Küreselleşme: Efsaneden Gerçeklere...
Nazım Yıldırım
“Artık gerçek bir anti-kapitalist siyasal-toplumsal hareketin
karşılarında olduğunu patronlar bilmek ve ona göre davranmak zorundalar.” Bu
sözler, 2000 yılı Aralık ayı başlarında Fransa’nın Nice kentinde yapılan Avrupa
Birliği zirvesi sırasında gerçekleşen protesto gösterileri ve çıkan olayların
ardından Fransız İşverenler Konfederasyonu Başkanının ağzından dökülüyordu.
Seattle ve Washington ile başlayıp, sonrasında Davos, Melbourne, Prag ve Nice’te
varlığını iyiden iyiye hissettiren eylemler aslında gerçek bir anti-kapitalist
siyasal-toplumsal programdan ve örgütlenme tarzından yoksundu. Fakat dünyanın
çeşitli bölgelerinde yükselmeye başlayan bu eylem dalgası, yine de kapitalistleri
tedirgin etmeye ve onların zafer sarhoşluğunu sarsmaya yeterliydi. Nitekim,
sınıf çıkarlarının fazlasıyla farkında olan büyük sermaye kuruluşlarının sözleri,
kapitalist sisteme karşı yükselmeye başlayan bir muhalefetin geleceğe yönelik
nasıl da tehlikeli tohumlar barındırdığının algılanışının açık bir ifadesiydi.
Oysa yakın zamanlara kadar burjuva ideologlar, kutsal kapitalizmin,
diğer tüm alternatifleri yenilgiye uğratıp rakipsiz, muhalefetsiz kaldığı, artık
“tarihin sonu”nu da getirdiği masalını dillerinden düşürmüyorlardı. Ortalığı
iyice boş bulmanın da verdiği şevkle, kapitalizmin kesin ve mutlak zaferini
durmaksızın haykırarak siyasal arenada at koşturuyorlar, bizlere kapitalizmin
tarihinde yeni bir çağın açıldığını, küreselleşme denen, adeta mucizevi, yepyeni
bir kapitalizm-ötesi toplumu muştulayıp duruyorlardı.
Ne olmuştu da böyle durduk yerde büyü bozulmuş, o “sinir bozucu”
tarihsel hayaleti çağrıştırır çıkışlar başlarına yeniden musallat olmuştu?
“Küreselleşme” olgusu ve kapitalizmin “dünü”, “bugünü”
Yakın zamanlarda ortaya çıkan ve “küreselleşme karşıtı” diye
adlandırılan bu gösterileri anlayabilmek ve değerlendirebilmek için öncelikle
küreselleşme olgusunu kendi tarihselliği içerisinde nedenleri, çelişkileri ve
sonuçları ile birlikte kavramak gerekir.
Burjuva ideologlarının dilinde çoğunlukla olumlu anlamlar taşıyan
“küreselleşme” terimini bugün, salt teknolojik bir bakış açısıyla “mikroçipin
yarattığı küresel kapitalizm” olarak kavramlaştıranlar olduğu gibi, onu burjuvazinin
“politik bir tercihi” olarak anlayan ve buradan hareketle işçi sınıfı mücadelesi
için ulus-devleti savunmayı ve sahiplenmeyi temel amaç kabul edenler de var.
Ya da doğrudan bir reddedişle “küreselleşme adıyla anılabilecek bir olgu yoktur”
diyenler de.
Kendi düşüncemizi baştan söyleyecek olursak, aslında küreselleşme
tarihsel olarak yeni bir aşama değildir. Küreselleşme denilen şey, kapitalist
sistemin dünya ölçeğinde gelişmesine bağlı olarak 20. yüzyılın başından beri
işlemekte olan bir eğilimdir. Ne var ki, 1917 Ekim Devrimi ile Rusya’nın ve
II. Dünya Savaşından sonra Doğu Avrupa, Çin ve Küba gibi ülke ve bölgelerin
kapitalist sistemden kopuşu bu eğilimin işleyişini sınırlandırmıştır. Fakat
bu ülkelerdeki bürokratik rejimlerin çökmesi ve kapitalizm yoluna girilmesiyle
birlikte, 1990’lardan itibaren kapitalist büyük sermaye dünya ölçeğinde bu kez
daha da büyük bir hızla ve daha geniş bir coğrafyada yeniden yapılanmaya ve
yayılmaya, hakimiyetini derinleştirmeye başlamıştır. İşte küreselleşme kavramının
günümüzde gündelik hayatın bu denli içine girmesi bu gelişmelerin bir sonucudur.
