KADIN VE KAPİTALİZM
Barbara Humphries
Kapitalist sınıf bir bütün olarak işçi sınıfını çok daha başarılı
bir şekilde sömürebilmek için, her zaman ırk veya cinsiyet temelinde, “böl ve
yönet” politikasıyla hareket etmiştir.
Eğirme ya da dokumanın el tezgâhlarında yapıldığı dönemlerde,
ev ve iş, bir ve aynı yer demekti. Sanayileşme, ev ve iş arasında hızlı ve keskin
bir işbölümü yarattı. 19. yüzyıl Britanya’sında sanayi devrimi yıllarında görülen
ve dünyanın her tarafında tekrarlanan manzara buydu. Evle iş arasındaki bölünme,
erkekle kadın arasındaki işbölümünü derinleştirdi. Erkek para kazanan ana unsur
oldu ve kadına da çocuk bakımıyla ev işlerini çekip çevirmek kaldı. Ne var ki
kadın aynı zamanda ailenin gelirine destek olmak için ev dışında da çalışmak
zorundaydı. Kadınlar, patronlar tarafından ucuz işgücü kaynağı olarak ve erkek
işgücünün zor bulunduğu ya da ihtiyaç duyulduğu savaş gibi durumlarda kendisine
başvurulabilecek yedek işgücü kaynağı olarak görülüyordu. Kadınlar patronların
kendilerine ihtiyaç duyduğu boom dönemlerinde çalışmaya teşvik edildiler. Resesyon
başlar başlamaz da kadından evine dönmesi ve işini erkeklere bırakması istendi.
Bu tür olayları son yıllarda da gördük. Ekonomik durgunluğun yaşandığı Muhafazakâr
hükümet döneminde, bu parti, eşlerinin geçimini sağlayan erkek işçilere “aile
bazlı ücret” verilmesini gündeme getirdi. Azalan işsizliğin yanı sıra Britanya’da
ekonominin yine canlandığı dönemde, “Yeni İşçi” hükümeti, çalışmayıp yalnız
yaşayan ebeveynlere yapılan yardımları keserken, çalışan ailelere vergi indirimi
ve çocuk yardımı sunarak, bilhassa kadınları çalışmaya teşvik etme konusunda
çok heveslidir.
Tarihsel olarak bu işbölümünün işçi sınıfı ve örgütleri açısından
çeşitli sonuçları olmuştur. Her şeyden önce, işçi kadınların sadakati, bazen
ev ile işte daha iyi bir ücret için verilen mücadele arasında bölünüyordu. Sanayi
dönemi öncesinde, sınıf mücadelesinde, örneğin ekmek fiyatını protesto etmek
için yerel toprak sahibine, kiliseye ya da beye karşı yapılan doğrudan eylemler
sırasında kadınlar da yerlerini almıştır. Ayaklanma, bir parça ekmek elde etmenize
yardımcı olmak gibi kazanımları derhal sağlarken, grev kısa vadede fedakârlık
ve sıkıntılara katlanmak anlamına gelebiliyordu. Bu özellikle ailenin beslenmesinden
sorumlu olan kadını etkiliyordu. İkinci olarak, erkekten daha düşük ücrete çalışmaya
hazır olan kadın, bazıları tarafından kendi işlerine ve ücretlerine yönelik
bir tehdit olarak algılanmaktaydı.
Bazı erkek işçiler, işe göre ücret için mücadele vermek yerine,
yanlış bir biçimde çözümü kadınların çalışma hayatından uzaklaştırılmasında
ve “aile bazlı ücret”te göreceklerdi. Gerçekten de farklı türden işler yaptıkları
alanlarda kadınları sendikal harekete katmak bir sorundu. Britanya’da kadın
işinin doğası 19. yüzyılın başlarından itibaren köklü bir değişime uğramıştır.
O sıralar ana istihdam alanı ev hizmetleri ve pamuk fabrikalarıydı. Bugünse
Britanya’da kadınların çoğu bürolarda ve hizmet sektöründe çalışıyor. Fakat
esasen kadın işi olarak görülen iş alanları sağlık, eğitim ve sosyal hizmetlerde
hâlâ mevcut. Ücretler genellikle daha düşük. Asya’da, Latin Amerika’da ve dünyanın
birçok yerinde, kadınlar hâlâ fabrika yasalarının ve sendikal hareketin gelişiminden
önceki 19. yüzyıl Avrupa’sına benzer koşullardaki fabrikalarda çalıştırılıyorlar.
