artı-değer diye bahsettiği şeydir; yani, işgününün uzatılması ve sömürünün
yoğunlaştırılması. Bu her yerde böyledir. Örneğin Amerika’da son 20 yılda haftalık
resmi çalışma süresi 40 saatten 50 saate çıktı (uygulamada daha da uzundur).
ABD’de işçiler iki yakalarını bir araya getirmek için iki veya
üç işte birden uzun saatler çalışmaktadırlar. Bununla ilgili fıkralar bile var:
örneğin, Başkan Clinton bazı işadamları ile akşam yemeğindedir. Masanın etrafına
oturmuş şampanyalarını yudumlarken Beyaz Sarayın ev sahibi kendisini över: “Ekonomimize
bir bakın! Tam bir milyon iş yarattım!” Bu sırada sessizce onları dinleyen garson
araya girer: “Evet Başkanım, biliyorum: bunların üç tanesi bana ait.”
Bu fıkra tam on ikiden vuruyor. İnsanlar uzun saatler boyunca
çalışıyorlar, bir işte, iki işte, ve hatta iki yakalarını bir araya getirmek
için üç işte birden çalışıyorlar. Bu muazzam bir baskıdır, her işçi bunu bilir.
Ve Marksistler açısından bunda şaşılacak bir şey yoktur. Marx’ın Kapital’de
açıkladığı gibi, kapitalizm altında yeni makinelere geçiş, çalışma saatlerinde
bir azalma değil, fakat iş gününde bir artış anlamına gelir.
İşgünü son on yılda her yerde acımasız biçimde arttı. Haftada 35 saatlik
çalışma süresine geçilen Fransa’da bile böyle oldu. Fransız işçileri 35 saat
kanununun herşeyden feragat etme pahasına bağışlandığı gerçeğini artık fark
ediyorlar. Sözde esnekliğe geçiş (fiiliyatta geçici işçiliğin getirilmesi),
işçilerin haklarına ve koşullarına yapılan bir saldırıyı temsil etmektedir.
Ancak belirleyici etken, boom’u her yerde karakterize eden,
ücretler üzerindeki acımasız baskı olmuştur. İşçilere, üretilenlerin miktarını
arttırmaları ve bunların üretimi için gereken zamanı azaltmaları için acımasız
bir baskı uygulanmaktadır. Ücretler üretkenlik artışlarının sürekli gerisinde
kalmıştır. Amerika’da gerçek ücretler yakın zamana kadar neredeyse 20 yıllık
bir dönem boyunca hiç artmamıştı. Burjuvaların da bizzat kabul ettiği gibi,
bunun sürdürülmesi mümkün değildir. Stephen Roach gibi bazı ekonomistler, birkaç
yıldır, Amerika’da bir “şiddetli işçi tepkisi” öngörüsünde bulunuyorlar ve bunun
başladığına dair işaretler de var. ABD’de ve diğer ülkelerde işçi sıkıntısı
görülmeye başlandı. Özellikle bir vasıflı işçi sıkıntısı var ki, bu da ücretlerde
yukarı doğru bir baskıya neden olmaktadır. Bazı kapitalist politikacıların belirli
işçi kategorileri için göçmenlik denetiminin gevşetilmesi çağrısı yapmalarının
sebebi budur. Onları buna sürükleyen şey zerrece olsun insancıl kaygılar değil,
bencil ve kısa vadeli ekonomik sebeplerdir.
Avrupa’da yeni bir yüksek teknoloji boom’u mu geliyor?
Birkaç yıl önce burjuvazi Asya’da sonsuz genişlikte bir pazar
bulduğu hayaline kapılmıştı. Ağızlarının suyu aka aka, bizlere Çin’de 1,3 milyar
kişilik bir pazar olduğunu yemin billâh anlattıkça anlattılar. Bunun çocukça
olduğunu söylemiştik, ve oldukça da iyi bir nedenimiz vardı. Kapitalist bakış
açısından bir pazar alım gücü demektir, alım gücünün olmadığı yerde pazar olmaz.
Bu açıdan Çin’de 1,3 milyar kişilik bir pazar yoktur, ama elbette Batıyı ilgilendirmeye
yetecek kadar büyük bir pazar da vardır. Şimdi benzer argümanın yeni teknoloji
için kullanıldığını duyuyoruz. Sonucun aynı olacağına hiç şüphe yok.
Kapitalistler yeni teknolojiye geçerek üretkenliği arttırabilirler
mi? Bu argüman Avrupa’ya ilişkin olarak git gide daha çok duyuluyor. Avrupa
interneti ABD’den daha geç devreye soktu ve bu da üretkenlikte bir miktar ekstra
gelişme sağlayabilir. Avrupa mobil telefonda Amerika’dan önde. Bundan sonraki
aşama internete erişim için bilgisayarlara olan gereksinimi tümden ortadan kaldıracak.
1999’da Avrupa yeni enformasyon teknolojisine 200 milyar dolar harcadı ve bunun
daha bir yüzde otuz kadarını da bu yıl harcayacağı tahmin ediliyor. Salomon’daki
ekonomistlerden biri olan Smith Barney’e göre bu yatırım, 2003 yılı itibarıyla
üretkenliği yüzde 0,5 arttırabilir. Teknik yenilikte yeni bir raunt Avrupa’da
boom’a yeni bir canlılık katabilir mi?
Bir çöküş perspektifine karşı ileri sürülen argümanlardan biri
de, özellikle Avrupa’da kablosuz iletişim alanında pek çok yeni ürünün (ve bu
nedenle de pek çok yeni yatırım alanının) yolda olduğudur. Bu alanda Amerika’dan
üstün olan Avrupa kapitalizminin durumu kurtarabileceği ümit ediliyor. Fakat
bu argüman meseleyi ıskalamaktadır. On a Knife’s Edge’de vurguladığımız
gibi, yeni teknolojik potansiyelin var olması tek başına ne bir çöküşün olmayacağı,
ne de verili aşamada bu yeni teknolojinin ekonomiye irtifa kazandıracağı anlamına
gelmez.
Avrupa’da Üçüncü Kuşak (“3G”) bir kablosuz şebeke olasılığı
hakkında çok fazla patırtı kopartıldı. Ancak, daha küçük ebatlı bir yeni mobil
“taşıyıcı” kuşağını geliştirmek için gereken sermaye toplamı geçekten nefes
kesici: 60 ilâ 200 milyar dolar. Peki bu astronomik meblağların makul bir getiri
sağlaması ihtimali nedir? En iyi durumda belirsiz. Yatırımcıların ilk coşkuları
kızgın soba üstüne düşen su gibi buharlaşıverdi. Marttan bu yana bu sektördeki
hisselerin fiyatı yüzde 50 düştü. Besbelli ki yatırımcılar ayaklarıyla oy veriyor!
Büyük Avrupa şirketlerinin gırtlak gırtlağa rekabetin zorlamasıyla bu teknolojiye
para harcamaya devam ettikleri doğrudur. Büyük bir risk alıyorlar. Yalnız geliştirme
maliyetleri bile devasa. Örneğin Nokia, toplam gelirinin yüzde 9 gibi inanılmaz
bir kısmını, ki bu yıl toplam olarak 2 milyardan fazladır, araştırma ve geliştirmeye
harcadı. Paralarını geri alabilecekler mi? Bu alandaki diğer bir büyük şirket
olan Ericsson, ancak yüzde birlik bir kâr marjıyla, kalabalık el seti pazarındaki
payını korumak için çabalıyor.
Aslında sel gibi gelen pek çok yeni teknoloji olduğunu iddia
etmenin hiçbir faydası yok: düz ekran televizyon setleri, dijital TV ve internetli
mobil telefonlar vs. Evet her türden harika icat elbette mümkündür. Ancak Henry
Ford’un şu sözlerini unutmamak gerekir: “Ben para kazanmak için iş yapıyorum,
araba yapmak için değil.” Tüm bu teknolojilerin var olduğunu biliyoruz.
Bunlarda bir para kazanma potansiyeli bulunduğunu da biliyoruz. Bununla birlikte,
para kazanma potansiyeli ile gerçekten para kazanma arasında hiç de ince olmayan
bir ayrım var. Gerçekten kâr etmek için, bir yerlerde, bir şekilde gerçekten
satmak zorundasınız. Satmak için pazara ihtiyacınız var. İşte! İşin güç yanı
da bu! Yeni teknoloji, er ya da geç kapitalist üretimin sınırlarına dayanacaktır.
Ürünler kâr etmek için üretilir. Kâr etmek için pazar bulmaları gerekir.
Pazar da bir alım gücünü varsayar.
Şunu da akılda tutmalıyız ki, boom’un tepe noktası, bir düşüşün
tam öncesi, yatırımın da daima en güçlü olduğu zamandır. Bu yüzden çöküş daima
en beklenmedik anlarda olur. Bu sefer de bir istisna olmayacak. Tüm tartışmanın
Aşil topuğu, üretkenliğin eskisi kadar güçlü biçimde yükselmeyişidir. Avrupa
Birliği’nin euro bölgesinde 1999 yılında emek üretkenliği ortalama olarak yüzde
1,9 yükseldi. 1998’de kaydedilen yüzde 2’lik artıştan kıl payı az. İngiltere’de
üretkenlik gerçekten de düşüyor. Bu üretkenlikteki artışın bir sınıra dayandığını
göstermektedir. Nihayet günde sadece 24 saat var ve işçilerin daha kısa sürede
daha fazla üretme kabiliyetlerinin de fiziksel bir sınırı var.
Sermayenin getiri oranının eskisi gibi olmadığı açıktır (Michael
Roberts’ın http://www.marksist.com’da yer alan From Bulls
to Bears adlı makalesine bakınız). Sözde kazancın azalması yasası, Marx
tarafından bilimsel olarak açıklanmış kâr oranlarının düşme eğilimi yasasının
burjuva ekonomistleri tarafından bulanık ve karmaşık hale getirilerek ifade
edilmesidir. Kapitalistler yeni teknolojiye yaptıkları yatırımların artık eskisi
kadar getiri oranı sağlamadığını keşfediyorlar. Bu noktada böylesi yatırımlar
için duydukları coşku da sönmeye başlıyor. Bu bir taraftan yatırımcıların paralarını
yeni teknoloji hisseleri ile riske atmakta duydukları isteksizliğin artışı ve
diğer taraftan internetin mobil telefonlarla birleştirilmesine ilişkin teknolojik
yenilik perspektifleri hakkındaki şüphelerin giderek büyümesi ile kendisini
gösteriyor.
“Yaklaşan İnternet Depresyonu”
Daha önce bu aşamada Amerikan ekonomisinin tamamının bir sektöre,
enformasyon teknolojisi sektörüne dayandığını göstermiştik. Bu teknolojinin
niteliği nedir? Daha önce de Business Week dergisinden alıntı yaptığımız
aynı makale bu sektörün son derece uçucu olduğunu açıklamaktadır. Çevrimleri
reddetmek bir yana makale, ekonomi bir kez yavaşlamaya başlarsa, bu sektörün
iktisadi çevrimleri n’inci dereceye dek şiddetlendireceğini izah etmektedir.
Ve bu da belli bir aşamada kaçınılmazdır. Makalenin yazarı şunu önemle söylüyor:
“Yüksek teknoloji büyümesi bir kez yavaşlarsa, ki bu belli bir noktada neredeyse
kaçınılmazdır, bu zaaflar (yani NASDAQ hisse senetleri endeksinin zaafları)
diğerlerinin zaaflarını da arttırarak ciddi bir düşüş safhası oluşturacaktır.”
Business Week’in bu analizi son derece doğrudur ve işin daha ilginç yanı
bu analizin Yeni Ekonomik Paradigmanın yıllarca aktif propagandasını yapan bir
dergiden gelmesidir. Sermayenin kafası çalışan temsilcileri bunları görebiliyorsa
bizim de görebilmemiz gerekir.
Business Week’in söylediği şey, şu anki çevrimin sürebilmesinin
tıpkı diğer çevrimlerdeki gibi çeşitli faktörlere bağlı olduğudur. Bu faktörler
birbirlerinden yalıtık olarak ele alınamaz. Bunlar birbirlerini besleyerek yukarı
doğru hareket eden normal bir büyüme spiraline neden olmaktadırlar. Fakat çevrim
kendi sınırına dayandığında spiral çözülmeye ve açılmaya başlar, faktörler birbirini
etkileyerek aşağı doğru ilerleyen kontrolü imkansız bir spiral doğurur. Buradaki faktörler sermaye yatırımının maliyeti,
ücretler, hammaddeler, krediler ve taleptir.
Çevrim kritik noktaya yaklaştıkça gözlemcilerin en zekileri
uyarı sinyallerini çalmaya başlıyorlar. Ekonomistler bunu bir süreden beri yapıyorlar.
Fakat karamsarlık eğilimi her zaman daha güçlü gelişir. Bunun en son –ve anlamlı–
örneği yakın zamana kadar YEP’in en sıkı taraftarlarından Business Week’in
Ekonomi Editörü Michael J. Mandel’dir. Son kitabı Yaklaşan İnternet Depresyonu’nda
çok ciddi bir öngörüde bulunuyor: “ABD’nin yokuş aşağı iniyor olma ihtimali
hayli yüksek, ve eğer ekonomi politikası sendelerse bu iniş trendi sevimsiz,
can yakıcı ve uzun bir hâl alır.” (Business Week , 09.10.2000)
Risk sermayesi denilen sermaye, yeni kurulan işlere ve yeniyetme
firmalara geçtiğimiz yıl yaklaşık 30 milyar dolar yatırdı, buraya giden fonlar
bu yılın başında yıllık bazda 100 milyar dolar civarında seyrediyordu. IT sektöründeki
boom’un can damarı budur. Bu bir kez kurudu mu bütün süreç duracaktır. Bu kurumanın
başladığına dair belirtiler mevcuttur. Business Week şöyle açıklıyor:
“Yeniliklerin hızı şu anda ekonominin büyümesine ve borsanın yükselişine bağlıdır.
Borsadaki düşüşler ve ekonomideki teklemeler muhtemelen yeni kurulan şirketler
için ayrılan fonların çok ama çok düşmesine ve bunu takiben de yeniliklerin
hız kesmesine neden olacaktır. Ve Mandel’e göre işte burası çevrimin kendi kendisini
beslemeye başladığı yerdir. Daha az yenilik demek, üretkenliğin daha az artması,
enflasyonda yükselme eğilimi ve şirketlerin fiyatları yükseltmeye zorlanması
demektir. Bu gelişmeler sırasıyla ekonominin daha da yavaşlaması ve piyasanın
daralması tehlikesini doğurarak, aşağı doğru giden tahripkâr bir ekonomik
spirale yol açar.” (vurgu bizim)
Kapitalist çevrim niceliğin niteliğe dönüştüğü kritik noktaya
vardığında, artık herhangi bir dış şokun olayları tırmanışa geçirmesi mümkündür.
Bu bakımdan, aynı 1974 resesyonunun yanlış biçimde “petrol krizi” olarak tanımlanmasında
olduğu gibi, krizin petrol fiyatlarındaki artış gibi sebeplere bağlanması kadar
yüzeysel bir şey olamaz. Krizi petrol fiyatlarına bağlamak yanlıştır, çünkü
öncelikle petrol fiyatlarının yükselmesi çevrimin bir sonucudur (Ortadoğu’daki
savaş gibi dış faktörlerle körüklense bile); ve ikinci olarak da, petrol fiyatları
sadece gelişimi önceden hazırlanmış bir süreci doruğuna çıkarmıştır.