Sermaye çevreleri küreselleşme kavramına kendi çıkarları doğrultusunda
pek çok ideolojik anlamlar yüklüyorlarsa da, küreselleşme sorunu mali sermayenin
salt ideolojik propaganda düzeyinde icat ettiği yeni bir politik açılımdan ibaret
değildir. Maddi bir gerçeklik olarak “küreselleşme” olgusu köklerini kapitalizmin
hareket yasalarında bulan ve kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmin,
yani dünya kapitalist sisteminin somut ifadesidir. Üretici güçlerin gelişme
düzeyiyle bağlantılı olarak, aslında üretim sürecinin örgütlenmesinin dünyasal
bir ölçeğe ulaştığının anlatımıdır.
Kapitalist sistemin ilerleyen tekelci yapılanması temelinde
yükselen emperyalizm aşaması 20. yüzyılın başından bu yana devam etmektedir.
Ancak günümüzde mali sermayenin rekabet içindeki entegrasyon süreci geçmişe
oranla çok daha fazla yol almış bulunmaktadır. Bu gelişmeler kapitalizm koşulları
altında bile, ekonomik işleyiş açısından ulusal sınırları daha da gericileştirmekte
ve sistemin iç çelişkilerini alabildiğine keskinleştirmektedir.
Sermayenin dünya ölçeğinde yayılma ihtiyacı inanılmaz boyutlarda
artmıştır. Dünya ekonomisinin önemli bir kısmını az sayıda şirket yönetmekte
ve denetlemektedir. Tekellerin büyüklükleri öyle noktalara gelmiştir ki, örneğin
General Motors ve Ford Company’nin toplam gelirleri tüm orta ve güney Afrika’nın
gayri safi yurtiçi hasılasını aşmaktadır. Gıdacı ve perakendeci WalMat şirketinin
“ekonomi”si İsrail, Polonya ve Yunanistan’ı içeren pek çok ülkeden daha büyüktür.[1]
Emperyalizmi emperyalizm yapan temel özellikler, sermayenin
yoğunlaşması ve merkezileşmesi, yani kıyasıya bir rekabet mücadelesinden güçlenerek
çıkan daha az sayıda fakat daha büyük tekellerin yükselişlerini sürdürmeleri,
mali-sermayenin egemenliğini derinleştirerek arttırması ve sermaye ihracının
ve dolaşım hızının artması günümüzde başat görüntülerdir.
Ancak, yeterince deşifre edilmemiş olmasının tazeliğinden olsa
gerek, “küreselleşme” kavramı burjuva ideologlarınca “emperyalizm” kavramının
yerine geçirilmiştir ve sanki kapitalizm ötesi bir olguyu adlandırıyormuş gibi
çağrışımlara hizmet etmesi amacıyla olağanüstü bir yaygınlıkla kullanılmaya
başlanmıştır.
Kapitalizmin gelişim seyrine bakıldığında, “küreselleşme” sürecini
yeni bir çağ gibi sunmanın en önemli argümanı olarak kullanılan; pazar ekonomileri
açısından “tek bir dünya sisteminin yaratılması”nın ya da ticaretin, sermaye
hareketlerinin dünyasallaşmasının yeni dönüşümler olduğunu söylemek doğru değildir.
Çünkü tüm bu gelişmeler, zaten 20. yüzyılın başlarında içine girilen emperyalizm
çağına özgüdür.
Bugün bir de burjuva ideologları tarafından “küreselleşme”nin
belirgin bir özelliği olarak, “tek dünya sistemi”ni güvence altına alacak son
derece kapsamlı ve gelişkin bir uluslararası hukuksal, siyasal ve mali düzenin
kurulmaya çalışıldığı teması öne çıkarılmaktadır. Bazılarının kuruluşu elli
küsur yıl öncesine uzanmakla birlikte son on yıl boyunca işlevleri değişen ve
rolleri önemli derecede artan IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (WTO),
OECD ve Birleşmiş Milletler sisteminin bazı organlarının kapitalist dünya sisteminin
tümünü kapsayacak üst yapılar biçimine dönüşebileceğinden söz edilmektedir.