İşyerinde kadın
Kadınlar işyerinde merkezi bir konuma sahip olmuşlardır. Muhafazakârlar
ve diğer gericiler, kadının “evine dönmesi” gerektiğinden söz ederlerken, kadınların
yerinin yalnızca evle sınırlı olduğu bir dönemin mevcut olduğu yanılsamasına
kapılıyorlar. İşçi sınıfı kadınları açısından bu dönem, ev ve işyerinin aynı
mekân olduğu ev sanayii dönemiydi yalnızca. Tarihsel olarak orta ve üst sınıfın
kadınları yaşamlarını sürdürmek için çalışmak zorunda değillerdi (artık durum
orta sınıf denilen kesimden kadınlar açısından çarpıcı bir şekilde değişmiştir
ve bu orta sınıfın proleterleşmesinin zorunlu bir sonucudur). İşçi sınıfı kadınları,
mali zorunluluklar yüzünden hayatları boyunca düzenli aralıklarla işgücüne dahil
olmuşlardır. İşçi kadınların mücadelesinin daima bir bütün olarak işçi sınıfının
mücadelesine bağlı olmasının nedeni budur. “Burjuva feminizmi”ne ait fikirler
de bu nedenle, toplumdan yalıtılmışlıklarına ve kocalarına bağımlı oluşlarına
öfkelenen orta sınıf kadınları arasında kök salmıştır. Örneğin Süfrajet hareketine
önderlik eden kadınların bazıları, esas olarak kocalarıyla eşit olmayı istiyorlardı.
İşçi sınıfı kadınlarının ise, bir kadın olarak kendi kurtuluşları için olduğu
kadar, sınıflarının kurtuluşu için de mücadele etme görevleri bulunuyordu.
Geçen onyıllar boyunca çalışma modelleri dünya çapında değişti
ve genel kanıya göre işyerleri “feminize oldu”. Buna tarihsel bir perspektiften
bakmak gerekir. Kadınların çalışması yeni bir olgu değildir. Fakat işin değişen
doğası, kadın çalışanların da erkek çalışanlar kadar uygun, hatta çoğu durumda
daha esnek görülmesi anlamına gelmiştir. Part-time çalışma patronlar için kârlıdır,
bu kreşi olmayan işyeriyle ev arasında cambazlık yapmak zorunda kalan kadınların
da işine gelebilir. Ailelerin küçülmesi nedeniyle, kadınlar aslında yaşamlarının
büyük kısmında çalışmaya müsaittirler. Belki de bu, çalışmayı evleninceye kadar
geçici bir önlem olarak görüp, “saygın olmayan” bir şey addeden orta sınıf kadınlar
için bir değişiklik anlamına gelmiştir. “Eşlerinin çalışmak zorunda olmaması”
orta sınıfın erkekleri ve bazı vasıflı işçiler için gurur verici bir duyguydu.
Artık profesyonel ve beyaz yakalı işlerde çalışan kadınlar, esas olarak mali
zorunluluklar nedeniyle çalışıyorlar; her ne kadar çocuk bakmak istemeyen kariyer
düşkünü yuppiler şeklinde bir portre çizseler de bu böyledir. Günümüzde öğretmen
maaşı ile ev geçindirmek zordur.
Sanayi Devrimi
Sanayi devriminden önce, sanayi evde zanaat temelinde gerçekleştirilmekteydi.
Dokumacının kulübesi aynı zamanda işyeriydi ve tüm ailesi, karısı ve çocukları,
uzun saatler çalışmakla meşguldü. Sanayi devrimi bu modeli değiştirdi. Dokumacılık
ve eğirmecilik kulübelerden çıkıp fabrikaya girdi. El tezgâhı dokumacılarının
ücretlerinin düşüklüğü, onları en sert disipline maruz kalacakları bu yeni fabrikalarda
iş bulmak “zorunda” bıraktı. Daha önce kendi işyerleri üzerinde belli bir denetimi
olanlar, şimdi kapitalistin sultası altındaydılar. Fabrikaların çevresinde,
yaşam koşulları berbat olan, sağlıksız ve aşırı kalabalık yeni şehirler boy
göstermeye başladı. Bütün ailenin saatlerce çalışması, işçi sınıfının aile yaşamını
yok etti. Bu, egemen sınıfın “aile değerleri”ne ilişkin ikiyüzlülüğüydü. Bugün
aynı ikiyüzlülüğü, uzun ve insanlık dışı çalışma saatleri doğrultusunda artan
baskıda görüyoruz. Sanayi devrimin ilk dönemlerinde kadınlar ve çocuklar kömür
madenlerinde çalıştırılmak üzere işe alınırlardı.