Marx Kapital’in ikinci cildinde kapitalist birikim sürecinin
birçok yerden kırılabileceğini açıklar. Bu bir kez gerçekleştiğinde, faktörler,
aşağı doğru inen bir spiral oluşturacak şekilde birbirini etkilerler. Mandel
gibi ekonomistlerin endişelendiği şey budur. Bu tür bir ters dönüşe yol açabilecek
birkaç faktör vardır: yüksek petrol fiyatları, dolar ve euro arasındaki paritenin
giderek büyümesi, IT sektöründeki büyümenin yavaşlaması, borsada bir paniğe
yol açan gerilim. Bunlardan herhangi biri boom’a son verebilir. Fakat kendi
başına bunların hiçbirisi, kökleri bizzat kapitalist sistemde yatan krizin sebebini
oluşturmaz. Krizin kıvılcımı olan hadiselerle krizin kendisi arasındaki ilişki,
tesadüfle zorunluluk arasındaki ilişkidir. Veya kimyadan bir benzetme yapacak
olursak, katalizörün işlevi kimyasal bileşiklerde zaten mevcut olan bir değişimi
hızlandırmaktır.
Aslında “yeni ekonomi” çoğu insanın zannettiğinden daha kırılgandır.
Gittikçe artan sayıda ekonomist bu sektörün kendi yıkımının tohumlarını içinde
taşıdığının farkına varmaktadır. Çoğunluğu öyle değil elbette, onlar YEP hayallerine
sıkı sıkıya sarılmış durumda. Fakat manzara gittikçe kötüleşmektedir. Mandel
şöyle yazmaktadır: “Tahminciler nasıl ABD ekonomisinin 1990’lardaki büyüme potansiyelini
küçümsedilerse, şimdi de yakın gelecekteki sert düşüş ihtimalini küçümsüyorlar.”
(BW, 09.10.2000)
Mandel, Marksistlerin en başından beri söylediği şeyi, yani
yükselişe neden olan tüm faktörlerin belli bir aşamada kendi karşıtlarına dönüşeceğini
fark etmektedir. Tam da aynı faktörler ekonomiyi inişe geçirecek ve nihayet
çöküş patlak verdiğinde onu çok daha vahim hâle getirecektir. Mandel şöyle yazmaktadır:
“Teknoloji çevriminin yukarıdaki bölümünü, son yıllarda gördüğümüz gibi, hızla
yükselen teknoloji harcamalarının, hızlı yeniliklerin ve yükselen bir borsanın
eşlik ettiği uzun süreli ve enflasyondan arınmış bir boom oluşturuyordu [Daha
önce olmasa da, 1945’ten sonraki boom’lara eşlik eden enflasyonun kısmen
istisnai durumu hariç, bunlar her kapitalist boom’da görülen özelliklerdir.
–AW ve EG]. Fakat teknoloji çevrimi düşüşe geçtiğinde –ki bu kaçınılmazdır–
sonuç derin ve yaygın bir düşüş trendi olabilir. Teknoloji harcamaları
taban seviyeye inecek, yeniliklerin hızı kesilecek ve borsa hızla aşağı kayacaktır.
En sert darbeyi Yeni Ekonomide çalışan işçiler, şirketler ve 1990’lardaki boom
sırasında en fazla yükselen hisseler yiyecektir.” (BW, 09.10.2000,
vurgular bizim)
Borsa
Kapitalistler daima kârlarının uzaydan geldiğini, yani “paranın
parayı çektiğini” hayal ederler. Bu optik yanılsama, hisse değerlerinin sihirli
bir nitelik kazandığı borsa alanında özellikle daha belirgindir. Öyle ki, bunların
yanında eski simyacıların kurşundan altın elde etme çabaları bile çocuk oyunu
gibi kalmaktadır. Burada servetin harcı baz metal değil boş havadır! Oysa servet
gerçekte artı-değerden, yani başka bir deyişle işçi sınıfının ödenmemiş emeğinden
gelir. Her ne kadar borsa stratosfere kadar yükselip, bir an için yerçekimine
meydan okur gibi görünse de tekrar yeryüzüne inecektir; tabii çakılarak. Yatırımcılar
sonunda hisselerinin değerinin yükselmeyeceğini, borsada para yatırılan firmaların
beklenen kârları getirmeyeceğini anladıklarında kontrolü zor bir düşüş başlayacaktır.
Hesap defterinde son satır her zaman şirketlerin kârlılığıdır, bu da esas olarak
işçilerin kafa ve kol emeğini ne kadar sömürdüklerine bağlıdır.
Sadece Amerika’da olmamakla beraber, özellikle orada hisse fiyatları
astronomik seviyelere çıkmıştır. Bu önemlidir ama bir boom’un anahtarı değildir.
Anahtar üretici güçlerin büyümesindedir. Bununla birlikte tüm bu faktörler diyalektik
olarak birbiri ile alâkalıdır ve biri diğerini etkiler. Şimdiki boom da diğer
boom’lar gibi yatırıma dayanmaktadır. Yatırım oldukça boom devam edebilir. Durum
nedir? Teknik harcamaların büyüme hızı 1997’de %11’den, 1998’de %13’e ve 1999’da
%16’ya çıkmıştır. Çok yüksek bir yatırım düzeyidir bu. Ve boom’un kesinlikle
bir süre daha devam edebileceği anlamına gelir. Fakat madalyonun bir de diğer
yüzü var, teknik harcamaların artışındaki herhangi bir kalıcı yavaşlamanın,
örneğin %5’lik bir yavaşlamanın, yüksek teknoloji hisselerinde, ve hatta global
piyasalarda, anında sert bir düşüşü getirecektir.
Her iktisadi çevrimde psikolojik bir unsur vardır. Bu sürü psikolojisi
unsuru tüm her şeyi aşağı da çekebilir yukarı da. İşler iyi giderken kapitalistler
ve onların teorisyenleri her şeyin kontrol altında olduğu yanılsaması içindedirler.
Kontrol ederiz, düzenleriz, yönetiriz, dersimizi aldık! İşler daha da düzgünse,
kontrol etmemize bile gerek yok: piyasa kendisini çekip çevirir! Evet kapitalist
dünyaların bu en iyisinde herşey ne kadar da cicidir. Bu yanılsamalar ancak
büyüme devam ettikçe sürer daha fazla değil. Para döndükçe insanların rahatı
yerindedir ve harcamaya, borçlanmaya devam ederler. Sorun yoktur! Tüketiciler
harcamaya devam eder; fabrikalar üretmeye devam eder; bankacılar borç vermeye
devam ederler; savurganlar borç almaya devam ederler; spekülatörler spekülasyon
yapmaya devam ederler; risk sermayedarı yatırıma ve aşırı yatırıma devam eder,
ta ki çöküş anına kadar.
Boom bir kez başladı mı kendi kendini güçlendiren bir süreçtir:
işler iyi giderken kendi kendini besler. Bir mouse tıklaması ile milyarlarca
dolar kazanılabilirken, borsa patlama yaparken insanlar risk alırlar. Tüm hava
bir çeşit bâtıl inanç yaratır (kumarbazlar her zaman bâtıl inançlıdır). Genel
umursamazlık sözde entelijensiyayı bile etkiler. Geçenlerde Amerika’da, kendini
beğenmiş ukalanın biri, gelecek nesil politikacı ve bankacılara nasıl risk alınacağını
öğretmek için okul müfredatında değişiklik yapılmasını önerdi. Hep beraber risk
alalım! Tehlikeli yaşayalım! Risk sermayesinden oluşan bir yatırım selinin “Yeni
Ekonomi” şirketlerine akmasının aslında neredeyse hiçbir temeli yoktur. Bussiness
Week şu yorumu yapıyor: “Bir iş planından fazla şeyi olmayan şirketler sadece
hisselerini halka açarak usulsüz paralar topladılar. Genişlemenin başlangıcından
bu yana 5000’den fazla şirket borsaya girmiş ve 300 milyar doların üzerinde
para toplamıştır.” (BW, 14.02.2000)
Nasdaq Endeksi Mart 1991’de 500’ün altlarından Şubat 2000’de
4000’e roket gibi fırlamıştır. Aynı dönemde geleneksel borsayı temsil eden Dow
Jones “sadece” %300 artmıştır. JP Morgan gibi “saygın” şirketler bile geride
kalmıştır. Risk sermayesi tutkusu CIA’ye bile sirayet etmiştir! Bazı avukatlık
şirketleri ücret yerine bu hisseleri kabul etmektedir. Fakat The Economist’in
dediği gibi, bu risklerin çoğu “içine biraz «yeni ekonomi» çeşnisi katılmış parlak fikirlerden” ötesini içermemektedir.
Bu yeni bir şey değil. 17. yüzyılda Hollanda’da yaşanan lale skandalından beri
her yükselişte bir rol oynayan o aynı spekülatif sermayedir söz konusu olan.
Tüm bunlar bir komplo gibi birleşerek piyasayı daha da yükseltir ve beri yandan
da kötü bir düşüşün yolunu döşerler. Bu yılın başlarında Nasdaq Endeksinde görülen
düşüşler, neyin yaklaştığını gösteriyordu. Ancak hisse senedi piyasası şimdilik
tüm mantığa meydan okumayı sürdürmektedir. Mart krizinden sonra Nasdaq hisseleri
%27 düşmüştür: oldukça sert bir düşüş. Fakat Business Week’e göre buna
rağmen hisseler hâlâ en az %22 daha değerlidir. ABD’deki tüm hisselerin toplam
değeri şu anda 17 trilyon dolar etmektedir. Japonya’da bu rakam “sadece” 4 trilyon
dolardır. Bu zenginlik eğer üretim amaçlı kullanılsaydı dünyadaki tüm yoksulluk
sorununu çözmeye fazlasıyla yeterdi.
Marttan önce bile Nasdaq hisselerinde müşkül bir durum olduğuna
dair sinyaller vardı. Bu itibarla Amazon.com hisseleri Aralık 1999’da 106 dolar
iken, 16 Ocakta 66 dolara düşmüştü. Amazon.com düştü, çünkü insanlar şirketin
gelirinin sürekli artmasına rağmen kayıplarının artmaya devam ettiğinin farkına
varmaya başladılar. Bu nasıl olabilirdi? Buradaki durum, zaten kalabalık olan
bir pazarda sürekli fiyat kırmanın sonucu idi. Başka bir deyişle aşırı üretimin
bir sonucu idi. Amazon her satışta para kaybediyordu. Durumu böyle olan
tek onlar değil. Priceline.com Inc. ve E trade Group Inc. gibi diğer “yeni ekonomi”
firmaları da aynı problemi yaşıyorlar. Bu e-şirketlerin ikna propagandası, insanın
aklına Güney Denizi Balonu sırasında bir hissenin reklamını, “ne olduğunu sonra
göreceksiniz” diye yapan şirketi getiriyor.
Kapitalizmin çılgın mantığına göre, hazin son gelip çatmadan
önce hisselerin daha da yükselmesi mümkündür. Federal merkez bankasının tüketici-finans
anketine göre hisseler 1998’de ABD’deki hane halkı gelirlerinin %54’üne ulaşıyordu.
Oysa bu rakam 1989’da sadece %28 idi: 10 yılda hayret verici bir yükseliş. 1991’den
beri 40 milyon yeni yatırımcı piyasaya aktı. 1998’de 80 milyon Amerikalı (yani
tüm hane halkının yaklaşık yarısı) hisse sahibi idi.
Borsadaki yükseliş ile gerçek ekonomi arasında bir ilişki mevcuttur.
Üstelik geçmişe göre daha yakın bir ilişkidir bu. Borsa yükselişleri, üretkenliği
arttıran yeni yatırımlar için sermaye sağlarlar ve insanların gelirini arttırarak,
ve dolayısıyla talebi ve kredileri de arttırarak piyasayı yükseltirler. Diğer
taraftan artan üretkenlik borsadaki yükselişin yakıtını sağlayan kâr ve kâr
payı beklentisini yaratır. Biri diğerini besler. Bunlar birbirinden koparılamazlar.
1990’ların ikinci yarısında sermaye harcamaları tahmincilerin
öngörmüş olduğundan çok daha hızlı artarak yıllık %11’i buldu. Bu büyük ölçüde,
o dönemde yatırım mallarının maliyetindeki düşmeyi yansıtıyordu. Bu arada internet
ve diğer yeni teknolojiler nedeniyle, firmalar rakiplerinden geri kalmamak için,
kısa dönemde getirisi olmasa bile, yatırım yapmak zorunda kalıyorlardı. Fakat
bu da sonsuza kadar süremez. Kapitalistler için yatırımlarının er veya geç bir
kazanç sağlaması gerekir. Eğer bu gerçekleşmezse yatırımcıların ilgisi kaybolur
ve yatırım musluğu kapanır.
Sürecin Aşil topuğu burasıdır. Risk sermayesi diye adlandırılan
sermaye genelde ekonomideki ve borsadaki dalgalanmalara karşı çok hassastır.
Öyle ürkek bir hayvandır ki o, tehlike kokusunu aldığı anda uçup gider. Bu nedenle
kriz hiç haber vermeden ortaya çıkabilir ve yıldırım hızıyla tüm sisteme yayılabilir.
Mandel bunu şu şekilde yorumlamaktadır: “IPO piyasası, kargaşa doğduğunda neredeyse
anında kapanır ve risk sermayesi fonlaması piyasayı tipik olarak aşağı yukarı
bir yıl geriden takip eder.” Örneğin, risk sermayesi finansmanı 1987 çöküşünü
takip eden yıllarda sert bir düşüş yaşadı. 1987 ilâ 1991 yılları arasında risk
sermayesi %50 azaldı. Aynı dönemde yeni şirketler için ilk finansman %75 oranında
azaldı. Yeni teknolojiye yatırılan sermayedeki bu esaslı azalmanın etkisi aşikârdır.
Zaman zaman, borsada krizler olabilse de bunların zorunlu olarak
çöküşe dönüşmeyeceği savunulur. Genel olarak doğrudur bu. Borsa krizleri zorunlu
olarak çöküşe dönüşmez. Bu birçok faktöre bağlıdır. Örneğin, 1920’de bir
borsa krizi vardı ve hemen bir çöküşe dönüşmedi. Borsa krizini 1929 yılına kadar
süren bir boom takip etti ve kriz 1929’da bir felakete dönüştü. Aynı şekilde,
1987’deki borsa krizi de doğrudan bir resesyona yol açmadı. Resesyon iki buçuk
yıllık bir gecikmeyle geldi. Dolayısıyla borsa krizlerini bir toparlanmanın
izlemesi teorik olarak mümkündür, ama ardından daha derin bir boom gelir. Bu
olasılık bertaraf edilmiş değildir. Ama biriken çelişkiler farklı bir sonucu
gündeme getirmektedir. “Düzeltme” bir kez başladı mı bunu kontrol edemeyebilirler. Bu çevrimin en çarpıcı özelliklerinden
biri haline gelmiş olan borsa ile reel ekonomi arasındaki aşırı iç içe geçmişlik
düşünüldüğünde, bir sektördeki ciddi bir dalgalanmanın nasıl olup da diğerinde
en ciddi sonuçları yaratmayacağını anlamak zordur. Bu 1920’lerdeki duruma benzemektedir.
Tasalandıkları şey budur. Tarihin tekerrür edebileceğini ve ettiğini bilmektedirler.