Her ne kadar dünya kapitalist sisteminin içine düştüğü kriz dönemlerinde dünyasal
ölçekte işleyişleri çeşitli engellerle karşılaşsa da, boom dönemlerinde etkinlikleri
önemli ölçülerde artan kuruluşlardan biri olan Dünya Ticaret Örgütünün Başkanı
Ruggiero, Ekim 1999’da şunları söylemiştir:
“... Bugün WTO kuralları on yıl önce tasavvur bile edilemeyecek
ölçüde standartlar, hizmetler, fikri mülkiyet, ticaretle bağlantılı yatırımlar
ve bir dizi diğer ekonomik faaliyet alanını kapsamaktadır. Sığ bir entegrasyondan
daha derin bir entegrasyona, daha dar bir katılımdan daha geniş bir katılıma
yöneldik ve şuraya yeni bir kural, buraya yeni bir üye ülke eklemenin ötesine
geçtik. Sistemin doğasını değiştirdik... Bütünü parçalarının toplamından fazla
olan, iç içe geçmiş çıkarlar ve sorumluluklar ağından oluşan, bağımlılaşmış
ve bölünmez bir küresel ticaret mimarisi yarattık. Artık ayrık ulusal ekonomiler
arasındaki etkileşmenin kurallarını koymuyoruz, tek bir küresel ekonominin anayasasını
yazıyoruz.”[2]
1995 yılında müzakere edilmeye başlanan ve hazırlayıcılarının
ve savunucularının “küresel anayasa” olarak tanımladıkları MAI (Çok Taraflı
Yatırım Anlaşması), güçlü sermaye gruplarının uluslararası ölçekteki çıkarlarının
garanti altına alınması ve önündeki ulusal engellerden kurtarılması amacıyla
gündeme getirilen hukuki bir düzenlemedir.
Sermayenin küreselleşmesi sürecinin bugünkü durumu, bu gelişmeyle
ulus-devletin varlığını büyük bir çelişki içine sürüklemektedir. Sermayenin
küresel hareketi ile ulus-devlet olgusunun bir arada oluşunun yarattığı kuvvetli
çelişki kapitalist sistemi zorlamakta ve krizini derinleştirmektedir. MAI karşıtı
bazı grupların kapitalizme esastan karşı çıkmayıp, yalnızca “çokuluslu şirketler
tarafından ulus-devletlerin egemenlik haklarının çiğnendiği” yaygarasını kopartmaları
ise, emperyalist kapitalizmin özünün, yani onun zaten böyle bir dünya sistemi
olduğunun bu gruplar tarafından kavranamadığını ortaya koymaktadır.
Sonuç olarak vurgulamak gerekirse, küreselleşme, kapitalizmin
emperyalizm aşamasından bağımsız yeni bir aşama olmayıp, ilerlemesinin önündeki
birtakım engellerden kurtulan emperyalizmin temel eğilimleri ile belirlenen
bir gelişim ve dünya ölçeğinde yapılanma sürecidir. Bu süreçte oluşan değişimler
tüm sınıfları yine dünya ölçeğinde etkilemekte, sarsmakta ve yeni mücadelelere
yöneltmektedir.
“Kapitalizm Öldürür”
Amerika’da Reagan, İngiltere’de Thatcher, Türkiye’de Özal ile
somutlanan neo-liberal etiketli ekonomik politikalar, vaat ettikleri cenneti
yaratamamıştı. Son yirmi yıl boyunca, işgücü piyasasının esnekleştirilmesine,
reel ücretlerde düşüşlere rağmen, dünya ekonomileri İkinci Dünya Savaşını takip
eden çeyrek yüzyıllık dönemde olduğu gibi yüksek büyüme oranlarına ulaşamamıştı.
Yeni istihdam olanakları ortaya çıkarılamadığı gibi işsizlik oranları da rekor
düzeylere ulaşmıştı.[3] Bunlara paralel olarak,
yarım-zamanlı çalışma ve eksik istihdamda büyük sıçramalar olmuş, sendikasızlaşan
işçilerin sayı ve oranlarında büyük artışlar gerçekleşmiştir.[4]
Öte yandan yine İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik yükseliş dönemine damgasını
vuran sosyal devlet harcamalarında da önemli kesintiler yapılmış, eğitim, sağlık,
işsizlik sigortası, göçmen politikası gibi alanlarda etkisi giderek daha keskin
hissedilen gerilemeler söz konusu olmuştu. En gelişmiş ülkelerde yaşanan gerçekler
böyleyken, dünyanın geri kalan bölgelerindeki sefaletin ve buna mukabil baskıların
vardığı muazzam boyutları tahayyül etmek zor olmasa gerek.
İşte bütün bu gelişmeler karşısında tüm dünyada hem işçi sınıfının
hem de muhtelif tipte küçük-burjuva toplumsal kesimlerin tepkileri gündeme geldi.