Bu da yine egemen sınıfın, “kadın kısmı”na ilişkin ikiyüzlülüğünü
göstermekteydi. 1813’te, Cumbria’daki Whitehaven madenindeki bir gözlemcinin,
çalışırken gördüğü kadınlar hakkında söyledikleri şunlardır: “Çoğu yarı çıplaktı,
kirden kararmışlardı ve o kadar çirkinleşmiş ve hor kullanılmışlardı ki, erkek
soyundan gelmiş bir soya benziyorlardı”. İlk başlarda kadınlar, madenlerde,
bir erkeğin çalışmasına ihtiyaç duyulmayan işlerde kullanıldılar. Sırtlarında
kömür seleleri taşıdılar. Bu kadınların sırtlarında ve bacaklarında deformasyonlar
oluştu, mide ve akciğer rahatsızlıklarına maruz kaldılar. Hamile kaldıklarında
korkunç komplikasyonlarla yüz yüze geldiler. 1842’de, Britanya’daki madenlerde
kadınların çalışması nihayet yasaklandı. 1847’de kadınların çalışması günde
10 saatle sınırlandırıldı. Sendikal hareket bunu, bütün işçiler için 10 saatlik
işgününe doğru bir adım olarak destekledi. Çoğu işverenin buna direndiğini ve
vardiyalı çalışmaya geçerek bunun üstesinden geldiklerini söylemeye gerek bile
yok.
19. yüzyılda, kadınların ev sektöründen sonra en çok çalıştırıldıkları
alan tekstil sanayiiydi. Yeni tekstil fabrikalarında çoğunlukla kadınlar ve
çocuklar çalışıyordu. 1830’larda, işgücünün üçte biri ilâ yarısı 21 yaşın altındaydı.
Vasıfsız dokuma ve eğirme işlerinin yapıldığı fabrikalarda çalışanların yarısını
kadınlar oluşturmaktaydı. Vasıflı işlerse erkeklere ayrılmıştı. Fabrikalardaki
kadın ve erkek işi ayrımı, sendikaların gelişmesini de etkiledi. Eğirmeci birlikleri,
ücretleri düşürdüklerine inandıkları vasıfsız kadınlar kitlesini dışladılar.
Tekstil fabrikalarında çalışan kadınların zarar gördükleri, pamuk eğirmecilerinin
çocuklarının %39’unun ölü doğduğu ve yalnızca %50’sinin beş yaşına gelebildiği
rapor ediliyordu. Çalışma koşulları, çeşitli deformasyonlara yol açıyordu. İşlerini
kaybetmekten korkan anneler doğumdan üç hafta sonra fabrikaya dönüyordu ve bazen
bebekler fabrikalara getiriliyor, anne ancak mola verebildiğinde bebeğini emzirmek
zorunda kalıyordu. Bazı kadınlar orada doğum yapıncaya kadar fabrikada çalışıyordu
ve evde kalan daha büyük çocuklara rahat durmaları için afyon içirilebiliyordu.
Havalandırmanın kötü oluşu, uzun çalışma saatleri ve sürekli ayakta kalmak,
bu kadın işçiler üzerinde olumsuz sonuçlara yol açtı.
Fakat fabrikalarda çalışan kadınlar kendi geçimlerini sağlayarak
yeni bir statü kazanmış ve bağımsızlıklarını elde etmişlerdi. Mevcut düzenin
kodamanları, “fabrika kızlarının yaşadıkları ahlaki çöküntü”den yakınıyordu.
Kadın işçiler radikalleşiyor ve Çartizm gibi politik hareketlere ve Robert Owen’ı
destekleyen sosyalistlerin kurdukları sendikalara katılıyorlardı.
19. yüzyılda kadınlar tekstilin yanı sıra dantelacılık, metal,
jüt elyafı, ciltçilik ve zincir yapımı gibi her türlü işte çalışıyordu.