ABD pazarının sınırları
Tüm dünya bugün Amerika’ya bel bağlamaktadır. Dünya üretiminin
beşte birinden fazlası orada yapılır. Gerçekte şu anda dünyanın geri kalanını
sürükleyen Amerikan ekonomisidir. Son günlerde Avrupa ekonomisinde büyüme artmıştır,
ancak ortalama olarak eşitsiz ve cansızdır. On yıllık bir gerilemeden sonra
Japonya bugün yüzde 1,8’lik –ki Asya’nın dinamosu için hazin bir rakamdır– bir
büyüme oranına ulaşmıştır. Ve böyle bir anda tüm yükün Amerika’nın omuzlarında
olması sürdürülemeyecek bir durumdur. Amerikalılar bunun farkındadırlar ve Japonlara
ekonomilerinde reflasyon[3] uygulamaları
ve dünyanın geri kalanından ve özellikle Asya’dan daha fazla mal almaları için
baskı yapmaktadırlar.
Japonlar pek adil olmayan bir biçimde basında çok eleştiriliyorlar.
Japon kapitalistleri ellerinden geleni yapmış, Japon hükümeti de ekonomiye inanılmaz
paralar harcamıştır. Peki sonuç ne olmuştur? Daha önce hiç borcu olmayan bir
ülke olan Japonya, en azından kamu borçları açısından bugün yeryüzündeki en
borçlu ülkedir. Japonya’da kamu borçlarının gayri safi milli hasılaya oranı
İtalya’dan daha fazladır. Bu da sürdürülebilir bir durum değildir. Ayağa kalkacağı
ümidiyle ekonomiye kürek kürek kamu parası savurmaya devam edemezler, üstelik
ortaya çıkan büyüme, gördüğümüz gibi, her halükârda çok düşük olmuştur. Dolayısıyla
her şey Amerikan pazarının kaderine bağlı olmaktadır.
Daha önce söz ettiğimiz gibi, bir sektöre –enformasyon teknolojilerine–
devâsa yatırımlar yapılmıştır. Ancak istatistiklere bakılırsa Amerikan pazarı
çoktan sınıra dayanmış olması gerek. Amerikan pazarındaki büyümenin motor gücü
nedir? ABD’de gerçek GSMH’nin üçte ikisi ve son iki yılda GSMH’deki büyümenin
neredeyse tümü tüketime dayanır. Daha önce belirttiğimiz gibi bu
borsadaki boom’la ilgilidir. Bu olgunun bir sebebi, gittikçe artan sayıda şirketin
çalışanlarına ücretlerini kâr payı olarak ödemesidir. Böylece hisselerdeki herhangi
bir değer düşüşü zorunlu olarak tüketim ve krediler üzerinde ciddi bir etki
yaratacaktır.
Amerika’da pazarı ayakta tutan nedir? Temel faktör, özel
ve tüzel kredilerin, yani borcun, eşi görülmemiş büyümesidir. Amerika bugün
özel borçlar açısından yeryüzündeki en borçlu ülkedir. Japonya en büyük kamu
borcuna sahip olmasına rağmen, Amerika’daki özel ve tüzel borçlar hem baş döndürücüdür
hem de sürdürülemezdir. Eldeki varlıkların değer kazanmasına binaen alınan borçların
getirdiği sorunlar iyi bilinir: borcun değeri sabit kalırken hisse ve mülk
gibi varlıkların değeri sabit kalmaz. Ayrıca, bildiğimiz gibi, yükselen
her şeyin sonunda aşağı inmesi gerekir.
Japon kamu borcu, daha önce belirttiğimiz gibi, Amerika’nınkinden
daha kötüdür. Japonya’nın 1990’daki toplam kamu borcu Gayri Safi Milli Hasılanın
yüzde 69’uydu, bugün yüzde 128’idir. Bu baş döndürücü bir rakamdır. Ama aslında
bu rakam bile durumun ciddiyetini layıkıyla göstermemektedir, çünkü gelecekte
ödenmesi gereken yerel yönetim borçları ve emekli aylıkları gibi şeyler buna
dahil edilmemiştir. Bazı ekonomistlere göre, bu kalemler de dahil edilirse gerçek
borcun miktarı GSMH’nin yüzde 250’si dolaylarında olacaktır. Bunun anlamı borcun
kontrolden çıktığıdır. Japonya’nın durumu idare etmesinin tek sebebi, onun aynı
zamanda dünyanın en büyük kreditör ülkesi olmasıdır. Japonya’nın yurtdışında
çok miktarda parası bulunmaktadır ve böylece Japonlar gerektiğinde yurtdışı
alacaklarını yardıma çağırarak bu işten yakalarını kurtarabilirler. Böyle bir
hareketin dünya para piyasası üzerindeki etkisi ise başka bir sorundur.
ABD’nin durumu çok farklıdır. Amerika’daki özel borçlar (yani
şirketlerin ve tüketicilerin toplam borcu) bugün GSMH’nin yüzde 132’si düzeyindedir.
Marx Kapital’de kredinin rolünü açıklamaktadır. Kredi, kapitalistlerin
pazarı doğal sınırlarının ötesinde genişletebilmesinin aracıdır. Borç altına
giren herkes için –ki bugünlerde çoğu kişi için geçerlidir– bu gayet açıktır.
Kredi kartı endüstrisi son yıllarda patlamıştır. Bu küçük plastik parçalarıyla
paraya ihtiyaç duymaksızın araba, televizyon, hatta ev satın alınabilmektedir.
Tabii burada küçük bir sorun vardır. Bu kredi faiziyle birlikte geri ödenecektir:
“Ama Amerika’nın son zamanlardaki borçlanmasının ağırlığı, umut vaat eden ve
sonsuz bir büyüme, düşük faiz oranları ve yükselen hisse fiyatları varsayımına
dayandığı ölçüde, birçok borçlu ve alacaklının er ya da geç sert bir şoka girmesi
muhtemeldir.” (The Economist, 22.01.2000)
Amerika’daki borçların gelişimine bakarsak durumun ciddiyeti
hemen görülür. Amerika’da toplam hane halkı borcu 1992’de (yani bugünkü çevrimin
başlangıcı) kişisel gelirin yüzde 85’i iken 1999’da yüzde 103’üne çıkmıştır.
Bu borçlanmada baş döndürücü bir artış anlamına gelmektedir. Üstelik borç seviyelerini
arttıran sadece hane halkı değildir. Aynı şey şirketler için de geçerlidir.
1999 Eylülünden önceki bir yıl içinde mali olmayan şirketlerin toplam borçları
yüzde 12 yükseldi: 1980’lerin ortasından beri en hızlı yükseliş. Parayı ne için
kullandılar? Kısmen yüksek teknoloji yatırımlarını finanse etmek için, doğru.
Ancak borç alınan paranın çok büyük bir oranı kendi hisselerinin geri satın
alımını finanse etmek içindi. Örneğin son iki yıl içinde mali olmayan yüksek
teknoloji şirketleri net 460 milyar dolarlık pay senedini tedavülden çekerken,
borçlarını 900 milyar dolar yükselttiler. Başka bir deyişle, paranın yarıdan
fazlası hisselerinin geri alımı amacına dönüktü.
Cari faiz oranlarının birçok ülkede düşük olduğu doğrudur. İnsanların
çok fazla harcamasının sebebi kısmen budur: bu aslında bir harcama boom’udur.
ABD’de insanların çok fazla harcama yapmasının temel sebebi, insanlara hiç
bitmeyen yeni bir alım gücü kaynağı sağlıyormuş gibi görünen borsa boom’udur.
Borsada, eşdeğer miktarda bir servetle beraber, tarihsel olarak eşi görülmemiş
bir artış olmuştur. Bunun nicel ifadesi olmak üzere, Amerikan hane halkı gelirinin
yüzde 54’ü bugün borsadan gelmektedir. Ancak bu olgunun başka bir yönü vardır.
Eğer borsada bir düşüş olsa ya da sadece yükselmesinde bir duraklama olsa, bunun
piyasa üzerindeki etkisi ani ve şiddetli olacaktır. Faiz oranları kaçınılmaz
olarak artacak ve borçlular üzerinde ağır bir baskı olacaktır. Daha yüksek faiz
oranları ve eldeki varlıkların fiyatında bir düşüş, zorunlu olarak tüketimi
ve talebi etkileyecektir, bu da bir yavaşlamaya yol açacaktır. İşin içine girmiş
insan sayısı ve boom sırasında yaratılmış muazzam beklentiler düşünüldüğünde,
psikolojik ve politik etkiler muazzam olacaktır.
Bu emsalsiz kredi genişlemesi sayesinde, bu insanların sistemin
sınırlarının çok ötesine geçmiş oldukları gayet açıktır. Bunun esrarengiz bir
tarafı yoktur. Eğer krediyi arttırırsanız, şüphesiz pazarı da büyütürsünüz.
Daha önce belirttiğimiz gibi, sorun bu kredilerin geri ödenmek zorunda oluşudur
ve bu husus ciddi ekonomistler arasında ciddi endişelere sebep olmaktadır. Pazarın
doğal sınırlarının ötesine ne kadar geçerlerse, süreç ani bir duraklamaya girdiğinde,
kredilerde hızlı bir daralma –ve böylece talepte de buna tekabül eden bir daralma–
riski o kadar büyük olur. Sözde sert bir iniş olasılığı durumun doğasında vardır.
Daha da kötüsü, kontrolsüz ve kendi kendini besleyen bir inişe yol açarak, sebebin
sonuca, sonucun da sebebe dönüştüğü aşağı doğru inen bir spiralin içine girebiliriz.
O zaman, son on yıldır Japonya’nın yaşadığına benzer uzun süreli bir depresyon
sahnede boy gösterecektir.
Japonya örneği öğreticidir. Amerika’da yaşanan şey tastamam
1980’lerde Japonya’da yaşanan şeydir. Bu tehlikeli bir durumdur ve ciddi
burjuvalar bundan endişe duymaktadırlar. Japonya 1980’lerden önce dünyanın en
güçlü ekonomilerinden biri ve dünya ekonomisinin ana lokomotiflerinden biriydi.
Ekonomi patlıyor ve Japon kapitalistler çok para kazanıyordu. Borsa gittikçe
yükseliyor, borsa fiyatları artıyordu. Ve tıpkı bugün ABD’de olduğu gibi krediler
genişliyordu. Daha sonra kazanın dibi patladı. Japonya hâlâ şoktan kurtulmuş
değil. Neden? Çünkü 1980’lerdeki boom sırasında Japonlar sürekli borca girmişlerdi.
1985’de Japon hane halkı borç seviyesi net gelirin yüzde 89’u
idi. 1989’la birlikte bu rakam yüzde 112’ye yükseldi. Bu rakam bugünkü Amerikan
rakamlarından çok uzak değildir. Şüphesiz Japon ekonomisi yoluna devam ettiği
sürece her şey güzeldi. Aynı dönemde (1985-1989) Japonya’da net hane halkı serveti,
borsa ve hisse fiyatlarının çok yükselmesinin bir sonucu olarak, net gelirin
beş katından 8,5 katına yükseldi. Şirketlerin net serveti de GSMH’ye nazaran
hızla arttı. Bu yüzden kimse bu kredilerin sağlam olup olmadığı hakkında fazla
soru sormaya yanaşmadı. Ama zaten tarihteki her balonda aynı durum söz konusu
değil midir?
Boom’dan çöküşe
Şu anda Amerika hâlâ dalganın tepesinde duruyor. Yine de en
deneyimli gözlemciler endişeliler. Görmüş olduğumuz gibi, bir boom’un en yüksek
noktasında görmeyi bekleyeceğimiz tüm geleneksel “fazla ısınma” belirtileri
bir bir sahneye çıkıyorlar. Emek ve ürün pazarları daralmış durumda. Üretkenlikteki
artış yavaşlayıp yatırımlar azalmaya başladığı için, şirketler, fiyatları arttırmaksızın
ücret artışlarını telâfi edemeyeceklerdir. Üstelik yeniliklerin yavaşlaması
da daha önce metaların ucuzlamasından kazanılan avantajların sona ermesi
anlamına gelecektir. Dolayısıyla yeni teknolojinin maliyetindeki düşüş
önceki duruma göre daha az etkili olacaktır.
Bir çöküşün kaçınılmazlığından sıkça bahsettik, ama belki de
bunu ortaya çıkaran mekanizmaların üzerinde yeterince durmadık. ABD’deki boom’un
sona erme ihtimali nedir? Şüphesiz çeşitli muhtemel senaryolar var. Her bir
değişkeni önceden tahmin etmek mümkün değil. Ancak bu gerekli de değil. Temel
süreçleri (Marx tarafından Kapital’de, özellikle üçüncü ciltte açıklanmış
olan) anlamak yeterlidir. Şu anki temel kaygı “fazla ısınma” kaygısıdır. Bunun
anlamı nedir? Bunun anlamı, mevcut büyüme oranının sürdürülemeyeceği ve her
türden enflasyonist baskılara yol açtığıdır: özellikle talebin artması ve işçi
sıkıntısının ortaya çıkması, fiyatlarda ve ücretlerde yukarıya doğru bir baskı
yaratır. Bu sırasıyla kâr payları üzerinde baskı yapar ve faiz oranlarında yükselme
hayaletini uyandırır. Bu senaryonun tam da çöküşten hemen önce, boom’un doruğunda
beklenilecek şey olduğunu eklemeliyiz.
Amerikan ekonomisi bir boom’un tepe noktasına özgü belirtilerin
çoğunu sergiliyor. Büyüme yüzde 5’i geçmiştir –sürdürülebilir olduğu düşünülen
oranın hayli üstünde– ve işsizlik rekor düzeyde düşmüş, işçi sıkıntısı doğmuştur.
Meta fiyatları –özellikle de petrol– yükselmeye başlamıştır ve ücretler de kaçınılmaz
olarak bunu takip edecektir. Bu unsurlar geleneksel olarak “fazla ısınma”yla
alâkalıdır: “Tanglewood Cliffs (NJ) merkezli bir danışmanlık firması olan World
Steel Dynamics’in yönetici partneri Peter Marcuse, dünyadaki tüm fabrikaların
tam kapasiteye yakın düzeyde çalışmasıyla birlikte «bir çelik sıkıntısı olacağını
tahmin ediyoruz» diyor. Marcuse, sıcak haddelenmiş çelik fiyatlarının bu yılın
sonlarına doğru yüzde 50 yükselebileceğini öngörüyor.” (Business Week,
31.01.2000).
Bazıları 2002’ye doğru Avrupa’da kalifiye işçi talebinin arzın
üstüne çıkacağını tahmin ediyor. Dolayısıyla ücretlerde bir yükseliş ve kâr
oranlarında bir düşüş olması kaçınılmazdır. Yükselen petrol fiyatları, boom’un
kendi sınırlarına ulaştığının en çarpıcı belirtisidir. Zeki gözlemciler bunu
açıkça anlamışlardır. Business Week 31 Ocakta şöyle yazıyordu: “Yeni
ekonomi global olmaktan alıkonulabilir miydi? Avrupa, ABD ve Asya’daki eşzamanlı
hızlı genişleme, dünya ürün piyasalarındaki fiyatları yukarı çekebilirdi.”