Doğrusu Seattle olayları birdenbire gökten zembille inmedi. İçinden geçilen
süreçte hem işçi sınıfının hem de esasen azgelişmiş ülkelerdeki küçük-burjuva
karakterli hareketlerin çeşitli eylem ve örgütlenmeleri söz konusu oldu.[5]
1995 yılıyla birlikte, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinde
dünya çapında hissedilmeye başlanan kıpırdanmaların oluşturduğu atmosferde küçük-burjuva
karakterli başka bazı gelişmeler de görüldü. Başta Latin Amerika ve Asya olmak
üzere dünyanın değişik bölgelerinde süren çeşitli köylü ve yoksul emekçi hareketleri
uluslararası düzeyde toplantılar ve etkinlikler düzenlediler. 1997 Şubatında
“Serbest Ticaret ve Dünya Ticaret Örgütüne karşı Halkların Küresel Eylemi” (PGA)
isimli iletişim ağı ve eylem koordinasyonu oluştu. Oluşturulan komite, Dünya
Ticaret Örgütünün Seattle’dan önce yapılan 1998 Cenevre Zirvesine karşı ilk
küresel eylem için çağrı yaptı. Hem toplantının yapıldığı yerde, hem de başka
birçok ülkede eylemler yapıldı. Güney Kore’nin radikal sendika liderlerinden
Latin Amerika’daki halk hareketlerine kadar pek çok temsilci biraraya gelerek
toplantıyı engellemeye çalıştı. Bu eylem, daha sonra Seattle ile ses getirecek
ve arkası gelecek olan eylemler zincirinin de başlangıcını oluşturuyordu.
1997 sonunda açığa çıkan MAI, dünyadaki çeşitli kitle örgütleri,
sendikalar ve sivil toplum kuruluşlarından büyük tepki aldı. MAI’nin etkisiyle
büyüme eğilimi artan küresel protesto eylemleri, Seattle olayları ile süreklileşeceğini
iyice belli etti.
Pek çok ayak bağından kurtulmuş ve artık “rakipsiz kalmış” kapitalizm,
küreselleşen dünyadaki bekasına hepimizi inandırmış olarak saltanat sürerken,
1999 yılının 30 Kasım günü Microsoft, Boeing ve Amazon.com gibi birçok dev şirketin
karargâhlarının bulunduğu “küresel sermayenin başkenti” Seattle’da MAI’nin görüşüleceği
Dünya Ticaret Örgütünün 3. Bakanlar Konferansı sırasında hiç beklemediği kadar
güçlü protesto gösterileriyle karşılaştı. Amerikalıların, sosyalist geçmişe
sahip kapitalist kent dedikleri, 1919’da Amerikan tarihinin ilk ve en büyük
genel grevinde öne çıkan Seattle’ın adı, daha önce de Vietnam savaşı protestoları
ve '68 olayları sırasında sıkça duyulmuştu.
Tüm dünyaya “neler oluyor” dedirten olaylar Amerikalı işçilerle
öğrencilerin yanı sıra, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen binlerce insanın
da katıldığı yüz bine yakın gösterici tarafından gerçekleştirildi.[6]
Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde yetişmiş genç bir kuşağın ilk defa işçi
sınıfının gücünü hissettikleri, kapitalizmin kolluk güçleri ile sendikalı işçiler
ve sosyalist öğrencilerin kitlesel çatışmasına tanık oldukları, “küresel kapitalizm”,
“tekellerin hakimiyeti”, “anti-kapitalizm” gibi kavramların günlük sohbetlerine
girmesine neden olan Seattle’daki olay, elbette ki nedensiz ve sadece iradi
girişimlerle ortaya çıkmadı. Küreselleşme olgusu ile biçimlenen emperyalizmin
yeni açılımları, çok bileşenli ve uluslararası bir muhalif hareketin gelişmesinin
de yolunu açtı.
Seattle olaylarının ardından küreselleşme karşıtı eylem rüzgârları
2000 yılının Ocak ayında İsviçre’nin Davos kasabasında yapılan Dünya Ekonomik
Forumu zirvesinde, Nisan ayında Washington’da gerçekleşen Dünya Bankası ve IMF’nin
ortak toplantısında ve Eylül ayında yine Dünya Ekonomik Forumunun Melbourne
toplantılarında kuvvetli bir biçimde esti. Bu eylemlerde Seattle’a oranla daha
az (10 bin ilâ 25 bin arasında) katılım gerçekleşse de, kapitalizm karşıtı söylem
daha öne çıkmıştı ve uluslararası katılımlardan ziyade protestonun gerçekleştiği
ülkelerin vatandaşlarının katılımı söz konusuydu.