20. yüzyıldaki değişimler
20. yüzyılda kadın işinin doğası radikal biçimde değişti. Birinci
Dünya Savaşında kadınların kitlesel olarak çalışmasına tanık olundu. Bütün büyük
Avrupa ülkelerinde, kapitalist sınıf cephedeki erkeklerin yerine kadın işçileri
sürdü. Birinci Dünya Savaşının arifesinde, çalışan kadınların beşte birinden
fazlası ev hizmetinde çalışıyordu. Genellikle en tehlikeli koşullarda ve kuşkusuz
erkeklere verilen ücretlerden daha az ücretler verilerek cephane fabrikalarında
çalışmaya teşvik edilen kadınlarla birlikte bu artık değişmeye başlamıştı. Kadınlar
için bu, patronun evinde yaşama mecburiyeti gibi kısıtlamalar anlamına gelen
ev hizmeti köleliğine göre bir ilerleme demekti. Bununla birlikte, cephane fabrikalarında
hız artırımı sömürünün artmasını da beraberinde getirdi. Bu, sendikal harekete
büyük bir meydan okumaydı. Kadınları işgücünden söküp atmanın imkânsızlığıyla
yüz yüze gelen sendikalar, “işe göre ücret için mücadele vermek” zorunda kaldı.
Clydeside’da, Sheffield’da ve metal sanayiinin diğer merkezlerinde, en büyük
çaba gösterenler tabandaki işyeri temsilcileriydi. Bu sırada sendikal hareketin
resmi önderliği, hükümetin savaş girişimlerini desteklemek için milliyetçi bir
çaba içindeydi ve sendikal hareket çerçevesinde elde edilmiş olan bütün kazanımlardan
vazgeçmekle meşguldü.
Benzer şekilde savaş döneminde Almanya’da da kadın işçi sayısı
%230 arttı. Çok geçmeden, metal sanayiinde ve makine araçları sanayiinde yalnızca
kadın işçiler çalışır oldu. Almanya’nın en büyük silah fabrikası olan Essen’deki
Krupps tesislerinde 1911 yılında kadın işçi yokken, 1914 yılında 11.000 kadın
işçi çalışmaktaydı. Gece işini yasaklamak gibi kadın işçileri koruyan bütün
yasalar, savaş döneminde nerdeyse hiç uygulanmadı. İşverenler kadın emeğinden
devasa kârlar elde ettiler. Kadınlara erkeklerden daha az ücret ödeniyordu.
Almanya’da yapılan ve kadınların katıldığı savaş karşıtı gösterileri ateşleyen
de, sömürünün bu seviyede olmasıydı Çok düşük ücretlerle ailelerine bakmaya
çalışan kadınların evde ve işyerinde suyu sıkılıyordu. Hükümetin savaş kampanyasını
koşulsuz destekleyen Alman Sosyal Demokrat Partisinin resmi örgütünce desteklenmemesine
rağmen açlık yürüyüşleri örgütlendi.
Savaştan sonra kadınlar evlerine ya da ev hizmetçiliğine dönmek
istemediler. 1920’li ve 30’lu yılların yüksek işsizlik oranları, kadınların
çalışmaktan vazgeçirilmesinde etkili oldu ve hükümetler kadınları yeniden işgücünün
dışına sürdüler. İşsizlik yasalarının birinde geçen “gerçek anlamda iş aramayanlar”
maddesi, tıpkı bugünkü iş arama ve yerleştirme sisteminde olduğu gibi, kadınları
ev hizmetlerinde çalışmaya zorlamak için kullanıldığı gibi, erkekleri de beğenilmeyen
ve düşük ücretli işleri kabul etmeye zorlamak için kullanıldı. Bu tür işleri
reddetmeniz, işsizlik yardımını da kaybetmeniz demekti.
1930’larda, Nazi Almanya’sında kadınlar zorla işlerinden edildi
ve yerlerine erkekler işe alındı. Almanya ve Avusturya’da kadınlar 1929 krizinin
yol açtığı kitlesel işsizliğin en ağır yüklerine katlanmak zorunda kaldılar.
Kadınlar sigortasız çalıştırılıyor, bu yüzden de işsizlik yardımı hakkını kaybediyorlardı.