Çevrimin bu noktasında Merkez Bankası, talebi ve enflasyonu
bastırmak için faiz oranlarını yükselterek, zaten frene basacaktı. Ancak bu
olmamıştır. Oranlar o kadar yavaş artmıştır ki, yükselişler ya çok az fark yaratmıştır
ya da hiç yaratmamıştır. Borsa fırlamaya devam etmiştir. Ama uyarı sinyalleri
ortadadır.
Risk sermayesi 2000’in ilk yarısında yeni teknolojiye hâlâ büyük
paralar akıtıyordu; bu kaynaktan araştırma ve geliştirmeye (Ar-Ge) yaklaşık
100 milyar dolar –toplamın yaklaşık yüzde 40’ı– yatırıldı. Ama artık deniz bitiyor.
Mandel “hiçbir geçmiş kaydı ve teminatı olmayan bir yeni işe para vermenin riskleri
çok yüksek, başarı şansı ise çok düşüktür” diyor.
Bu yıla kadar borsada, özellikle de yüksek teknoloji hisselerini
etkileyen birtakım sert düşüşler olmuştu. Yüksek teknoloji boom’unu şimdiye
kadar sürükleyen, risk sermayesinin kolay ve bolca temin edilebilir olması idi.
Parlak bir fikre ve zengin olma tutkusuna sahip hemen herkes, işe başlamak için
gereken sermayeye derhal ulaşabilirdi. Spekülatif hararet, Güney Denizi Balonu
türünden dönemleri hatırlatıyor. O dönem herkes parasını görünüşte kârlı olan,
ama yazıldığı kâğıtlar kadar değeri olmadığı anlaşılan tasarılara yatırmıştı.
Boom’un sıcağında hiç kimse ayrıntılara çok yakından bakmaz. Herkes harekete
katılmak, geride kalmamak ister.
Bu bizi hemen köşe başında bir çöküşün beklediği anlamına mı
geliyor? Kesin bir cevap vermek henüz mümkün değildir. Amerikan ekonomisi büyük
kaynakları olan muazzam bir ekonomidir. Bu sayede o, daha önce gördüğümüz gibi,
tüm tersliklere rağmen büyümeye devam edebilmekte ve Asya’daki çöküş ve borsalardaki
panik gibi sorunlara omuz silkebilmektedir. Aslında bunlar, paradoksal bir şekilde
enflasyonist baskıları aşağı çekerek ve borsanın gazını kısmen alarak boom’un
uzamasına yardımcı olmuş olabilir.
Belki şu an için ufukta yatırımlarda böyle bir çöküş görünmüyor
(dünya ekonomisi için büyük bir şok hariç). Mevcut boom gücünü hâlâ koruyor.
Fakat er ya da geç pazar doyum noktasına ulaştığında ve sermaye kazançları azalmaya
başladığında, yatırımcılar bu sermayeyi ucuza elden çıkarmaya başlayacaklar
ve böylece sermayenin değeri de düşmeye başlayacak. Üretken yatırım –ekonominin
hayat damarı– suyunu çekecek. O noktada çöküşe girmiş olacağız.
Avrupa ve Amerika
Burjuva ekonomistlerin küreselleşme hakkında bu kadar yaygara
koparmaları tesadüf değildir. Dünya ticaretindeki eşi görülmemiş büyüme bugünkü
boom’u sürükleyen ana faktörlerden biri olmuştur. Ancak küreselleşme temel çelişkileri
ortadan kaldırmamıştır, sadece onları yeniden daha muazzam bir ölçekte üretmiştir.
Çelişkiler Amerika ve Avrupa arasında giderek büyüyen düşmanlıkta kendisini
açığa vuruyor. Avrupa, Amerikan pazarının genişlemesi ve euro’nun zayıflığından
güç alarak, boom’a ancak son iki yılda dahil oldu. Ama öte yandan bu zayıflığın
olumsuz sonuçları da bulunmaktadır ve bundan kaçmak mümkün değildir. Zayıf para
yükselen enflasyon demektir; bu da ekonomik toparlanmayı tehlikeye atarak Avrupa’yı
faiz oranlarını yükseltmeye zorlar. Öte yandan Amerika’yla alabildiğine genişleyen
ticaret açığı, ABD ve Avrupa arasında WTO’nun çözmekte aciz kaldığı gerilimleri
de arttırmaktadır.
ABD’deki boom her tür çarpıklığı üretiyor. Amerika büyük miktarda
ithalat yapmaktadır. Bu Amerika’nın dünyanın geri kalanıyla ticari çatışmalarını
da şiddetlendiriyor. Seattle’daki görüşmeler göstericiler yüzünden değil, aksine
kaçınılmaz olarak derinleşecek olan Amerika ile Avrupa ve Amerika ile Japonya
arasındaki temel çelişkiler yüzünden kesilmiştir. Bu aynı zamanda ciddi bir
cari hesap açığı anlamına da gelmektedir. ABD’nin dünyanın geri kalanıyla arasındaki
cari açık, GSMH’sinin yüzde 4’üne eşittir. Bu on yıl böyle devam etse, ABD’nin
dış borcu GSMH’nin yüzde 50’sini geçer. Bu sonsuza kadar devam edemeyecek baş
döndürücü bir rakamdır. Üstelik tek çelişki bu değildir, daha pek çok dengesizlik
söz konusudur.
Amerika’daki olağanüstü özel borç düzeyine daha önce işaret
etmiştik. Ancak bunun başka bir yönü daha bulunuyor. Şu anda ABD, yabancıların
büyük miktarlarda dolar cinsinden varlık tutma isteğine tâbidir. ABD dünyanın
geri kalanına rehindir! Günümüzde Amerika’nın toplam borcu 1,5 trilyon dolardan
ya da GSMH’nin yüzde 20’sinden daha az değildir. Bu dolarlar yabancıların elindedir.
Tüm bunlar yerçekimi yasalarına meydan okumaktadır! Parayla uğraşanlar normalde
varlıklarını, böylesine büyük düzeylerde özel borcu veya böylesine muazzam cari
hesap açığı olan bir ülkenin parasında tutmazlar. Normalde para böyle bir ekonomiden
kaçar. Yabancı kapitalistlerin ellerinde dolar tutmalarının tek nedeni, ABD’nin
dünya ekonomisindeki istisnai konumu, büyüklüğü ve gücüdür. Bu aynı zamanda
spekülasyon ekonomisinin bir yansımasıdır. Uluslararası para piyasaları bile
kendilerini baştan çıkarıcı kolay kazanç olasılıklarına geçici olarak kaptırıyorlar.
Bunlar Borsa furyasına da katkıda bulunuyorlar. Ama bu durumu sürdürmek mümkün
değildir: Amerika’ya akmış olan milyarlar belirli bir aşamada tekrar dışarıya
çıkacaktır. Bugün dünya döviz piyasalarını sarsan ve euro’nun değerini düşüren
doların baş döndürücü hızı tersine dönecektir. Bu durum, balonun boom’a bir
son vererek patlamasıyla, Merkez Bankasına faiz oranlarını yükseltme yönünde
baskı yapacaktır.
Şüphesiz faiz oranları bir boom’un çökmesinin tek başına nedeni
değildir. Bu yalnızca optik bir yanılsamadır. Faiz oranlarının yükselmesi, sadece
çevrimin kendi yolunda ilerlemeye devam ettiği ve sınırlarına çok yaklaştığı
gerçeğinin son ifadesidir. Şimdiye kadar söz edilen bir dizi olgunun son ürünüdür.
Bugün Bay Greenspan Amerika’da faiz oranını esaslı şekilde arttırmamaya kararlı
görünüyor. Bununla birlikte olaylar onu bunu yapmaya zorlayacaktır. Elinde dolar
bulunduran yabancılar bir kez satışa geçtiklerinde dolarlardan kurtulmak için
bir panik olacaktır. Bu gerçekleştiğinde Greenspan doların değerinde sert bir
düşüşü önlemek için faiz oranlarını yükseltmek zorunda kalacaktır.
Birleşik Devletler’de boom’un sona ermesinin, dünya ölçeğinde
çok ciddi yansımaları olacaktır. Aslında aynı zaaflı bünye dünya ekonomisini
bir bütün olarak etkilemektedir. Dünya çapındaki türev piyasaları ele alalım
örneğin. Burada söz konusu olan tamamen, meta fiyatlarının ve paranın müstakbel
hareketleri üzerine bahis oynamakla aynı anlama gelen spekülatif sermayedir.
1992’nin sonunda bu piyasa 25 trilyon dolar değerindeydi. Ama 1999 yazına doğru
92 trilyon dolara ulaştı: inanılmaz miktarda bir para. On yıldan daha kısa bir
süre içinde üç kat artış. Boom’un sona ermesi kaçınılmaz olarak dünya para piyasalarında
genel bir krize neden olacaktır. Bu muazzam fiktif sermaye er ya da geç sızdırılmak
zorunda kalınacaktır. Üstelik spekülatif fonların bir ülkeden diğerine kontrolsüz
hareketi krize son derece sarsıntılı bir nitelik kazandıracaktır. Tek başına
bu, krize dünya ölçeğinde başka bir boyut ekleyecektir. “Liberalleşme”nin ve
“küreselleşme”nin faturası o zaman ödenmek zorunda kalınacaktır.
Asya krizi bize neler olacağına dair bir fikir vermiş bulunuyor.
Büyük bankalar ve çokuluslu şirketler (“spekülatörler”) farklı dövizleri alıp
satarak milyarlar kazanma fırsatını elde edecekler. Sadece bu sefer hedefleri
won, ruble ya da bhat değil, dolar, pound ve mark olacaktır. Bu uluslararası
mali piyasalara ve tüm dünya ticaret sistemine ağır bir yük getirecektir. Bu
koşullar altında, 1930’larda olduğu gibi ABD, Avrupa ve Japonya’nın rekabete
dayanan devalüasyonlar yarışına girecekleri hesaba katılmalıdır. Böyle bir gelişme
dünya ticaretinin tüm temelini –savaş sonrası ekonomik yükselişin üzerinde oluştuğu
gerçek temeli– tehdit eder. Sermayenin stratejistlerini en çok korkutan senaryo
budur.
“Yumuşak bir iniş” mi?
Resesyon kaçınılmazdır. Yeni Ekonominin en inatçı taraftarları
hariç herkes artık bunu kabul ediyor. Ama tartışma başka bir konuya kaymıştır:
çöküşün muhtemel şiddeti. Bu bir ölçüde semantik (anlamsal) bir tartışmadır:
çöküş mü yoksa sadece bir resesyon mu? Fark nedir? Shakespeare bir zamanlar
şöyle demişti: “Gül başka bir isimle de aynı güzellikte kokacaktır.” Aslında
çöküşle resesyon arasında hiçbir fark yoktur. Bu bir tarihsel kullanım sorunudur.
Birinci Dünya Savaşından önce ekonomistler çöküş ya da resesyondan değil paniklerden
bahsederlerdi. Yaklaşık her on yılda bir panik olurdu. Bu tamamen semantik
bir tartışmadır. Daha sonra, böyle heyecan uyandırıcı terimlerin insanları sadece
telâşlandıracağını düşünerek paniklerden bahsetmenin pek uygun olmadığına hükmettiler.
Bu yüzden onu çöküş terimiyle değiştirdiler. Bu sözcüğün panikten
daha makul olacağı düşünüldü. Sonra 1929’da yaşanan çöküşün ardından, artık
herkes çöküş sözcüğünün de uygunsuz olduğunu düşünmeye başladı. Sonuçta
İkinci Dünya Savaşından sonra bunu da değiştirdiler.
1945’den sonra resesyondan bahsetmeye başladılar. Son
günlerde fikirlerini tekrar değiştirdiler: artık bu bir panik veya çöküş
değildir, depresyon ve hatta resesyon bile
değildir. Bir düzeltmedir! Kuşkusuz bu en hasından bir zırvadır. Semantik
bir tarafa, aynı şeyden, yani Marx’ın Kapital’de tarif ettiği aynı eski
boom ve bunalım çevriminden bahsediyoruz. Gerisi sadece laf ve kılı kırk yarmadır.
Burada söz konusu olan şey, ele alınan tüm nedenlerle çok sık meydana gelen
ticari çevrimdir, yani kapitalizmin normal çevrimidir. Çöküşün derinliği
ve kesin süresi önceden tespit edilemez. Bu değişebilir ve değişir de. Şimdilik
burjuva ekonomistler “yumuşak bir iniş” umuyorlar ve bunun için dua ediyorlar,
bildiğimiz gibi “insanın bağrında umut hiç bitmez.” Ama çok umut edilen yumuşak
inişin geçekleşeceğine dair hiçbir garanti yoktur. Tam tersine. Son derece sert
bir inişin tüm faktörleri mevcuttur. Ekonomik basının başyazılarını giderek
daha fazla istilâ eden endişeli tonun sebebi budur.
İngiltere Bankası yöneticisi Eddie George daha Şubat ayında
dünya ekonomisine yönelik tehdit konusunda uyarıda bulunuyor ve mali sektörü
yakındaki büyük mali krize hazırlanmaları için sıkıştırıyordu. City of London’ın
yıllık resmi yemeğinde yaptığı konuşmada, Britanya ve ABD’nin “iç talepteki
katlanılamaz büyümeyle birlikte tam kapasiteye yakın çalıştığını” söylüyor,
bankalar ve diğer mali kuruluşlar kendilerini hazırlamazlarsa mali piyasaların
“sınırı aşabileceği” konusunda da uyarıyordu: “yakında fırtına koptuğu zaman
–bir noktada şüphesiz olacaktır– yine kendimizi işleri ayaküstü yoluna koyma
durumunda bulacağız”.
“George ABD’ye akan sermaye hisse fiyatlarını yukarıya çekerek
tüketici talebine gaz verirken ve Japonya’ya akan sermaye yen’i yükseltip ekonomik
toparlanmayı riske sokarken, Avrupa dışına akan sermayenin euro’yu zayıflattığını
ve enflasyona sebep olduğunu söyledi.”
Her şeyin kontrol altında olması işte bu kadardır! Peki dünya
ekonomisinin “yumuşak iniş” beklentisi? Bay George bu noktada pek fazla iyimser
görünmüyor: “George’a göre bu akışların tedrici biçimde durması mümkünken, “daha
ani bir ayarlama, başka deyişle bir çöküş,” görebiliriz.” (Financial
Times, 15.02.2000, vurgular bizim.)
Bu yılın başlarında borsada meydana gelen ani düşüşler, mevcut
durumun istikrarsız doğasını gözler önüne serdi. Bu, yatırımcıların “yeni ekonomi”
hisselerine ilişkin ürkekliğini göstermektedir. Bu ürkeklik şimdi bizzat burjuvazinin
en uzak görüşlü temsilcilerine geçmeye başlıyor.
Önümüzdeki resesyonun derin bir çöküşe dönüşme ihtimali nedir?
Mandel bu soruya koşullu bir yanıt vererek, bunun parasal kurumların nasıl tepki
vereceğine bağlı olacağını söylüyor: “Eğer Merkez Bankası, teknoloji sektöründe
gelişen aşağı gidişe cevaben saldırgan bir şekilde faiz oranlarını indirirse,
o zaman bu nispeten daha yumuşak huylu ve kısa olabilir. Ancak eğer politikaları
belirleyenler boş şeylerle vakit geçirir ve düşen mal fiyatlarının ve teknoloji
sektöründe yavaşlayan talebin etkilerini yok etmekte hızlı davranmazlarsa, o
zaman aşağı gidiş daha derin ve daha belâlı bir şeye, bir internet depresyonuna
dönüşebilir. Böyle bir depresyon teknoloji sektöründe başlar ve bütün ekonomiyi
harap eder. Ve hükümetin güvenlik ağları, 1930’ların Büyük Depresyonunu karakterize
eden %25’lik işsizlik oranının ve kapanmış fabrikaların önüne geçse de durum
yine de çok sevimsiz olabilir.” (age)
Fakat Mandel, yetkililerin böyle davranacaklarına hiç güvenmiyor:
“Maalesef kötü politika hatası ihtimali rahat olunamayacak kadar yüksek.”