Henüz Seattle’daki gösteriler gerçekleşmemişken ilân edilen
26 Eylül 2000 Küresel Eylem Gününün en önemli etkinliğini, WTO ve IMF’nin Prag’daki
yıllık ortak toplantısını protesto eylemleri oluşturuyordu. Oldukça geniş kapsamlı
bir hazırlık faaliyeti ile dikkat çeken Prag eylemleri, işçi sınıfı katılımı
açısından Seattle’ın gerisinde kaldı. Avrupa Birliği adayları arasında ön sıralarda
yer alan Çek Cumhuriyeti’nin bu yönelimine angaje olan sendikaların, “kötü imaj”
oluşturmamak için eylemden uzak durmayı yeğlemeleri yüzünden yerel katılımın
oldukça azalmasıyla, toplam eylemci sayısı 15.000 ile sınırlı kaldı.
Küçük-burjuva muhalifliğin yarattığı bulanıklığın arasından,
henüz yetersiz bir düzeyde olsa bile işçi sınıfının devrimci gücünün yükselttiği
bir ses de duyulmaktaydı: “Birleşen İşçiler Asla Yenilmez”, “Kapitalizme Hayır,
Sosyalizme Evet”, “Geçit Yok”. Enternasyonal marşı aynı anda farklı dillerde
söylendi.
Gün boyu çatışmalara sahne olan sokaklarındaki gösteriler sırasında
burjuvaların Avrupa’sı, yeni oluşturdukları Avrupa Elit Polis Gücü’ne de siftah
ettirme fırsatını buldu. Bine yakın gösterici gözaltına alındı.
İşçi sınıfı ağırlıklı bir eylem olmaktan çok, anarşizan bir
gençlik gösterisi görüntüsü veren Prag eylemleri yine de küreselleşme karşıtı
rüzgârı Avrupa’ya taşımakta etkili oldu. Kapitalistler de artık dünyanın neresinde
toplanırlarsa orada küreselleşme karşıtı yeni bir gösteriyle yüz yüze geleceklerini
görmüş oldular.
Eylem rüzgârları Prag’la birlikte durulmadı. Aksine, küreselleşme
karşıtı protestolara –Seattle hariç– kitlesel katılım ve katkı konusunda çekingen
davranan dünya sendikal hareketinin, Avrupa Birliği’nin Nice-2000 zirvesini
protesto gösterilerine destek vermesiyle, eylemler yeni bir yükseliş sürecine
girdi. Avrupa’nın en üst sendikal örgütlenmesi olan Avrupa Sendikalar Birliği
ETUC’un çağrısı ve organizasyonu ile 6 Aralık 2000 tarihinde Fransa’nın Nice
kentinde Avrupa Birliği üyesi 15 ülkenin işçileri, Avrupa Birliği’nin aday ülkelerinden
işçilerin de aralarında bulunduğu 100.000’den fazla göstericinin katıldığı bir
protesto yürüyüşü ve mitingi düzenlendi.
Bu eylemde de, daha önceki eylemlere benzer biçimde, “Paraya
ölüm”, “Polis her yerde, adalet hiçbir yerde”, “Kapitalist değil, sosyalist
bir Avrupa”, “Bütün işçiler kardeştir ve asla bölünmeyecektir”, “Küreselleşmeye
ve kapitalizme hayır”, “Avrupa’nın WTO’su AB’dir” gibi kapitalizm karşıtı hava
taşıyan sloganlar duyuldu. Gösteriler sırasında çeşitli çatışmalar da yaşandı
ve kapitalizmin işsizliğe mahkûm ettiği genç kesimler arasında biriken öfke,
kapitalizmin simgesi olarak görülen bankalara yönelik saldırılarda ifadesini
buldu. Göstericilerin bir bölümü Paris Ulusal Bankası (BNP) binasını ateşe verdiler.
Bu arada, Avrupa Sendikalar Birliği ETUC’un tüm üyelerine çağrı
yapmasına rağmen, eylemlere katılan işçi sendikalarının daha ziyade sol ve sosyalist
eğilimli sendikalar olduğu görüldü.
Kapitalizmin “küreselleşme” sürecinde oluşan değişimlere emekçi
sınıfların ve sistemin çeşitli yönlerine muhalif diğer kesimlerin tepkileri
anlattığımız bu olaylar çerçevesinde ortaya çıktı ve şekillendi. Ancak güçlü
bir işçi sınıfı damgası ve perspektifi, yani gerçek bir işçi sınıfı enternasyonalizmi
hakim olmadığı sürece bu tür girişimlerin başarı şansının olmadığını unutmamak
gerekir. Bu da şüphesiz, böyle bütünsel bir politik perspektifle donanmış örgütlü
öncü unsurların çalışmalarıyla olabilir.