Sendikalar ve sosyal demokrat partiler gibi işçi sınıfının geleneksel örgütleri
bile, kadınları ve onların çalışma hakkını koruyamadılar. Avusturya Komünist
Partisi, 1930’ların Stalin Rusya’sında olduğu gibi anneliği kutsayarak, kadınları
“ev ve iş gibi iki ağır yükten” kurtarma işine yoğunlaştı. Devlet dairelerinde
çalışan kadınlardan, önce işlerini bırakmaları istendi. Almanya’da iktidarı
Nazilerin ele geçirmesinin ardından, kadınların işgücünün dışına itilmesi, işsizliği
alt seviyelerde tutmak için kullanıldı. Bu yönteme Avusturya’daki darbeden sonra
tekrar başvuruldu. Annelik, Nazi programının kadınlara ilişkin bölümünün temel
taşıydı; sözde üstün ırkın korunması. Evlendikten beş yıl sonra çocuk sahibi
olmayan çiftler para cezasına çarptırıldı, dört ve daha fazla çocuk sahibi olanlarsa
ödüllendirildi. Öte yandan çingeneler ve diğer azınlıklar zorla kısırlaştırıldılar.
Aile saadeti programına bağlı bu Nazi propagandasının doğrudan Alman kapitalizminin
hizmetinde olduğu görülebilir. Kadınlar 1930’lardaki ekonomik çöküş sırasında
işsiz bırakılmışlardı. Ekonomi silahlanma temelinde büyümeye başladığında, ve
özellikle 1939’da savaş patlak verdiğinde, Nazi rejimi dahi kadınları işgücünden
dışlama politikasını terk etmek zorunda kaldı. Savaş patlak verdikten sonra
kadınların yüzde 38’i çalışıyordu. Çalışma şartları sıkı kontrol altındaydı
ve erkeklerden daha az ücret alıyorlardı, özellikle kadınlara uygun olduğu düşünülen
işlerde istihdam ediliyorlardı.
Britanya’da yeni iş olanakları ortaya çıkmaya başlıyordu. Diğer
önemli sanayiler gibi tekstil de 1918’den sonra zayıfladı ve Britanya’da tekrar
asla büyük bir sanayi olmadı. Tersine, işler hafif metal sektöründe ve büyümekte
olan hizmet sektöründeydi, bu durum hem kamu hem de özel sektör için geçerliydi.
Genç kadınlar da ya mağaza işlerine yöneliyor veya masa başında çalışıyorlardı
ve işin “yüksek statüsü” onları cezbediyordu. Fakat düşük ücretler ve uzun çalışma
saatleri, çok geçmeden bu illüzyonu ortadan kaldırıyordu. Mağazaların çoğunda,
personel hâlâ “çalıştığı yerde yiyip yatmak” zorundaydı ve deneme süresi boyunca
paraları aileleri tarafından karşılanıyordu. Bu tür işyerlerinde sendikal gelenek
yoktu ve çalışma saatleriyle ilgili yasalar çoğunlukla hiçe sayılıyordu.
İstihdam eğilimi sanayiden hizmet sektörüne kayıyordu; 1891-1906
yılları arasında masa başında çalışanların sayısı yüzde 20 arttı. 1850’de çalışanların
%1’i büro işçisiyken, 1971’de bu sayı %40’a yükselmişti. Büro işi artık ayrıcalıklı
azınlığın korunağı değildi, bürolar fabrika haline gelmişti. İşe yeni alınanların
çoğu kadındı. 1930’larda masa başında çalışanlar, verem gibi hastalıklara yol
açan kötü havalandırmalı bürolarda genellikle haftada 60 saate kadar çalışmaktaydılar.
Çalışma Bakanlığının 1963 yılında yayınladığı rakamlara göre, kadınların %9.8’i
vasıflı işlerde, %41.8’i vasıfsız işlerde, %25.3’ü ise masa başı işlerde çalışıyordu.
1965’te kadınlar işgücünün %34.8’ini oluşturmaktaydı. Günümüzde (2001) bu rakam
%50’nin üzerine çıkmıştır. 1965’te evli üç kadından biri çalışırken, 50 yıl
önce bu oran onda birdi. Bu eğilimler günümüze kadar sürmüştür ve kadının toplumdaki
rolüne ilişkin kesin bir değişikliğe işaret etmektedir. 1950’lere kadar pek
çok meslek için evlilik bir engeldi, kadınlar evlenince işi bırakmak zorunda
kalıyorlardı. Bu, öğretmenlere, postane çalışanlarına ve memurlara uygulanıyordu.