Ve devam ediyor: “Ama bu iyimser sonuç, politikaları belirleyenlerin
teknoloji çevriminin düşüşe geçtiğini fark edebileceklerini ve nasıl tepki verileceğine
dair doğru sonuçlar çıkarabileceklerini varsayar. Aslında politik hataların,
ekonominin oynak zemine kaydığı ve eski kuralların işlemediği durumlarda gerçekleşmesi
daha muhtemeldir.”
Kapitalistlerin “tarihten ders aldıkları” argümanı elbette sık
sık ileri sürülür. Hegel, tarih okuyan birinin çıkarabileceği tek sonucun, kimsenin
tarihten ders almadığı olduğunu belirterek bu argümanı evvelce cevaplamıştı.
Her iktisadi çevrimde aynı hataları sürekli tekrarlayan kapitalistler, bankacılar
ve bunların hükümetleri için bu kesinlikle doğrudur. Ne son resesyonu ne de
şu anki boom’u tahmin edebildiler, dolayısıyla onların (en azından büyük bir
kısmının) şimdiki boom’un sonsuza kadar süreceğini düşünmeleri hiç de şaşırtıcı
değil.
1920’lerde de “tüm dersleri aldıklarını” düşünüyorlardı. Bu
arada o dönem de, tıpkı bugünkü gibi, yeni bir teknolojinin (motorlu arabalar,
uçaklar vb.) hayat verdiği hararetli bir ekonomik genişleme dönemiydi. Bu da
muazzam kârlar yaratan bir borsa boom’una yol açmıştı. Ve enflasyon yoktu. O
sıralar, bir çöküş olmayacağını iddia ettiler, çünkü artık “ticari çevrimleri
yönetmek” amacıyla Merkez Bankası Yönetim Kurulunu (1913’te kuruldu) kurmuşlardı.
(Her zaman “ticari çevrimleri yönetmeye” çalışırlar, ama şimdiye kadar bunu
asla başaramadılar.) Bu yanılsama 1929’da paramparça oldu. Elbette tüm tarihi
analojilerin kusurları vardır. Bir sonraki çöküşün 1929 boyutlarında olacağı
ya da olmayacağı hakkında bir şey söylemek imkânsızdır. Ancak şu anda Amerika’da
yaşanan balonla 1920’lerdeki durum arasında yapılan karşılaştırmalar hayli şaşırtıcı.
Berkeley Üniversitesinden ekonomist Barry Eichengreen şunları söylüyor: “Büyük
paralellikler var, ve tüm bunlar beni endişelendiriyor. Eğer tarihin tekerrür
ettiğine inanıyorsanız, borsanın başını çektiği bir düşüş için gerekli her şey
mevcuttur.” Bu uyarılar hiç de münferit değil.
Krizlerin tüm tarihi, kritik anlarda merkez bankalarının ancak
nadiren doğru şeyi yaptıklarını göstermektedir. Sadece 1930’ların deneyiminden
söz etmiyoruz. Japonya Bankası öyle bir davrandı ki, 1990-91 borsa düşüşünü
neredeyse on yıldır devam eden bir depresyona dönüştürmeyi başardı. Daha yakın
zamanda IMF’den gelen faiz oranlarını yükseltme baskısı, 1997 Asya krizini iyice
ağırlaştırdı. Tüm bu olaylarda bankacılar durumun gerçek niteliğinin farkına
varmada başarısız oldular. Alan Greenspan’in dünyayı “yeni ekonomi” gözlükleri
ile görmesi, onun gelecek çöküşü daha iyi anlayacağını göstermez. Pek muhtemelen
bunu geniş çaplı bir hareket gerektirmeyen küçük bir “düzeltme” olarak görecektir.
Mandel’in doğru bir şekilde işaret ettiği gibi:
“Bugün size derin bir resesyon için endişelenmemenizi söyleyen
ekonomistlerin, tıpkı 1997 Asya krizi gibi, teknolojinin lokomotiflik yaptığı
1990’ların boom’unu da tahmin edemeyenlerle aynı kişiler olması dikkate değerdir.
Hatta tahminciler, kriz başladıktan sonra bile krizin ne kadar kötü olacağını
fena halde küçümsediler.”
Bu nedenle Merkez Bankasının resesyona tepki olarak faiz oranlarını
düşürüp düşürmeyeceği çok tartışmalı bir konudur. Bu birçok yüzeysel gözlemcinin
düşündüğü gibi tümüyle öznel bir sorun değildir. Para otoritelerinin davranışı
da nesnel durumdan kaynaklanır. Çöküş bir kez başladığında, kilit kararları
büyük ölçüde Greenspan almayacaktır. Bu kararlar onun adına ünlü “piyasa güçleri”
tarafından alınacaktır. Çöküşten kaçınmanın anahtarının bireylerin elinde olduğuna
inananlar bu küçük detayı gözden kaçırıyorlar. Ekonomiye böyle öznel bir bakış
tarihi deneyimlere uymamaktadır. Aslında belirleyici durumlarda merkez bankalarının
dünya ekonomisinin akıbetini etkileme yeteneği en iyi zamanlarda bile sınırlıdır.
Örneğin faiz oranlarının düzeyi kaprislerle değil, nesnel ekonomik faktörlere
göre belirlenir.
Amerika’da bir çöküş kaçınılmaz olarak doların değerinde de
bir düşüşü beraberinde getirir. Merkez Bankası bu yüzden sadece faiz oranlarını
düşürmek için değil, aynı zamanda onu arttırmak için de büyük bir baskı
altına girer. Merkez Bankası bu basıncı gözardı edecek ve ders kitaplarında
yazdığı gibi çöküş boyunca talebi arttırmak için basitçe faiz oranlarını mı
düşürecektir? Bunun üzerine bahse girmek doğrusu cesaret ister! Bankacıların
doğal içgüdüleri, daha çok onların “sürdürülebilir seviye” diye gördükleri yere
kadar üretimin düşmesine izin vermek olurdu. Enflasyon şeytanı ile mücadele
etmek ve doları eski şaşaasına kavuşturmak için işsizlik acısına (işçi sınıfı
için acı, onlar için değil!) katlanmak zorunluysa öyle olacaktır. Böyle bir
yaklaşım kapitalist bakış açısıyla gayet mantıklıdır. Şayet dünya bu yüzden
derin bir çöküşe sürüklenirse, işte o zaman durum gerçekten çok kötü olacaktır.
Her şeye rağmen bu tür bir senaryo tümüyle mümkündür.
Peki Merkez Bankası krizde bunun tam tersini yapar ve faiz oranlarını
düşürürse ne olur? Dolara olan güvenin zaten az olduğu bir durumda bu hareket
dolardan euro gibi diğer para birimlerine daha fazla kaçışa neden olacaktır.
O zaman ucuz mallarını dünyanın diğer yerlerine, özellikle de ürünleri rekabete
dayanamayacak olan Avrupa’ya ihraç ederek çöküşten çıkması için Amerika’ya fırsat
sağlanmış olur. Bu durumda Amerika ile Avrupa ve Amerika ile Japonya arasındaki
gerilim bin kat artacaktır. Dünya ticaretinin bütün bünyesi inanılmaz bir basınç
altına girecektir. Pratikte bu politika ABD’nin kendi işsizliğini Avrupa’ya
ve Japonya’ya ihraç etmesi anlamına geldiğinden, onlar da buna bir rekabetçi
devalüasyon politikasına başvurmak suretiyle direneceklerdir. Bu da WTO’nun
temelini ölümcül bir şekilde oyacak ve dünya ekonomik düzeni için çok ciddi
sonuçlar doğurarak küreselleşmeyi tersine çevirecektir. Dolayısıyla bu yolda
da kalıcı bir çıkış yoktur.
Elbette çöküş er ya da geç sona erecektir ve bir sonraki krize
kadar yeni bir denge noktası bulunacaktır. Kendiliğinden çöküş anlamında “kapitalizmin
son krizi” diye bir şey yoktur. İşçi sınıfı kapitalizmi devirerek ona son vermedikçe
kapitalistler her zaman bir çıkış bulacaklardır. Fakat sorun şudur: hangi yolla?
1914’te ve yine 1939’da çıkışı savaşta buldular. New World Disorder’da
[Yeni Dünya Düzensizliği] açıkladığımız nedenlerden dolayı şimdi bu yol
kapalıdır. Bu yüzden onlar için açık olan tek yol krizin yükünü kitlelerin –proletarya
ve orta sınıfın– omuzlarına yıkmaktır.
Aşağı doğru spiral
“Düşüş başladığında” diye yazıyor Mandel, “1990’ların erdemli
çevrimi tersine dönmeye başlayabilir. Yeni teknolojileri finanse etmek için
daha çok fon yaratan yükselişteki bir hisse senedi piyasası yerine, düşüşteki
bir piyasa, yeni iş başlangıçlarına ayrılan risk sermayesini azaltacaktır. Bu,
borsayı daha da aşağı iterek, teknolojik yeniliklerin ve üretkenlik artışının
daha da yavaşlamasına yol açacaktır. Yatırımlar düşecek, enflasyon yükselecektir,
ve tabii işsizlik de.” (age)
ABD ekonomisinde sadece bir yavaşlama bile topun yuvarlanmaya
başlaması için yeterlidir: “Eğer ekonomi yeterince yavaşlarsa bilgi teknolojisinin
faydalarına hâlâ inanan şirketler bile kısıntı yapmaya zorlanır. Bu basit bir
aritmetik sorunudur; şu anda teknoloji harcamaları yatırım harcamalarının %40’ını
oluşturmaktadır, bu yüzden bunu muhafaza etmek zor olacaktır. Gerçekten de teknoloji,
taşınmaz ekipman harcamalarının %30’unu temsil etmektedir. Kırpılacak başka
hiçbir yer yoktur.” (age, vurgu bizim)
Bu noktaya çoktan ulaşıldığına dair belirtiler var. Yatırımcılar
şimdiye kadar fazla kâr etmeyen –ya da gerçekte hiç kâr etmeyen!– yeni teknoloji
hisselerini almaya pek hevesli değiller artık. Borsa birdenbire, özellikle “yeni
ekonomi” hisselerini etkileyen bir endişe havasına sürüklendi. Bunun ifadesi
“yeni ekonomi” hisselerinin işlem gördüğü Nasdaq borsasındaki çalkantılı hareketler
oldu. Bu neler olacağına dair bir erken uyarıdır.
Şirketler teknoloji harcamalarını kestikleri an, ani bir çarpma
etkisi olacaktır. Her şeyden önce, büyük önem taşıyan bilgisayar üretim sektörü,
talebin düşmesi ve kâr marjlarının daralması ile ağır bir darbe alacaktır. İşsizliğin
artması, talebi daha da azaltacaktır ve saire. Mandel’e göre: “İlk dalga bu
yıl geldi, iş bulma firması Challenger, Gray ve Christmas’a göre dot-com’lar
yaklaşık 17.000 işçiyi işten çıkardılar. Yeniliklerin hızı kesildikçe yeni ürünler
ve şirketler için daha az insan gerekecek ve bu yüksek teknoloji firmalarında
işçi kısıntısına neden olacaktır. Tensikatlar, sonunda telekomlardan yazılım
üreticilerine, danışman firmalara kadar uzanacaktır.
“Özellikle en savunmasız olanlar, boom sırasında sayıları artan
geçici işçilerden, bağımsız danışmanlardan, serbest yazarlardan, programcılardan
ve kiralık web tasarımcılarından oluşan yüzer-gezer işgücü olacaktır. Bu tür
geçici işçi firmalarına bağlı işçiler 1981’de tüm işlerin %0,6’sını oluştururken,
2000’in başlarında %2,7’sinden fazlasını oluşturuyordu. Ve bu sayı, BLS’ye göre,
işgücünün en az bir %6’sını daha oluşturan bağımsız sözleşme yapanları ya da
şirketler tarafından doğrudan kiralanan geçici işçileri kapsamamaktadır. Bu
insanlar, büyüme yavaşladığında bu firmaların onlara çok daha az ihtiyaç duyacağını
öğreneceklerdir.” (age)
Mandel ciddi bir krizin iki yıl kadar ertelenebileceğini düşünmektedir:
“Eğer borsa 2000’in ilk döneminde yükselirse, ekonominin kesin bir çöküşe girmesi
iki yıl ya da biraz daha fazla zaman alabilir.” (age)
Bu mümkündür, ama illa böyle olacaktır denemez. Şu an öyle bir
istikrarsızlık mevcuttur ki, herhangi bir şok tüm çürük yapıyı bir anda çökertebilir.
Tetikleme ekonomik alanın dışından da gelebilir. Örneğin Ortadoğu’da bir savaş
ya da Filistin sorununda ciddi bir kötüleşme bile Batıya giden petrol akışını
kesintiye uğratarak, varil fiyatlarının 40 dolar veya üstüne çıkmasına neden
olabilir. Böyle bir şok 1970’lerdeki gibi dünya çapında bir krizin ateşleyicisi
olabilir. Ama her halükârda çöküşün tam zamanlaması önemsizdir. Önemli olan
Mandel’in böyle bir çöküşün kaçınılmaz olduğunu kabul etmesidir.
Perspektifler üzerine etkiler
Şu anda boom devam etmektedir ve ne kadar süreceğini tam olarak
söylemek olanaksızdır. Bir iki yıl ya da daha fazla da sürebilir, çok daha kısa
bir süre içinde çökebilir de. Bir şey söylemek olanaksız. Kesin olarak söylenebilecek
şey şudur: boom’un devam etmesi sınıf mücadelesinin rafa kaldırıldığı anlamına
gelmez. Tam aksine. Mevcut boom’un Britanya’da, Amerika’da ve özellikle de Fransa’da
devam etme derecesine bağlı olarak, bu, sınıf mücadelesinin patlamalı bir gelişiminin
koşullarını yaratacaktır. Gerçekten de sermayenin Stephen Roach gibi daha kavrayışlı
stratejistleri, uzun süredir, ABD’deki işgücü sıkıntısının kaçınılmaz olarak
onun “şiddetli işçi tepkisi” diye adlandırdığı durumu yaratacağını tahmin etmektedirler.
Sınai mücadele açısından, boom’un devam etmesi hâlen Amerika
ve diğer ülkelerde yapay bir şekilde düşük tutulan ücretlerin arttırılması için
mücadelenin yükseltilmesine yol açacaktır. Bu açıdan boom’un devam etmesi kötü
bir şey değildir. Bu mücadelenin şiddetlenip genelleşmesi iyi bir şey olurdu.
İşsizliğin tasfiyesi işçi sınıfını güçlendirir, onun kendine güvenini ve mücadele
ruhunu arttır. Aslında Roach ve diğerlerinin uzun süredir tahmin ettikleri “şiddetli
işçi tepkisi”nin gerçekleşmemiş olması şaşırtıcıdır. Pek çok ülkede grev eylemlerinin
seviyesi çok düşüktür. Bunun en akla yakın açıklaması, son dönemin yüksek işsizlik
düzeylerinin anılarıdır. İşçiler işlerine dört elle sarılmaktadırlar ve karşılığını
yeterince alma koşuluyla geçici olarak her türlü yükü kabul etmeye hazırdırlar.