Sonuçlar
Bazı sözde Marksist kişi ve çevreler, dünyanın diğer kısımlarındaki
işçi sınıfının sömürüsünden beslendiğini iddia ederek, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki
işçi sınıfını artık pek de işçi sınıfından saymamakta ve dolayısıyla bu ülkelerdeki
işçi eylemlerine de burun kıvırmaktadırlar. Oysa kapitalizmin tüm insanlığa
yaşattığı sorunları çözebilecek tek gücün işçi sınıfı olduğunu düşünenler ve
bu uğurda çaba harcayanlar için, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının
kıpırdanmaya başlamasının önemi elbette ki çok büyüktür. Küreselleşme karşıtı
eylemlerde kendini hissettirmeye başlayan kapitalizm muhalifliği henüz pek çok
yanlışı, eksikliği ve zaafı taşıyor olsa da, genç kuşaklarda ve emekçi kitleler
arasında değişmeye başlayan ruh halinin bir göstergesidir. Kapitalist sisteme
karşı yükselmeye başlayan eylemlerin içi işçi sınıfının devrimci bakış açısıyla
doldurulmaya çalışıldığı oranda, sosyalizmin teorik ve tarihsel kaynaklarına
yeniden yöneliş ve enternasyonalizmin temel unsurlarının kitlesel bir seferberlikle
yeniden canlanması yolunda önemli gelişmeler sağlanacaktır.
Unutulmamalıdır ki, küreselleşme karşıtı eylemler daha baştan
uluslararası bir tepkinin ortaya konması arayışı içinde biçimlenmiştir. Bu olgu,
artık kapitalist sisteme karşı mücadelede başarılı olma yolunun ancak ve ancak
uluslararası destek ve birliklerden geçtiğinin görülmeye başlandığının ve bu
durumun gerektirdiği girişimlere yönelindiğinin bir göstergesidir. Henüz başlangıç
düzeyinde ve gerekli örgütlülükten yoksun olan bu tür yaklaşımlar, işçi sınıfının
öncülüğünde bilinçli bir kavrayışa dönüştürüldüğü oranda ilerleyen süreçte yükselecek
mücadelelerin enternasyonal bir karakter kazanması eskiye nazaran sanırız daha
kolay olacaktır.
Aynı şekilde, şu aşamada henüz boz bulanık olsa bile kitle mücadelelerinde
kendini hissettirmeye başlayan kapitalizm karşıtı hoşnutsuzluk, bundan sonraki
mücadeleler için önemli bir maya işlevi görecektir. Ve yine bu eylemler göstermiştir
ki, kapitalist sistemin yol açtığı sorunlardan olumsuz etkilenen kitleler eskisi
kadar uysal ve kaderlerine razı bir ruh hali içinde değillerdir. Şüphesiz ki
bu eylemler, işçi sınıfının otomatik olarak bilinçlenmesine yol açmıyor. Ancak,
işçi sınıfının öncü kesimlerinin bugünü anlamaları ve politik yönelimlerini
sağlıklı bir zemine oturtabilmeleri için önemli veriler sunuyor.
Seattle, Washington, Prag ve Nice’te gerçekleşen eylemlerdeki
havaya damgasını vuran siyasal ve ideolojik söylem ve içerik, işçi hareketinin
dünya çapında henüz örgütsüz ve güçsüz olduğu bu dönemde, genelde küçük-burjuvazinin
mantalitesini ve tepkiselliğini yansıtmıştır. Bu yüzden bu eylemler kendi içinde
pek çok geri yönelimi ve söylemi de barındırmaktadır. Hiç tereddüt etmeden söylemek
gerekir ki, bu tepkiler esas olarak emperyalizme karşı bir küçük-burjuva muhalefeti
niteliğindedir ve daha çok anarşizan bir gençlik hareketi görünümündedir. Biçimi
ve içeriği etkileyen proleter unsurlar henüz çok sınırlıdır, ancak öne çıktığı
oranda da eylemlerin etkisini arttırmaktadır. Bir diğer önemli nokta da eylemlerin
henüz sadece gösteri niteliğinde olmasıdır. Gösterilerle birleşen ve kapitalizmi
asıl sarsacak alan olan üretimi etkileyecek grevler önemli boyutlarda değildir.
