Marksizm ve Antropoloji:
Engels’i Savunurken
Rob Sewell
Bilim yaşadığımız dünyayı anlamamıza olanak verir. Geçmişin
bir tasvirini oluşturmamızı ve hatta bizzat kendi türümüzün kökenini anlamamızı
mümkün kılar. Ne var ki bilimsel çalışmanın tüm alanlarında olduğu gibi, antropoloji
ekolleri arasında da geçmişin nasıl yorumlanması gerektiği konusunda bir yöntem
çatışması söz konusudur. Bir ekol ana hatlarıyla materyalist, evrimci yaklaşıma
dayanırken, diğeri geçmişe bugünkü sınıflı toplumun önyargılarıyla yaklaşmaya
çalışarak, doğal eşitsizlik, erkek egemenliği ve sınıf hakimiyeti gibi anlayışları
pekiştirir.
Hem Marx hem de Engels, bilimin en son bulgularına derin bir
ilgi duymuşlar ve bu keşifleri diyalektik materyalist bir yaklaşımla açıklamaya
ve derinleştirmeye çabalamışlardır. “Materyalist kavrayışa göre tarihte belirleyici
faktör, son tahlilde, gündelik yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir” der Engels.
“Bu da ikili bir karaktere sahiptir: Bir yanda varlığını sürdürebilmek için
gerekli araçların; yiyecek, giyecek, barınak ve bunların üretimi için gereken
aletlerin üretimi; diğer yanda bizzat insanoğlunun üretimi, yani türün üremesi.”
(Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yay., 9.bsk., s.12)
Basitçe söylersek, insanların nasıl yaşadığı, bir tarafta üretici güçlerin,
diğer tarafta da ailenin gelişim düzeyi tarafından belirlenir.
Marx ve Engels, Amerikalı antropolog Henry Lewis Morgan ve biyolog
Charles Darwin’in çarpıcı keşiflerinde, savundukları bu yaklaşımın doğrulanışını
gördüler. “Morgan kendi yolundan giderek, kırk yıl önce Marx tarafından keşfedilen
tarihin materyalist kavranışını Amerika’da yeniden keşfetti. Barbarlık ve uygarlık
karşılaştırması Morgan’ı temel noktalarda Marx’la aynı sonuçlara ulaştırdı”
der Engels. (Köken, s.11)
Marx, Morgan’ın keşifleri hakkında yazmaya niyetlenmişti, fakat
bu büyük arzusunu yerine getirecek kadar yaşamadı. Bu niyeti gerçekleştirme
görevi Engels’e kaldı ve 1884’te Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni
adlı kitabını yayınladı. Marx sınıflı toplumun, yani köleciliğin, feodalizmin
ve kapitalizmin tarihsel verilerinden sonuçlar çıkartmışken; Engels insanoğlunun
ortaya çıkışının ilk dönemlerine ilişkin materyalist görüşü ayrıntılarıyla işlemek
için kendisini Morgan’ın çalışmasına (“biyolojide Darwin’in taşıdığı önem kadar
büyük bir öneme sahip”) dayandırdı. Eserinde Engels, Morgan’ın “vahşet, barbarlık
ve uygarlık” sınıflandırmasını devralmış ve bunları aşağı ve yukarı aşamalar
olarak bölümlendirerek daha da geliştirmiştir. Köken adlı eserin ilgilendiği
kısım, ilk iki sınıflandırmayı kapsayan çağ, yani sınıflı toplumdan önceki çağdır.
Ünlü arkeolog Profesör V. Gordon Childe’a göre, “Morgan tam
da materyalist tarih görüşünü kanıtlamaya uygun veriler toplamıştı. Vahşet,
barbarlık ve uygarlığı birbirinden ayırmak için kullandığı kriter, –‘üretim
tarzı’ şöyle dursun– ‘üretici güçler’ değilse de, en azından bu kritere o dönemdeki
diğer tüm ekollerin savunduğu kriterlerden çok daha yakındı.” Childe şu sonuca
varır: “Sonunda Engels, Morgan’ın şemasındaki bir ‘statü’den bir diğerine geçişi,
toplumun elinin altındaki üretici güçlerin değişimiyle ilişkilendirmeyi parlak
bir biçimde başardı.” (Toplumsal Evrim, s.10).