Uzun çalışma saatlerini ve kötü koşulları isteksizce kabul etmektedirler. Fakat
işçilerin sabrı sonsuz değildir ve sabrın sonuna geldiklerine dair işaretler
bulunmaktadır.
Mevcut boom’un uzaması, sosyal ve siyasal etkileri nedeniyle
elbette denklemde önemli bir bileşendir: bazı şeyler bundan kaynaklanır. Tarihteki
her boom –hatta en kısa ve zayıf olanı bile– iktisadi çevrimin sona erdiği ve
kapitalizmin sorunlarını çözdüğü yanılsamasını ortaya çıkarmıştır. Bu kuraldır.
Şu anki boom da bundan farklı değildir. Bu nedenle mevcut durumu burjuva propagandası
temelinde algılamak yanlıştır. Boom’un bizim tahmin ettiğimizden daha uzun sürdüğü
muhakkaktır. Şüphesiz bunun tüm sınıfların psikolojisi üzerinde
bazı sonuçları vardır.
Egemen sınıf güvenin verdiği heyecanla doludur. Kiralık ekonomistler
–her zamanki gibi– boom-çöküş çevriminin sonsuza dek ortadan kalktığını açıklayan
“bilgiç” teoriler üretmektedir. İşçi sınıfı kitlesel işsizliği ve yakın geçmişin
“panik dalgalarını” hatırlayarak, işverenlerin tüm yaptırımlarını kabul etmenin,
daha uzun saatler boyu sıkı çalışmanın, daha çok para getiren bir işin tercih
edilebilir olduğuna karar vermiştir. Bir süre için işçiler başlarını öne eğmişlerdir.
Bu durum devam edemez, ama bu, kendisini soyutlanmış ve yolunu şaşırmış hisseden
aktif katman için geçici olarak zorluk yaratmaktadır. Net bir perspektifin olmamasından
dolayı karamsar sonuçlar çıkarmaktadırlar. Sınıf mücadelesindeki mevcut suskunluğun
sadece can sıkıcı bir ateşkes olduğunu, durgun yüzeyin altında muazzam sosyal
patlamaların hazırlandığını görmemektedirler.
Lenin bir seferinde politikanın yoğunlaşmış ekonomi olduğunu
söylemişti. Fakat bu iddiayı mutlak ve mekanik bir şekilde yorumlamak yanlıştır.
Boom-çöküş çevrimiyle devrim arasında mekanik bir ilişki yoktur. Boom’un zorunlu
olarak gericilik anlamına ve çöküşün de zorunlu olarak bir devrim anlamına gelmediği,
Marksistler için temel bir önermedir. Sadece bir örnek vermek gerekirse, tarihteki
en büyük devrimci genel grev Fransa’da 1968 Mayısında, savaş sonrası boom’un
en üst seviyesinde gerçekleşmiştir. Aslında o durum ile şu anki durum arasında
çarpıcı benzerlikler bulunmaktadır.
İktisadi çevrim denklemde önemli bir bileşendir, ama çevrimlerle
bizim ne kastettiğimiz de önemlidir. Ticari çevrimlerle çağın niteliğini belirleyen
geniş tarihsel çevrimler birbirinden ayrılmalıdır. Kapitalizmin tarihinde böyle
uzun dönemler görülmektedir: örneğin 1914 öncesinde yaklaşık 20 yıl süren türden
yükseliş dönemleri olmuştur. Bu dönem, üretim araçlarının, teknolojinin, dünya
ticaretinin muazzam gelişimi ve özellikle de işçi sınıfının kalifiye ayrıcalıklı
katmanı için yükselen yaşam standartları ile belirlenmişti. Bunun sonucunda
sınıflar arasındaki çelişkiler yumuşamış ve sınıf mücadelesi azalmıştı. Bunun
politikadaki yansıması işçilerin kitlesel örgütlerinin ulusal-reformist dejenerasyonu
oldu. Bu dönem Birinci Dünya Savaşı ve Rus Devrimi ile son buldu.
İki dünya savaşı arasındaki dönem tümüyle farklı bir karaktere
sahipti. Bu dönem, ekonomik, sosyal ve politik kriz dönemiydi. O zaman bile
boom-çöküş çevrimi yok olmadı. 1920’lerde ABD’de şu anki boom ile birçok benzerliği
olan bir boom vardı. Bu boom, 1929 Wall Street Çöküşüyle ve 1939’da savaşın
patlamasına kadar devam eden bir dünya ekonomik depresyonu ile sonlandı. Bu
yıllar proletaryanın kitle örgütlerinin krizler ve bölünmelerle çalkalandığı
ve sarsıldığı toplumsal çalkantılar, devrim ve karşı-devrim yıllarıdır. Bu fırtınalı
dönem ancak İkinci Dünya Savaşıyla son bulmuştur.
İkinci Dünya Savaşını takip eden yıllar tümüyle farklıydı. Daha
çok 1914 öncesi döneme benzemekteydi. 1948 ile 1974 arasında, işçi hareketi
içinde kapitalizm yanılsamalarının ve reformizmin etkili bir şekilde güçlenmesine
neden olan uzun bir yükseliş dönemi uzandı. Bunlar tüm bir tarihsel dönem boyunca
gerçek Marksizm güçlerinin tecrit edilmesine yol açan nesnel koşullardı. Bu
dönem İspanya’da, Portekiz’de, Yunanistan’da, İtalya’da ve Britanya’da yeni
devrimci mücadele dönemini açan 1973-74 sözde petrol krizi ile sona ermiştir.
Bu kısa muhasebeden, sınıf mücadelesinin nasıl sadece normal boom-çöküş çevriminden
değil, aynı zamanda her biri diğerinden farklı olan daha geniş kapitalist gelişme
dönemlerinden de etkilendiğini görebiliyoruz.
1970’lerdeki kabarmalardan (gerçekte 1968’de Fransa’daki, 1968-69’da
İtalya’daki devrimci gelişmelerle başlamıştır) sonra ters yönde bir kayış oldu.
İşçi sınıfı sürekli devrimci heyecan durumunda olamaz. Sınıf mücadeleleri toplumu
sosyalist yolda dönüştürmeyi başaramazsa, en güçlü grev hareketi bile söner.
İşçiler yorulur ve yine ilgisizliğe ve kayıtsızlığa düşerler. Burjuvazi cesaretini
toplar ve karşı saldırıya geçer. Sahne geri çekilmeler ve yenilgiler için hazırdır.
1980’lerdeki Thatcherizmin ve Reaganizmin sosyal ve politik zemini buydu.
Geçen 20 yılın monetarist reaksiyonu için de ekonomik temel
vardı. Savaş sonrasında Keynesçi politikaların, bütçe açığı finansmanının ve
“güdümlü kapitalizmin” yaygın biçimde uygulanması devrim ve “komünizm” korkusunun
sonucuydu. Asıl faktör dünya ticaretinin gelişmesi olmakla beraber, 1948-74
savaş sonrası uzun ekonomik yükselişine katkıda bulunan faktörlerden biri de
bu idi. Fakat Marksistler tarafından öngörüldüğü gibi (bakınız Ted Grant’ın
“Will there be a Slump?” [Bir Çöküş Olacak mı?]) Keynesçi politikalar kaçınılmaz
olarak enflasyon ile sonuçlandı, bu da bu sözde modelin 1970’lerin ikinci yarısında
çökmesine neden oldu. Burjuvazi Keynesçi politikalardan dili yandığı için, daha
önceki “sağlam para ve dengeli bütçe” politikasına dönerek, aksi istikamete
yöneldi.
Son 20 yıl boyunca sarkaç bu yönde salındı. Ülkelerde ardı ardına
monetarist reaksiyonun yükseldiğini gördük. Kapitalistler ve hükümetleri, devlet
müdahalesi ile kapitalizm krizden kurtulabilir düşüncesinde olan eski Keynesçi
zırvayı terk ettiler. Bunun yerine, JK Galbraith’ın nükteli bir biçimde, fakirin
çok parası olduğu zenginin ise yeterince olmadığı düşüncesi diye tanımladığı
bir politikayı benimsediler. “Yeni fikir” maskesi altında monetarizm, “klasik
kapitalizm” politikalarına gerçekten geri dönüş çabasıydı. Fakat 1930’ların
felâketine yol açan tam da bu politikalardı. Bunlar, açık bir gericilik, devleti
yağmalama, işçi sınıfını yağmalama, sömürge dünyasını yağmalama politikasıyla
aynı anlama geliyordu. Başka bir deyişle bunlar, en çıplak haliyle sınıf savaşı
için çıkarılmış dört dörtlük bir davetiye oluşturmaktadır.
Yeni “liberalizm” bir süre için tüm cephelerde kazanmış gibi
göründü. İşçiler başlarını önlerine eğdiler. Sendika ve İşçi Partisi önderleri
yeni reçeteyi şevkle kabul edip pratiğe geçirilmesine yardımcı oldular: özelleştirme,
liberalleştirme, deregülasyon –her cephede gerçek bir sosyal karşı-devrim. Sömürge
dünyada ise, yeni dünya düzeni, emperyalizme ve 19. yüzyılın gambot diplomasisine[4] geri dönüşü temsil etmektedir. Emperyalistler
(ve onların Sosyal Demokrat dalkavukları), acılara ve kendi eylemlerinin neden
olduğu savaşlara karşı en sinik kayıtsızlığı gösteriyorlar. Tıpkı Baal rahiplerinin
çocukları Moloch’a kurban etmeleri gibi, bu medeni Hıristiyan baylar ve bayanlar
milyonlarca erkeği, kadını ve çocuğu kendi tanrıları Sermaye için kurban etmeye hazırdırlar.
Kendi ülkelerindeki devletin (“özelleştirme” olarak bilinen)
yağmalanması ile yetinmedikleri gibi, dünya üzerindeki en fakir ülkelerin sistematik
yağmasının avukatlığını da yapmaktadırlar. IMF ve Dünya Bankası gibi acenteleri
aracılığı ile bu ülkelerden gümrük korumalarını kaldırmalarını ve kamuya ait
işletmelerin Batı tekellerine satılmalarını talep ediyorlar. Böyle politikalar
bu ülkeler için, zayıf ekonomilerini parçalayacak ve perişan edecek bir ekonomik
ölüm cezasından başka bir anlama gelmemektedir. Bu şekilde emperyalistler sömürge
devriminde yeni bir patlamayı hazırlıyorlar. Filistin’deki olaylar, önümüzdeki
dönemde bir kıtadan diğerine özsel bir güçle yayılacak bir sürecin yalnızca
ön belirtisidir. Ve ellerindeki tüm güce rağmen, Kolombiya’nın ispatlandığı
gibi, bunu kontrol edemeyecekler.
Sömürge devrimi
YEP taraftarlarının temel iddialarından biri de, fiyatların
düşük seyretmesinden dolayı mevcut boom’un geçmiştekilerden farklı olduğudur.
Neden enflasyon yok? Bu, temelde bir şeylerin değiştiği ve düşük fiyatlar ile
yüksek üretkenliğin bu “erdemli çevriminin” sonsuza kadar süreceği anlamına
gelmez mi? Neden fiyatlar düşük sorusunu sormak gerek. Fiyatların düşük olmasının
–en azından yakın zamana kadar– birçok nedeni vardır. Bunda üretkenliği yükselten
yeni teknolojinin bir sonucu olarak metaların ucuzlaması unsuru vardır; ücretlerin
düşük tutulması vardır; On a Knife’s Edge ile değindiğimiz Asya’daki
çöküşün bir sonucu olarak şiddetlenen rekabet vardır. Asya’daki aşırı üretim
kapitalistleri fiyatları sınırlamaya zorlayarak, paradoksal biçimde Amerika’daki
boom’un uzamasına yardım etmiştir. ABD’ye gelince, temel faktörlerden biri ithalât
fiyatlarını düşük tutan yüksek dolardır.
Fakat enflasyonun olmamasının temel sebeplerinden biri petrol
gibi ucuz hammaddelerdir. Yakın zamana kadar Üçüncü Dünyadan gelen petrol ve
tüm malların fiyatları rekor düzeyde düşüktü. Sömürge dünyasının suyu sıkıldıkça
sıkıldı. Birleşmiş Milletler’e göre şu anda dünyada yoksulluk sınırının altında
yaşayan en az 800 milyon insan vardır. Diğer tüm zamanlardan daha çok milyoner
ve milyarder yaratan boom’un ortasında durum budur. Bu edepsizliğin bir sonucu
olması gerekiyordu ve nitekim bu sonuç birbiri ardına çeşitli ülkelerde ortaya
çıkmaktadır: Peru’da, Bolivya’da, Kolombiya’da, Ekvator’da; İran’da, Endonezya’da,
Nijerya’da ve Filistin’de. Bu durum mevcut boom sırasında her yerde mayalanmakta
olan sosyal ve politik çalkantılar hakkında küçük bir fikir veriyor. Şunun akılda
tutulması gerekir ki, mevcut durum kapitalizmin dünya halklarına sunduğu
en iyi toplumsal durumdur.
Asya’daki çöküş ciddi bir çöküştü. Bunun, örneğin Endonezya’daki
gibi tamamına ermeyen ve uzun bir döneme yayılarak gelişecek olan bir devrimin
ilk başlangıçları biçiminde çok şiddetli etkileri oldu. İran’da devrimin başlaması
da, ki bunu öngörmüştük, durumda çok köklü bir değişiklik olduğunu göstermektedir.
İran da petrol üreten ülkelerden biridir. Güney Kore’de genel grevler ve sosyal
çalkantılar yaşanmaktadır. Bu hareketlerin çöküş sırasında gerçekleşmesi, çöküşün
etkileri hakkında mekanik düşünmemek gerektiğini göstermektedir. Önceki dönemin
tümünü hesaba katmak gerekir. Örneğin Güney Kore’de çöküşün başlaması sınıf
mücadelesinin sona ermesi anlamına gelmemektedir. Keza sonraki toparlanma da
öyle. Tam tersine. Güney Kore ekonomisi 1999’da %10,7 büyüdü. Fakat bu yalnızca
işçileri mücadeleye atılmak için cesaretlendirdi. Kazançtan paylarını talep
ettiler. Çöküş boyunca ücretler %2,5 oranında düşürüldü (1998’de). Şu anda işçiler
%15,2’lik bir artış talep ediyorlar.
Diğer taraftan yükselen petrol fiyatlarının Amerika’da çok ciddi
etkileri olacaktır. Boom’u sürdürmeyi becerebilmelerinin asıl sebeplerinden
birisi hammadde fiyatlarının, özellikle de petrol fiyatının düşük olmasıydı.
Bu durum açıkça sona erdi. Boom’un devam etmesi fiyatların yükselmesine neden
olacaktır. Arz talep kurallarına göre malların fiyatları yükselme eğilimine
girecektir, ama fiyatları çok fazla arttıramazlar, çünkü rekabet yakalarına
yapışmıştır. Bunun Amerika’daki kâr oranlarına er ya da geç bir etkisi olacaktır.
Fakat petrol fiyatlarındaki şiddetli dalgalanmalar Üçüncü Dünya denen bütün
bölgelerde derhal istikrârsızlaştırıcı bir etki yaratmıştır.