Fakat yine de bu süreçten çıkartılabilecek önemli bir sonuç
var. Bu tür eylemlerin yükselişi, II. Dünya Savaşı sonrasındaki “boom”un olağanüstü
bir üretim genişlemesi yaratan etkisi yüzünden doğan ve kapitalizmin yaşayabilirliğinin
kanıtı, dolayısıyla Marksizmin çürütülüşü olarak algılanan yanılsamaların ortadan
kalkmaya başlayacağına işaret ediyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde kapitalist
üretim sürecinin boom yılları boyunca yaşanan gerçeklik, bu ülkelerdeki işçi
sınıfı için, kapitalizmin reforme edilmiş olduğu ve devletin artık herkesin
çıkarını koruduğu yanılmasına da kuvvetli bir dayanak olmuştu. Şimdi işlerin
tersine dönmesiyle birlikte bu yanılsamaların dayanakları birer birer ortadan
kalkmaktadır.
Yeri gelmişken ekleyelim, işçi sınıfının tarihsel örgütlenme
araçlarından biri olan sendikaların önemi, özellikle Seattle ve Nice gösterilerinde
sahneye çıkmalarıyla birlikte bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu. Gerici
dönemler boyunca perçinlenen sendika bürokrasisinin örgütler üzerindeki egemenliği
yüzünden “şüphe” ile bakılan ve devrimci faaliyetlerle bağı kopmuş görünen işçi
sendikaları, bu geri halleriyle bile sınıf mücadelesinde ne denli önemli rol
oynadıklarını “gözleri görmek istemeyen” kişilere bir kez daha hatırlatmış oldular.
Emperyalizm çürümekte olan kapitalizmdir. Kapitalizm, üretici
güçlerin gelişiminin önündeki engelleri aşmada giderek daha yetersiz hale gelmektedir.
Tekelleşme ve onun ihtiyaçları doğrultusunda oluşturulan yapıların dünya ölçeğinde
kurumsallaşması, vahşi rekabeti ortadan kaldırmamaktadır. Tersine, rekabetin
yeni biçimleri üretimin toplumsallaşmasını daha yüksek bir düzeye ulaştırmaktadır.
Bunun yanında mülkiyetin “özel” niteliği ise sürmektedir. Yani kapitalizmin
en temel çelişkisi günümüzde de derinleşerek varlığını sürdürmektedir. Ve yine
bu gelişmeler proletaryanın toplumsal devriminin önkoşullarını daha da olgunlaştırmaktadır.
Kapitalizm şimdi kendi “mezar kazıcısının” işini bitirmesini
bekliyor. Bugün aslında herkesin tüm temel insani gereksinimlerinin karşılanabileceği
muazzam olanaklar varken, mali sermayenin kâr hırsı ve kendi genişlemesine yönelik
yıkıcı faaliyeti nedeniyle milyarlarca insanın açlık, sefalet, işsizlik batağında
kıvranması, kapitalist düzenin yarattığı çelişkiyi ve onun gerçek yüzünü çıplak
biçimde gözler önüne sermektedir.
Kapitalizmin “küreselleşme”si, dünyanın tek bir kapitalist sistem
altında bütünleşmesi, işçi sınıfı için de dün olmadığı kadar uluslararası nitelikte
yeni bir mücadele döneminin açılması anlamına gelmektedir. Ve bu mücadelenin
temel gereksinimi, işçi sınıfının dünya çapında siyasal örgütlülüğüdür. Bu nitelikte
bir örgütün yaratılması yolunda mücadele edilmesi ertelenemez bir görevdir.
Nice eksikliklerine rağmen daha baştan uluslararası arenada sesini duyurmaya
çalışan Seattle, Prag ve Nice’teki eylemler, bir bakıma esas ihtiyaç duyulan
şeye işaret ediyor. Ancak, kapitalist dünya sistemine karşı uluslararası muhalefeti
gerçek ve etkili bir mücadeleye dönüştürecek olan yönelim ancak işçi sınıfının
uluslararası mücadele perspektifiyle edinilebilir. Unutmamalı ki '68 yükselişinin
kapitalist düzene karşı harekete geçirdiği büyük muhalefet potansiyeli, içi
bütünlüklü bir siyasal program ve perspektifle doldurulamadığı; işçi sınıfının
öncülüğü ve emekçi kitleler üzerindeki ideolojik hegemonyası sürekli kılınamadığı
için yenilmişti. Çünkü dünya işçi sınıfı, bunu sağlayacak aygıta, uluslararası
bir siyasal örgütlülüğe ne yazık ki sahip değildi.
Mart 2001
[Anasayfa'ya
Geri Dön] [Küreselleşme Sayfasına
Geri Dön]
[1] Sadece Boeing
ve Airbus şirketleri, sivil amaçlı uçak üretiminin yüzde 95’ini gerçekleştirmektedir.