Morgan’ın tanımladığı ilk çağ olan vahşet, bir toplayıcılık
ekonomisine dayanır. Arkeologların Paleolitik ya da Yontma Taş Çağı olarak adlandırdıkları
ve jeologların Pleistosen olarak sınıflandırdıkları bu çağ, insanlığın yeryüzündeki
varlık süresinin yaklaşık %98’ini kapsar.
Yaklaşık 10 ilâ 12 bin yıl önce, bazı toplumlar bitki ve hayvan
yetiştirme sayesinde besin kaynaklarını arttırdılar. Bu yeni besin-üretim ekonomisi
Morgan tarafından barbarlık aşaması olarak saptandı. Arkeologlar bu çağa Neolitik
ya da Yeni Taş Çağı diyorlar. Tarımın ortaya çıkışıyla birlikte yaklaşık iki
milyon yıl boyunca yaşam tarzını belirleyen avcılık ve toplayıcılık hızla önemini
yitirdi. Bu düşünceler bir genelleme düzeyinde kalsa ve daha da yetkinleştirilmeye
ihtiyaç duysa bile, toplumun gelişimini anlamamızı mümkün kılan önemli sınıflandırmalardır.
Bir sonraki aşama, kent yaşamını ayakta tutmak için kullanılan
besin fazlalığının ortaya çıkmasıyla birlikte, Nil, Dicle-Fırat ve İndus nehirlerin
vadilerinde doğan uygarlıktır. Uygarlığın ilk iki bin yılı, arkeologların Tunç
Çağı olarak tanımladıkları döneme denk düşer. Bu çağ aynı zamanda sınıflı toplumun
ve köleliğin ekonomik temellerinin de ortaya çıkışıdır.
İnsansı Maymundan İnsana
İnsansı maymundan insana geçiş ilk hominidlerin (insansılar)
ortaya çıkışıyla birlikte muhtemelen bundan altı milyon yıl kadar önce gerçekleşti.
Engels 1876’daki parlak çalışması İnsansı Maymundan İnsana Geçişte Emeğin
Rolü’nde insani kökenimizi açıklıyordu. Bu çalışmasında, dik durmaya başlamanın
elleri alet kullanabilmek üzere nasıl serbest bıraktığını ve bunun da zekâyı
(beyin hacmini) ve ardından da dilin gelişimini nasıl sağladığını açıklar. Homo
sapiens’in yaklaşık 100 bin yıl veya daha uzun bir süre önce evrimleşmiş
olmasına karşın, ilk aletler iki buçuk milyon yıl önce yapılmıştır.
Bu insanların nasıl yaşadığını anlamak için zoolojiden, antropolojiden,
paleontolojiden ve arkeolojiden elde edilen bulguları birleştirmek zorundayız.
İnsan toplumsal bir hayvandır. İlk insanlar kendilerini savunabilmek ve hayatta
kalabilmek için birlikte yaşamak zorundaydılar. İşbirliği, insan toplumunun
şekillenişindeki esas bileşen idi. Kanıtlar az olduğu için, bu insan topluluğunun
nasıl yaşadığı hakkında ancak tahmin yapılabilirse de, paleontologlar ve antropologlar
bize önemli ipuçları sunmuşlardır.
Şurası açık ki, bu vahşet dönemine toplayıcılık ve avcılığa
dayalı bir yaşam tarzı damgasını vurmuştu. İnsansılara ait kamp yerlerinin kanıtları,
atalarımızın toplumsal gruplar halinde yaşadıklarını açığa çıkarmaktadır. Kök
yumrularını kazıp çıkarmak, derileri yüzmek ve avlanmak için taş aletler üretilmiştir.
Leş yiyicilik ilk gelişim dönemlerimizde önemli bir unsurdu. Bu aşamada henüz
özel mülkiyet, sınıflar veya devlet diye bir şey yoktu. Aslında, Marksist terminolojiyle
ifade edersek, bu dönem “ilkel komünizm” dönemiydi.