Bu yılın başında Ekvator’da devrimin ilk başlangıçlarına şahit
olduk. Bu, biz de dahil herkesi hayretler içinde bırakan bir durumdu. Kitleler
–yerliler, köylüler, işçiler ve öğrenciler– hiçbir uyarı işareti vermeden başkent
Quito’yu işgal ettiler, hükümete tekmeyi bastılar ve komiteler seçtiler. Sadece
önderliğin olmaması devrimi sonuna kadar götürmelerine engel oldu. Ekvator da
petrol üreten ülkelerden biri. Petrol fiyatları şimdi üç katına çıktı. Fakat
petrol fiyatlarındaki yükseliş bu hareketi engelleyemedi, çünkü bu kitleleri
etkilemez. Ne de hükümete fazla bir faydası olur. Burjuva rejim istikrârı sağlayabilmiş
değildir.
Ekvator’daki devrimin önderlik olmaması nedeniyle başarıya ulaşamaması,
burjuvazinin kontrolü tekrar ele geçirmesini sağladı, en azından geçici olarak.
Fakat uzun vadede hiçbir şey çözülmedi. IMF ile yapılan anlaşmanın koşullarına
göre, hükümetin petrol fiyatlarını %60 arttırması gerekiyor. (Bu en son petrol
fiyat artışı dalgasından önceydi) Birçok insan tarafından mutfakta kullanılan
tüp gaz fiyatı %40 artacaktı. Niyet beyanına göre, bütçe açığı, yılda 360 milyon
doları tutan akaryakıt sübvansiyonları kesilerek kapatılacaktı. Bunu sonucu
halkın yaşam standartlarının budanmasıdır. Asgari ücret aylık 47 dolarda değişmeden
kalırken, enflasyon Ocaktan bu yana %49 oranında arttı ve Aralığa kadar da %80
kadar artması bekleniyor. Bu sınıf savaşı için çıkarılmış dört dörtlük bir davetiyedir.
Burada bir paradoks karşımıza çıkıyor. Geçen on iki ay içinde
petrol fiyatlarının üç katına çıkması, petrol üreten ülkelerde devrimin gündemden
çıktığı anlamına gelmez. Karşı karşıya kaldıkları kriz çok derin olduğu gibi,
çelişkiler de kapitalist temelde çözülemeyecek kadar büyüktür. Bir krizden diğerine
yuvarlanacaklardır.
“Amerikan rüyasının” sonu
ABD’deki heyecanlı spekülasyon dalgası bir çeşit kolektif
çılgınlığı temsil etmektedir. Ünlü “Amerikan rüyasının” son dirilişiyle karşı
karşıyayız. Şu anda bunu çok basit bir biçimde ifade etmek mümkündür: herkes
milyoner olmayı istemektedir. Ama işin aslı, çok az insan milyoner
olabilmiştir. Şu anki boom sırasında en az 100.000 Amerikalı yılda bir milyon
dolardan fazla kazanma noktasına ulaştı. Kapitalizmin savunucuları bu manzarayı
dünyaya göstermekten pek hoşlanmaktadırlar. Fakat asıl büyük para kazananlar
esasen en tepedeki küçük azınlık ve kısmen de orta sınıftır. Amerikalıların en
alt %20’lik dilimine bakılırsa tam tersi bir durum geçerlidir. Bu boom
özellikle Amerika’da (sadece burada değil) en vahşisinden eşitsizlikle ve
zenginlikle yoksulluk arasında en barizinden bir kutuplaşmayla
belirlenmektedir. Şu anda en üst %20’lik dilimdeki hane halkı, Gayri Safi Milli
Hasılanın yarısından fazlasını almaktadır. En alttaki %20’lik dilim ise %4’ünü.
44 milyon Amerikalının bir sağlık sigortası bile yok. Bu nedenle bu boom içinde
şu anda bile sınıflar arasında bariz biçimde sırıtan muazzam bir kutuplaşma
gelişmektedir, tıpkı Marx’ın öngördüğü gibi: eşi görülmemiş bir zenginliğin ve
gücün tepede devâsa bir yoğunlaşması, buna mukabil aşağıda görülmemiş bir
sefalet. Gelecekte bunun muazzam ölçekte sonuçları olacaktır ve bu gelecek
muhtemelen pek uzak olmayan bir gelecek olacaktır.
Bununla birlikte mevcut tartışmanın, insan boyutu
diyebileceğimiz başka bir boyutu bulunmaktadır. Meselenin bu yanının kapitalist
yorumcuların pek ilgisini çekmediğini söylemeye bile gerek yok. Fakat Marksizm
bakımından bu en önemli sorundur. Şöyle ki, mevcut ekonomik iklim işçi sınıfını
ve toplumu bir bütün olarak nasıl etkilemektedir? Boom içindeki bu toparlanmada
bile, korkunç bir sömürü yoğunlaşması, işçilerin kas ve sinir sistemleri
üzerine uygulanan acımasız bir baskı, ve elbette tarihte eşi görülmemiş
düzeylere varan tekelleşme süreci ile bağlantılı olarak, sürekli işten
çıkarmalar ve şirket küçülmeleri söz konusuydu.
The Economist gibi
ekonomik yayınların sayfalarında her hafta dünyanın en büyük ilaç, internet,
eğlence, otomotiv vb. devlerini yaratan şirket ele geçirmelerine ilişkin
haberler yer alıyor. Bunlar Marx’ın sermayenin yoğunlaşması olarak tarif ettiği
şey için laboratuarlık örnekler oluşturuyorlar. Bu süreç bu çevrimde görülmemiş
düzeylere ulaştı. Zenginliğin ve gücün gittikçe daha az elde yoğunlaşması ve
bunun sonucunda toplumsal eşitsizliğin artması, özellikle Amerika başta olmak
üzere tüm ülkelerde sınıf kutuplaşmasını hızla arttırmaktadır. Bu olgu işçi
sınıfı ve orta sınıfın bilinci üzerinde daha şimdiden etkisini göstermektedir.
Geçenlerde Business Week tarafından
yapılan bir anket, şu anda bile toplumun tabanında giderek büyüyen iç
sıkıntısını ve kabaran hoşnutsuzluğu çarpıcı bir şekilde ifşa ederek bunu ön
plana çıkarmıştır. Seattle ve Washington gösterileri gibi hareketler ülkeleri
ardı ardına etkileyecek geleceğin fırtınasını bildiren öfkeli yıldırımlardır.
Sorunlar burada da bitmiyor, çünkü bütün bu meseleyi hazin
bir son beklemektedir. Boom’un çökmesi şüphesiz, tüm sınıfların psikolojisini
sarsarak köklü etkiler doğuracaktır. Bu ne kadar ertelenirse ve borsa ne kadar
yükselirse, sonunda sert bir iniş ihtimali o kadar yüksek olacaktır. Teşhis
hâlâ doğrudur. Ama bu, boom sona erene kadar sınıf mücadelesinin felç durumunda
kalacağı anlamına mı geliyor? Bu tamamen yanlış ve mekanik bir sonuçtur.
Çöküş sınıf mücadelesi için bir iksir değildir. Aslında, en
azından başlangıçta derin bir çöküşün, sanayideki hareket düşünüldüğünde bazı
olumsuz etkileri bile olabilir. Fakat yaklaşan çöküş, ki muhtemelen ciddi bir
çöküş olacak, şüphesiz 1945’den beri ilk kez kitlelerin bilincinde şok etkisi
yapacaktır, özellikle de piyasa illüzyonunun diğer ülkelere göre çok daha derin
kökler saldığı Amerika’da. Tarihin diyalektiği, burjuvazi için büyük sürprizler
hazırlıyor, özellikle Amerika’da. Zenginlik düşleri küle döndüğünde –ki öyle
olacaktır– sadece işçi sınıfından değil aynı zamanda orta sınıftan milyonlarca
insanın bilincinde hızlı bir dönüşümün yolu açılacaktır. Pek çok insan doğrudan
doğruya Cumhuriyetçilikten devrim safına geçecektir.
YEP savunucuları ABD ekonomisinin köklü değişimler
geçirdiğinde ısrar ediyorlar. Şüphesiz bazı değişimler olmuştur. Ne gibi
değişimler? Örneğin işgücünde bazı değişiklikler oldu. İşgücünün büyük bir
kısmı –sadece Amerika’da değil ama bilhassa Amerika’da– artık uzun süreli iş
akitli ve bunun gerektirdiği hakları olan tam-zamanlı işçilerden
oluşmamaktadır. Bu günlerde IT sektöründeki işçilerin büyük bir kısmı
tam-zamanlı değil yarım-zamanlı işçilerdir. Böyle olan sadece IT sektörü de
değildir. Amerika’da üç milyondan fazla insan işçi bulma acenteleri için
çalışmaktadır. Bu 1980’deki sayının iki katıdır. Diğer bir %10’luk kısım da,
duruma göre kiralanan ya da kiralanmayan geçici işçiler veya sözleşmelilerdir.
Kendimize şunu sormalıyız: bu çöküş kötüye gitmeye başladığında ne olacaktır?
Yatırım yapmak artık kârlı olmadığında, artık paralarını geri
kazanamayacaklarından korkmaya başladıklarında ne olacak? Öyle bir işten atma
dalgası olacaktır ki, işsizlik geçmişte olduğundan çok daha hızlı yükselecektir.
Daha sonra piyasa da bundan etkileyecektir. ABD’deki talep düşecek, krediler
tıkanacak ve piyasa hızla daralacaktır.
Devrimin moleküler süreci
Bu büyüklükte bir çöküşün politik etkisi çok büyük olacaktır.
Sınıf mücadelesi sadece grevlerin sayısıyla ölçülemez. Her türden gelişme
kitlelerin zihninde güçlü bir psikolojik etki yaratabilir. Ve kavranması
gereken en önemli şey sürecin halihazırda
başlamış olmasıdır. Troçki buna, usta işi bir tabirle, devrimin moleküler
süreci demiştir. Geniş ölçekli bir mayalanma ve kurulu düzenin genel bir
sorgulanması başlamış durumda. Seattle caddelerinde, sonra da Washington ve
Prag’da kendini dışa vuran budur. Seattle gösterisi durumdaki sert ve ani
değişimin mükemmel bir örneğidir. Bundan on iki ay önce kim binlerce genç insanın
ve sendikacının ABD’de böyle militan bir gösteride bir araya geleceğini tahmin
ederdi?
Bu olayların altında yatan neydi? Ciddi bir Marksist, tıpkı
iyi bir doktor gibi, olayların kritik bir aşamaya gelmesini bekleyemez.
Kendimizi, daha dramatik olaylara doğru gelişmeden önce belirtileri büyük bir
dikkatle incelemeye alıştırmalıyız. Seattle’ın WTO (Dünya Ticaret Örgütü) ve
küreselleşme ile alâkalı olduğu zannedildi. Fakat bu, olayı hiçbir şekilde
açıklamaz. Büyük bir olasılıkla gösteri TV’ye çıkmadan önce insanların büyük
bir çoğunluğu WTO’yu duymamıştı. Seattle olayları gerçekte bir belirtiydi.
Bunlar, yükselen bir ayılma sürecinin dışa vuruşuydu, ya da daha doğrusu,
sıradan insanlar arasında, özellikle genç insanlar arasında –bir ölçüde
sendikacılar ve genel olarak da işçiler arasında– uyanan doğal bir “bu toplumda
ve bu sistemde kötü bir şeyler var” tepkisi, giderek artan bir “adaletsiz bir
dünyada yaşıyoruz” ve “bunların hepsi yanlış” hissiydi.
Bu sorun ne kendi başına bir sorundur, ne de ABD’yle sınırlı
bir sorun. Sonraki olaylar giderek artan sayıda gencin kapitalizm karşıtı
protesto için caddelere çıkmaya hazır olduğunu göstermiştir. Doğrudur, bu
gösterilerin kompozisyonu büyük ölçüde küçük burjuva ve toplumun marjinal
kesimlerinden oluşmaktadır. Ancak yakın zamanlarda Fransa’daki, Britanya’daki
ve diğer Avrupa ülkelerindeki çiftçilerin ve kamyon sürücülerinin eylemleri
gibi bunlar da, belirtiler olarak büyük bir öneme sahiptirler. Petrol
fiyatlarındaki son artış Fransa, Britanya, Belçika ve diğer ülkelerin
caddelerindeki eylemleri ateşlemiştir. Esasen alt orta sınıfın, çiftçilerin ve
kamyon sürücülerinin yaptığı bu eylemler aniden, bulutsuz gökyüzünde çakan
şimşek gibi patlak verdi. Bu da giderek artan sosyal istikrarsızlığın ve
sıkıntının diğer bir belirtisidir.
Bunun gösterdiği şey boom’un en üst noktasında bile toplumun
havasında bir değişim ve mayalanma olduğudur. Amerikan Business Week dergisi tarafından yapılan son anket bunu canlı
biçimde göstermiştir. Bu ankete göre Amerikalıların en az %72’si dev
şirketlerin kendi yaşamlarının birçok yönü üzerinde büyük bir hakimiyet
kurduğunu düşünmektedir. Boom’a rağmen, işçiler üzerindeki ezici baskı sisteme
karşı bir tepki doğurmaktadır. Geçen sene, büyük Amerikan şirketlerindeki
işçilerin %43’ü “işimi ve kişisel sorumluluklarımı çok zor dengeliyorum” demişlerdi.
1997’deki %36 oranından bu yana çok hızlı bir yükseliş. Yine %44’ü “yaptığım
işin çok altında alıyorum” demişlerdir ki, bu da iki yıl önceki %38’in üzerine
çıkıldığını gösteriyor. Öte yandan, yükselen kâr oranlarına ve üst düzey
yöneticilere ödenen yüksek paralara karşı giderek artan bir kızgınlık da var. Business Week’e göre, “bu hisler, ABD ekonomisinin son yıllarda ulaştığı yüksek
üretkenlik oranıyla ücret artışlarının düşük hızı arasındaki kaba uyuşmazlığı
yansıtmaktadır. Hayret vericidir ki, tam 40 milyon çalışan, bir şans verilmesi
durumunda bugün bir sendika için oy verebileceğini söylemesinin bir sebebi de
budur. Anketçi Peter D. Hart Research Associates’e göre bu sayı on yıl önceki
rakamın iki katıdır.”
Business Week makalesi
şöyle devam ediyor: “Yüksek devirli Yeni Ekonomi birçok ailede aşırı
çalışmışlık ve bitkinlik hissi doğurmuştur.” Sendikaların zafer kazandığı son
Verizon Communications grevinde, kilit unsurlardan biri de stres ve zorunlu
fazla mesailere dair şikayetlerdi. “Ayrıca” diyor makale, “birçok Amerikalı,
zenginlikten adil paylarını almadıkları hissini duyuyor. Bunun sebebi şudur:
ortalama ücret ve yardımlar 1992’de biten son resesyondan bu yana enflasyonu
sadece %7,6 oranında geçmiştir, oysa üretkenlik aynı dönemde %17,9 artmıştır. (BW, 11.09.2000)
Başka belirtiler de vardır. Britanya’da grevler tüm
zamanların en düşük düzeyindedir ve İşçi Partisi örgütlerinde de hayat belirtileri
azalmıştır. Ama burada bile, çıkacak tek bir hadise işçilerin ve hatta orta
sınıfın bilincinde köklü etkiler doğurabilir. Birçok ölü ve yaralının olduğu
Paddington tren kazası Londra’daki çoğunlukla orta sınıf mensubu banliyö
yolcuları arasında kâr sistemine karşı bir tiksinme hissi doğurdu.