Bugün küresel kahve üretiminin yüzde 80’ini iki, tütün endüstrisinin yüzde 87’sini
dört şirket kontrol etmektedir. Ulusötesi şirketler, ayrıca, dünyanın endüstriyel
kapasitesinin, teknik bilgisinin çoğuna (tüm dünyadaki teknoloji ve patentlerin
yüzde 90’ına) sahiptirler.
Çokuluslu tekeller ekonomi üzerindeki kontrollerini olağanüstü
boyutlarda arttırmışlardır. Örneğin Mitsubishi şirketi, onu dünyanın en kalabalık
dördüncü ülkesi olan Endonezya’dan daha büyük yapan birleşik bir ekonomik faaliyeti
sürdürmektedir. Mitsubishi grubunu oluşturan firmalar roketten şişeye kadar
herşeyi üretmektedir. Şirketin yıllık toplam geliri 175 milyar doları geçmektedir.
Mitsubishi Bank 820 milyar dolarlık varlığıyla dünyanın en büyük bankalarındandır.
[2] Aktaran O.
Türel – Cem Somel, Küreselleşme, İmge Y., s.47.
[3] Çok değil,
bundan 15-20 yıl öncesinde %3’ler düzeyinde seyreden işsizlik oranlarına sahip
olan Avrupa ve Kuzey Amerika’nın en gelişmiş ülkelerinde bile işsizlik oranları
%10-15’ler düzeyine çıkmıştı. Yine aynı ülkelerde yoksulluk sınırının altında
yaşayan ailelerin oranı 1997 yılı itibariyle %20 ila 30’lar düzeyine çıkmıştır.
[4] ILO’nun 97-98
verilerine göre dünya üzerinde sendikalılık oranı %50’nin üzerinde kalan ülke
sayısı yalnızca 14’e inmişti ve verileri alınan 92 ülkeden 48’inde sendikalı
işçilerin sayısı %20’ye kadar düşmüştü.
[5] 1995 yılı
Kasım ayında patlak verip 1996 yılına sarkan ve gündemi belirleyen Fransa’daki
işçi eylemleri birdenbire başlamış ve sürekli yükselmişti. Eylemler neo-liberal
ideolojinin epeyce darbe yediğinin, inandırıcılığını yitirdiğinin ilk belirtileri
olmuştu. Aynı şekilde 1996 yılı boyunca Amerika, Kanada, Almanya, İngiltere
gibi diğer gelişmiş kapitalist ülkelerde ve General Motors, Daimler-Benz, Opel,
Ford vb. en büyük uluslararası tekellerin işletmelerinde birçok grevler yaşandı.
Diğer pek çok Avrupa ülkesi ile Brezilya, Güney Kore, Arjantin ve Japonya gibi
ülkelerde de 1996 yılı diğer yıllara sarkan benzer işçi eylemleri ile geçti.
[6] Eylemlere
Amerikan çelik işçileri, ulaşım sektörü emekçileri ve Kanadalı otomobil işçileri
örgütlü oldukları sendikalar önderliğinde katıldılar. Eylemler uzun süreden
beri hazırlanmaktaydı. Örneğin bu hazırlıklar çerçevesinde, bir ay önce New
York’tan başlayan turları ile çoğunluğu Hindistan’dan katılan işçiler, işsizler
ve köylülerden oluşan PGA oluşumunun bir ekibi, Amerika’yı boydan boya katetmiş,
yol boyunca küreselleşme ve kapitalizm hakkında konuşmalar yapmıştı. Eylemler
önemli bir kamuoyu etkisi yaratmasının yanı sıra dünya burjuvalarının toplantılarının
tüm düzenini de bozdu. Bu etkiler ve eylemlerin sert havası nedeniyle Amerika’da
uzun bir zamandan sonra ilk kez sokağa çıkma yasağı ilân edildi.
Çoğunluğunu sendikalı işçilerin ve sosyalist öğrencilerin oluşturduğu
eylemcilerin sabahın erken saatlerinden itibaren Seattle caddelerini işgal ederek
başlattıkları protestolar etkisini, Uluslararası Liman İşçileri Sendikasına
üye işçilerin ABD’nin batı sahillerindeki bütün limanlarda grev ilân etmesi
ve Seattle limanını kapatması ile arttırdı. Amerikan Sendikalar Birliği AFL-CIO
üyesi metalürji ve liman işçileri, hizmet sektöründe ve tarımda çalışanlar,
öğretmenler ve tır şoförleri ile ABD’nin çeşitli bölgelerinden gelen diğer örgütlü
işçiler, eylemcilerin yarıya yakınını oluşturuyordu. Ayrıca dünyanın dört bir
yanından gelen işçi temsilcileri de eylemciler arasında idi.