Bu döneme ilişkin ortodoks antropolog bakış açısı, yabani, vahşi,
erkek-egemen bir toplum tasviriydi. “İnsan insandır, şempanze değil; çünkü milyonlarca
yıl boyunca sadece bizler hayatta kalmak için öldürdük” der Robert Ardrey. Raymond
Dart bunu “insansı maymundan insana yırtıcı geçiş” şeklinde ifade eder. Ne var
ki bu fikre, toplayıcı-avcı halklardan yakın zamanda elde edilen kanıtlarla
karşı çıkıldı ve bu fikir gözden düştü. Kendilerini kuzey Botswana bölgesindeki
!Kung San halkı ve diğer halklar üzerinde yaptıkları gözlemlere dayandıran Richard
Leakey ve Roger Lewin şu sonuca vardılar: mevcut kanıtlar “insani özelliklerin
ortaya çıkışındaki kilit unsur olarak büyük avcı grupları arasındaki işbirliğine
işaret etmektedir ... İşbirliğinin insan tabiatındaki en temel motivasyon olması
gerekir.” Bu toplulukları hem kendi içlerinde hem de diğerleriyle bir arada
tutan şebeke akrabalıktır.
Hem Morgan hem de Engels, bu ilk avcı-toplayıcı toplumlarda
yalnızca işbirliğinin değil, yiyecekler herkes tarafından paylaşıldığı için
aynı zamanda kadın ve erkek arasında bir eşitliğin de olması gerektiğini kavramışlardı.
Morgan, bu toplumların erkek egemen veya “ataerkil” olduklarına ilişkin sanıya
şiddetle meydan okudu. Engels’in de benimsediği fikre göre, tam tersine kadınlar
toplumda yüksek bir itibara sahiptiler. Aslında, muhtemelen varolan aile tipi
veri alındığında, çocuğun babasının kim olduğu belirsizdir, fakat annenin kim
olduğu bellidir. “O halde şurası açıktır ki” der Engels, “grup evliliği hüküm
sürdüğü sürece, soy ancak anne temel alınarak saptanabilir ve bu nedenle ancak
kadının soy çizgisi kabul edilebilir. Ve aslında vahşet dönemindeki veya barbarlığın
alt aşamalarındaki tüm halkların durumu budur.” (Köken, s.47) Modern
antropologlar da bu analık çizgisini tanımlarlar. Engels “analık hukuku” terimini
kullanan Bachofen’e bu keşfinden ötürü değer veriyor. Ne var ki Engels bu terimi
kolaylık için kullanmış olsa da, bunun “sağlıklı bir seçim olmadığına” inanır,
“çünkü toplumun bu aşamasında hukuki anlamda henüz hiçbir şekilde ‘hukuk’tan
söz edilemez.” (Köken, s.47)
Cinsler arasında, kadınların besin toplayıcılığı, erkeklerinse
avcılık üzerinde yoğunlaştığı bir işbölümü gelişti. Bu durum, günümüzün tüm
avcı-toplayıcı halklarının bir özelliği olarak görülür ve muhtemelen daha baştan
ortaya çıkmıştır. !Kung topluluğu, faaliyetlerini, erkeklerin avlandığı, kadınlarınsa
kabuklu yemişler, bitki kökleri ve diğer bitki ve sebzeleri topladığı bir temelde
ayırmıştır. “Ortalama yetişkinler haftada 12 ilâ 19 saat çalışırlar. Yiyecek
aramaya ayrılan bu süreye aşırı diyebilmek çok güçtür! Kızlar yetişkin yaşamına
15 yaş civarında başlayabilirken, erkekler genellikle yetişkinlerin dünyasına
en azından 20 yaşına kadar adım atmazlar. İnsanlar 60 yaşına geldiklerinde genellikle
‘emekli’ olmakta ve topluluk tarafından bakılmakta, saygı görmekte ve kalan
günlerinde beslenme ihtiyaçları karşılanmaktadır: Yaşlılara deneyimleri ve bilgeliklerinden
ötürü büyük değer verilir. Bu nedenle !Kung toplumunda çocuklar ve yaşlılar
stres ve yükümlülüklerden muaftırlar.” (Richard Leakey ve Roger Lewin, Göl
İnsanları, Tübitak Yay., 5.bsk, s.83)
Nasıl Bir Toplum
Yazarlar soruyor: “Bu nasıl bir toplumdur ki, çalışma yaşamı
en erken 15 yaşında başlayıp günde ortalama iki buçuk saatlik bir çalışmayla
60 yaşında sona eriyor? Amerikalı antropolog Marshall Sahlins bunu, sınırlı
ihtiyaçların asgari bir çabayla tatmin edildiği özgün bir refah toplumu olarak
tanımlıyor. Bunun ‘pis, hayvani ve kısa’ bir varoluş için uygun bir reçete olarak
görünmediği muhakkaktır.”