Özelleştirilmiş tren yolu şirketi Railtrack, hayret verici ölçüde aymaz bir
zamanlamayla, kazadan hemen sonra yöneticilerini büyük maaş artışlarıyla
ödüllendirdi. BBC televizyonu bu banliyö yolcularından takım elbiseli kravatlı
birisine tepkisini sorduğunda cevap şu oldu: "Kâra dayalı bir dünyada
başka ne bekleyebilirsiniz ki?” Bu yorumlar neyi gösteriyor? Daha şimdiden,
yeni yeni başlayan belli bir anti-kapitalist ruh halinin mevcut olduğunu.
Sadece yaygın bir işçi tepkisi için değil, aynı zamanda piyasaya, kapitalist
sisteme ve onun toplumun geniş katmanları arasında yaptığı her şeye karşı çok
geniş kitlesel bir tepki için de potansiyel mevcuttur.
Avusturya’daki son olaylar bunu tekrar tüm şiddetiyle gözler
önüne sermiştir. Bu ülkenin, görünürde pek olay çıkmayan, zengin, küçük ve
sakin bir Alp Ülkesi olduğu sanılırdı. Fakat Haider’in seçilmesi bu durumu
tamamen değiştirdi. Haider’in seçim zaferinin ardından sadece birkaç gün içinde
böyle şiddetli bir dönüşün olabilmesi, derindeki istikrarsızlığın ve çöküş
öncesinde bile böyle ani ve keskin değişimlerin kaçınılmaz olduğunu çarpıcı bir
biçimde göstermektedir. Radikalleşme yine gençlik içinde en çok telaffuz edilen
şeydi. Viyanalı seçkinler şapka ve frak giydikleri şatafatlı baloları severler.
Pek muhtemelen Habsburg İmparatorluğu dönemine ait kılıklara girdiklerinde
kendilerini bir rahatlık ve istikrar hissi içinde buluyorlar. Ama bu sefer sert
bir şok yaşadılar. 15.000 dolayında genç balo karşıtı bir gösteriyle sahnede
belirdi. Bu da yine gençliğin kapitalizme karşı protestosunu temsil ediyordu.
Avusturya olayları önümüzdeki dönemde neler beklenebileceğine
dair bir uyarıdır. Burjuvazi, ağırlığını sol ayağından sağ ayağına aktaran bir
insanın rahatlığıyla “demokrasiden” Bonapartizme kayabilir. Önümüzdeki dönemde
devrime yönelen hareketler göreceğimiz gibi, karşı devrime yönelen hareketler
de göreceğiz. Şu anda Avrupa’daki gericilik tehlikesi “insan yumruğundan daha
büyük olmayan bir buluttur.” Ama bu değişebilir. Avusturya olayları bir yandan
en medeni ve “demokratik” ülkede bile gericiliğin potansiyelini, öte yandan
işçi sınıfı ve gençliğin buna karşı tepkisini göstermektedir.
Elbette bu abartılmamalı. Bu olaylar henüz yalnızca anekdot
seviyesindedir. Ama idmanlı bir gözlemci için anekdotların da kendi başlarına
önemi vardır. Bu önem, anekdotların, şu anda bile varolan ve en küçük
provokasyonla kendini açığa vuran hoşnutsuzluk dalgasının açık belirtileri
olmasında yatar. Kendimize şu soruyu sormalıyız: Eğer durum şu anda böyleyse
bir çöküş olması halinde neler olacaktır? Çelişki, hiçbir şekilde bu ülkeyle
sınırlı olmasa da, Amerika söz konusu olduğunda özellikle patlayıcı olacaktır.
Tüm o zengin olma ve sonu gelmez refah düşleri tuz buz olduğunda, sadece
işçiler ve gençler arasında değil, yanılsamaları tuzla buz olacak olan orta
sınıf arasında da baş gösterecek politik tepkiyi tahayyül etmek mümkündür.
Toplumdaki tüm sınıflarda bunun en geniş psikolojik yansımaları olacaktır.
Bunların hepsi –denilebilir– şu anda bu analizi doğrular
görünen bir şey olmadıkça gerçeklere meydan okuyor hissi vermekte. Fakat böyle
bir bakış ciddi bir hata olur. Diyalektik bize, “olguların” yani görünüşlerin
ardına bakmayı ve derinde sessiz sedasız iş gören süreçleri açığa çıkarmayı
öğretir. Yalnızca ne olduğunu söylemek yeterli değildir. Süreci ilerleten iç
çelişkileri, sürecin sınırlarını ve gideceği en muhtemel yönü göstermek
zorunludur. Perspektifleri banka hesaplarının son durumundan öteye uzanmayan
burjuvalardan süreçleri anlamaları beklenemez. Çok yakın zamana kadar, takdire
değer bir iki istisna dışında Amerika’dan gelen tüm konuşma ve makalelerde
çöküş ihtimalini akla getirecek hiçbir şey yoktu. Bunlar daha çok, bandonun arkasında
saf tutmuş politikacı, gazeteci ve yatırımcıların büyük bir zafer yürüyüşünü
andırıyordu. Burada 1929 çöküşünü önceleyen 1920’lerdeki durumu çarpıcı biçimde
akla getiren bir durum söz konusudur: Aynı kendini beğenen konuşmalar, aynı
sahte iyimserlik, boom’un sonsuza kadar süreceğine dair o aynı inanç. Tıpkı
antik Yunan trajedisindeki abartılı kibir gibi: korkunç düşüşün hemen öncesinde
baş gösteren kendini beğenmiş kibir.
Henüz bir çöküş yokken bile, daha önce belirttiğimiz,
Troçki’nin devrimin moleküler süreci dediği
şeyi görüyoruz. Her yerde, giderek artan bir kaynamanın ve kapitalizme dönük
bir sorgulamanın belirtileri var. Bunun devrimci ifadesi sömürge dünyasında
şimdiden ortaya çıkmıştır. Ama sadece orayla da sınırlı değildir. Biraz komik
gelebilirse de, burjuva gözlemciler tarafından kesinlikle anlamlı görülen bir
örnek verilebilir. Titanik filminin oldukça ilginç bir sınıfsal içeriği
bulunmaktadır. Zengin yolculara yardım edilirken fakir yolcuların hayatlarının
sinik biçimde kurban edildiği gün gibi ortaya çıkmıştır. Bu kapitalist sisteme
dönük bir alegoridir. Zengin biri boğulurken, yalnızca bir sinemada değil tüm
Amerika’da seyircilerden çılgınca tezahürat ve alkış kopuyordu. Bu hadise özel
önem taşımayan bir anekdot muydu? The
Economist kesinlikle böyle düşünmüyor. Biraz da uyarı sinyali vererek, bu
tür şeylerin Amerika’da –zengin insanlara saygı ve hayranlıkla bakılması
gereken “ihtişam ve özgürlük ülkesinde,” hepsinden öte piyasanın ülkesinde– olmaması gerektiği yorumunu yaptılar. Bu aynı
Seattle, Business Week anketi ve
diğer şeyler gibi, içinde yaşadığımız
sisteme dönük bir sorgulamanın başladığını gösteriyordu. Daha şimdiden,
yani boom’un tepe noktasında durum budur. Boom sona erdiğinde –ne zaman
olacağından bağımsız olarak– psikolojik ve politik sonuçlar özellikle
Amerika’da muazzam olacaktır.
Bu iddia grevlerin düşük seviyesi ile çelişkili
gözükmektedir. Bu birçok şekilde açıklanabilir. İşsizlik korkusu, daha önce
belirttiğimiz gibi, daha ziyade bir resesyona benzeyen boom’un ilk yıllarında
özellikle önemli bir rol oynadı. Yarım-zamanlı çalışmanın, taşeronlaştırmanın
ve diğer “esnek çalışma” biçimlerinin yaygın bir şekilde uygulamaya sokulması
güvensizlik duygusunu bu güne dek canlı tutup, mücadele azmi ve sendikal
örgütlenme üzerinde baskılayıcı bir etki uyguladı. Öte yandan işgücündeki
değişimler önceden sendikaların kalesi olan eski ağır sanayilerde büyük iş
kayıpları anlamına geldi. Sendika aktivistlerinden oluşan eski katman ağır bir
darbe aldı ve cesareti kırıldı. Şimdi geçmişe baktıklarında yenilgilerden başka
bir şey görmüyorlar, geleceğe bakmaya ve mayalanan fırtınanın doğasını anlamaya
dönük Marksist beceriden yoksun durumdalar. Duruma ilişkin gerçek bir
kavrayışları olmadığı için, kendi sorunları yüzünden işçi sınıfını suçlama
eğilimi gösteriyorlar. Durum, bir boom’un zirvesindeyken bulutsuz gökyüzünde
çakmış bir şimşek gibi sahnede beliren 1968 Mayısının hemen öncesindeki
gibidir.
Eski aktivistler yolunu şaşırmış ve düş kırıklığına uğramış
bir haldeyken, gelecek mücadelelerde kilit bir rol oynamaya yazgılı gençlik
katmanları da tecrübesiz durumdadırlar ve henüz kendi ayakları üzerinde
doğrulabilmiş değildirler. Patronların pençesinde en acımasız sömürünün
acılarını çektikleri gibi, tükenmez bir enerji ve kavgacı bir ruh da
taşıyorlar. Yaklaşan muharebeler içinde örgütlenecekler ve devrimci görüşler
için çok açık hale gelecekler.
Mevcut durumun en belirleyici faktörü her ülkede patronlara
teslim olmuş olan ve en gerici rolü oynayan sendika önderlerinin toptan
çürümüşlüğüdür. Patronlarla anlaşmalar yapmak için çabalıyorlar. Bu
anlaşmaların, onları işçileri örgütleme ve daha iyi ücret ve koşullar için
dövüşme sıkıntısından onları kurtaracağını ümit ediyorlar. Bu bütünüyle
ütopiktir, çünkü geriye attıkları her adımda işverenler daha fazlasını
isteyeceklerdir. Zayıflık her zaman saldırganlığı davet eder. Sendika ve İşçi
Partisi örgütlerini iliklerine kadar sarsan ve bunları tepeden tırnağa dönüştürecek
kitlesel bir sol kanadın sahneye çıkmasını hazırlayan hadiseler gerekecek.
Söylemeye gerek yok, ama önderlerinin çürümüşlüğüne rağmen sendikalar tüm
ülkelerde Marksistlerin çalışması için kilit önemde odak noktaları olmaya devam
etmektedir.
Boom sürerse bu Marksist açıdan ille de kötü bir şey
değildir. Sendikal mücadele söz konusu olduğu sürece bu esasen iyi bir şeydir.
Boom’un devam etmesi sınai mücadele için faydalı sonuçlar doğurur. ABD’de grev
hareketinin canlanacağına dair işaretler vardır. Eğer bu iki ya da üç yıl daha
sürerse tüm ülkelerde kendi emekleri ile yarattıkları refahtan haklarını
isteyen büyük işçi hareketleri bekleyebiliriz. İktisadi çevrim zirveye doğru
yaklaşırken ekonomik grevlerin grafiğinde bir yükselişe ve işçi sınıfının
özgüveninin artmasına yol açar. Ücret artışları, hammadde fiyatlarının
artmasıyla birlikte, enflasyonda yükselme anlamına gelir ki, bu da ardından
daha yüksek ücretler için yeni taleplere yol açar. Kapitalistler enflasyonun
sorumlusu olarak daima ücretleri gösterirler, ama her işçi kendi tecrübesinden
ücretlerin daima fiyatları takip ettiğini bilir.
Eğer yaklaşan çöküş derin bir çöküşse, bu sınai cephede
hareketi geçici olarak kesintiye uğratabilir. İşçiler geçici olarak sersemleyip
yollarını şaşırabilirler. İşyerlerindeki hava bir süre için yatıştırılabilir. Fakat politik ve psikolojik olarak zaten var
olan sorgulama iki katına çıkacak ve büyüyecektir. Bunun er ya da geç
bizzat işçi hareketi içinde ifadesi olacaktır, bu da işçi örgütlerinde –hem
sendikalar hem de politik partiler– yeni bir radikalleşme dalgasının yolunu
açacaktır. İçinden yeni bir kitlesel sol kanadın çıkacağı bir tartışma furyası,
sağa ve sola doğru bir kutuplaşma, sarsıntılar ve bölünmeler yaşanacaktır.
Yalnız ve yalnızca Marksizm, dünya ölçeğinde ortaya çıkan
süreçlerin bir açıklamasını yapabilir ve bir çıkış yolu gösterebilir. İşçi
sınıfı ve gençliğin ileri unsurlarının aradığı şey sadece budur. Zaman,
ultrasol sekterlerin düşlediği gibi, kolay sloganların veya gittikçe kan
kaybeden çevreler halinde ortalıkta koşuşturmanın zamanı değil. Gereken şey
proleter öncü güçleri Marksizmin temel ilkeleri üzerinde yeniden
birleştirmektir. Böyle bir dönemde,
olayları açıklama ve öngörme yeteneği gösteren ve işçi hareketinin
deneyimlerine ve nesnel gereksinimlerine denk düşen sloganları öne süren eğilim
kazanacaktır.
Socialist Appeal ve
Marxist.com tarafından temsil edilen Marksist eğilim, Marksizm bayrağını tek
başına dalgalandırdığını iddia eder. Son dönemde kaleme aldığımız ve esas
noktalarında hiçbir temel düzeltme gerektirmeyen analizlerimizi ve dokümanlarımızı
onurla gösterebiliriz. Fikirlerimizin –Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin
fikirleridir– üstünlüğü bize güven vermektedir.
Bazı hatalar yaptık ve onları düzelttik, ama genelde serin
kanlılığımızı yitirmedik ve güç nesnel şartlar altında kendi silahlarımıza
sarıldık. Mevzilerimizde direndik ve Marksizmin temel kadrolarını hem ulusal
hem de uluslararası düzeyde bir arada tuttuk. Tutarlı bir sınıfsal konumu
muhafaza ederek olaylara tepkimizi onlar meydana gelirken gösterdik. Her şey
bir yana, kendimizi olması gereken yere dayandırıyoruz: işçi sınıfının
geleneksel kitle örgütlerinin içine: sendikaların içine, İşçi Partisi
Hareketinin içine. Havada hayalet ordular kurmak için hareketi terk eden diğerlerinin
aksine yolumuzdan şaşmadık. Önce bir avuç insan tarafından dinlenen fikirler,
olaylar temelinde her ülkede binlerce, yüz binlerce dinleyici bulacaktır.
Önümüzde açılan çalkantılı dönem Marksizmin yeniden doğması ve işçi hareketinin
dünya çapında yeniden canlanması için son derece elverişli koşullar yaratacaktır.
Alan Woods ve Ted Grant
Londra, 18 Ekim 2000
[1] Boom: iktisadi patlama. (çn.)
[2] Lemming: İskandinav dağlarında yaşayan ve tarla
faresine benzeyen küçük kemirici. Aşırı üreme durumlarında açlıktan kurtulmak
için ovalara inerler ve bu göçler sırasında fiyordları ve ırmakları geçmek zorunda
kalarak toplu intihar sayılabilecek biçimde yok olurlar. (çn.)
[3] Reflasyon: para darlığından dolayı tedavüldekini yeniden çoğaltmak. (çn.)
[4] Silah tehdidi ile yapılan politika. (çn.)