Bu durum Engels’in avcı-toplayıcı halkların komünistçe ve eşitlikçi
yaşam tarzlarına ilişkin fikrini doğrular. “Yoksullar ve muhtaçlar diye bir
şey olamaz –komünist ev halkı ve gens, yaşlılara, hastalara ve savaşta sakat
düşenlere karşı olan sorumluluğunun farkındadır. Kadınlar da dahil herkes özgür
ve eşittir. Henüz kölelere veya, bir kural olarak, yabancı kabilelere boyun
eğişe yer yoktur. İnsanoğlunun ve insan toplumunun sınıflara bölünmesinden önceki
durumu budur...”
Cinsler arasında bir işbölümünün ortaya çıkmış olmasına rağmen,
bu hiç kuşkusuz, egemenliğe ve sömürüye dayalı bir işbölümü değil, karşılıklı
saygı ve işbirliğine dayalı bir işbölümüdür. Tıpkı avcılık gibi toplayıcılık
da muazzam bir beceri gerektirmekteydi. Toplayıcılık için verimli ve kapsamlı
zihinsel haritalar gerekir; mevsimlerin ve bitkilerin döngüsüne ait bilgi de
son derece değerlidir. Avcılık ise hayvan davranışlarının temel bir kavranışını
gerektirir.
İş bölümünün sebebi kadının yeniden üretim rolüne dayanır. !Kung
bebekleri en az iki buçuk yıl boyunca anneleri tarafından beslenir. Kadınlar
yiyecek toplarken bebeklerini sırtlarında taşırlar. !Kung kadınları kısa seyahatler
ve hareketli kamp yerleşimi yüzünden yılda ortalama 3000 mil yürürler. Bir kadın
ortalama dört yılda bir doğum yapar ve çocukların ancak yarısı hayatta kalır.
Çocuk düşürmenin ve yeni doğan çocukların öldürülmesinin avcı-toplayıcı yaşamın
yaygın bir parçası olması hiç de şaşırtıcı değildir ve bu özellik bu yaşamın
kökenlerine kadar uzanır.
Engels, ailenin kökenine ilişkin teorileri yüzünden saldırılara
maruz kalmış ve karalanmıştır. 1884’te kaleme alınan bir çalışma, elbette o
dönemdeki antropolojik kanıtların mevcut sınırlılığından kaynaklanan kusurlar
içerir. Köken’in dördüncü baskısının önsüzünde Engels, “ailenin ilkel
biçimlerine ilişkin bilgilerimizde önemli ilerlemeler kaydedildi” der ve ekler,
“o halde fikirlerimizi geliştirmek için yapılacak çok iş var.” Eğer Engels bugün
hayatta olsaydı çalışmasını en son buluşlara dayandırır ve muhakkak ilk tezleri
üzerinde değişiklikler ve uyarlamalar yapardı. Ancak ona saldıranlar, onun bilimsel
yöntemine, yani Marksizme yönelik genel saldırılarının bir parçası olarak diyalektik
materyalist yönteme saldırmaya girişiyorlar.
Tarihte “anaerkil” bir toplumun varolup olmadığı veya kadın
soy çizgisinin evrensel olup olmadığı hakkındaki tartışmalar hâlâ sürmektedir.
Günümüz antropologlarının büyük çoğunluğu bu fikrin yanlış olduğunu iddia edeceklerdir.
Burada bu tartışmaya girecek yerimiz yok. Fakat şurası açık ki; bu ilk topluluklarda
kadınların ezilişinin izine rastlamak mümkün değil. Kadınların ezilişi, özel
mülkiyetin gelişimiyle ve toplumun sınıflara bölünmesiyle, Engels’in deyişiyle,
“kadın cinsinin dünya tarihsel yenilgisi”yle birlikte ortaya çıkar.