Savaş sonrası boom yıllarında –1950’li ve 60’lı yıllarda– bu engellerin kaldırıldığı
ve kadınların işgücünün sürekli bir parçası haline geldiği görüldü. Şimdi bu
duruma geri dönülmesi düşünülemez gibi görünüyor, fakat büyük bir resesyon döneminde
kadınlar tekrar işgücünden çıkarılabilir. Marksistler olarak biliyoruz ki, varlık
bilinci belirler!
Kadınlar ve Sendikalar
Kadınlar sendikal hareket içinde örgütlendiler. Bazen vasıflı
erkek işçilerin direnciyle karşılaştılar. Erken dönemlerde, kadınların çalışmasının
geçici doğası nedeniyle, fabrikalardaki ilk birlikler kısa ömürlüydü ve yerel
temelde inşa ediliyordu. Kadınlar da, sadece kadınların çalıştığı yerlerde çalışma
eğilimindeydiler, bunun anlamı yalnızca kadınlardan oluşan branşların kurulmak
zorunda olmasıydı. Örneğin Robert Owen’ın Büyük Ulusal Birleşik Sendikası, kadınların
loncalarını ayırmıştı. İşçi hareketinin ilk dönemlerinde, devrimci Çartist Hareket
zamanında, çamaşırhanelerde, dantelacılarda ve ciltçilerde grevlere tanık olundu.
Kadınlar 1842 Çartist genel grevine katıldılar.
Britanya’da, 19. yüzyıl ortalarında, sendikacılığa, ücretleri
yükseltmek için mesleğe girmeyi kısıtlama stratejisi güden meslek birlikleri
egemendi. Bu da kaçınılmaz olarak kadın işçilerin dışlanmasını getiriyordu.
Sendikalar, politik olarak Liberal Partinin kuyruğuna takılmış Applegarth ve
Broadhurst gibi saygın sendika önderleri tarafından yönetiliyordu. Bunlar kadınların
sanayide çalışmalarına karşıydılar. Broadhurst şunu iddia ediyordu: “Erkekler
çocuklarının ve ülkelerinin geleceğini düşünmek zorundadır, karılarının güçlü
erkekler dünyasında yaşam mücadelesi verip sürünmek yerine güzel evlerinde oturmalarını
sağlayacak koşulları yaratmak için en büyük gayreti göstermek bir erkek ve koca
olarak onların görevidir.” Karılarını çalıştırmayacak kadar parası olan “işçi
aristokrasisi”nin bakış açısı buydu, fakat bu egemen sınıfın da ekmeğine yağ
sürüyordu. Almanya’da Ferdinand Lassalle da Alman Genel İşçi Birliği içinde
aynı tutumu takındı. Lassalle, kadınların çalışmasının tüm ailenin ücretlerini
azalttığını iddia ediyordu. 1869 gibi geç bir tarihte, Alman Sosyal Demokrat
Parti Kongresinden kadınların çalışmasına karşı çıkan bir karar geçirildi. Fakat
ne yazık ki kadın işçiler artık orada duruyorlardı ve kadınların ucuz işgücü
olarak kullanılmalarını engelleyebilmek için sendikacılara tek yol kalıyordu:
onları örgütlemek. Öte yandan, kadının çalışmasını sınırlayan yasalar erkeklere
de uygulansaydı, bu bütün sınıfın çıkarına olabilirdi. Orta sınıf feministleri
bu yasalara “eşitlik adına” çoğu kez karşı çıktılar. Zincir ve zırh sanayiinde
14 yaşın altında kızların çalışmasını yasaklayan 1887 tarihli bir yasaya, Süfrajetler
(oy hakkını savunan orta sınıf kadın kampanyacılar) hep bir ağızdan muhalefet
ettiler. Bu açıkça ve doğal olarak Süfrajetleri sendikal hareketle çatışmaya
itti. Bu olay kadın hakları mücadelesinin gerçekten nasıl bir sınıf karakterine
sahip olduğunu gösteriyordu.
Erkek sendikacıların başarısızlığa uğradığı yerlerde bazı kadın
reformcular kadınların sendikal hareket içinde örgütlenmesinde olumlu roller
oynadılar. Bu kadınlardan biri de Emma Patterson’du. Patterson, Dewsbury’de
kadın dokumacıların grevini örgütleyen Kadınları Koruma ve Destekleme Birliğini
1874’te kurdu. Bu birlik daha sonra Ulusal Kadın İşçiler Birliğine dönüştü.[1] Eşit işe eşit ücret, düşük ücret
alan mesleklerde ücretlerin düzenlenmesi, haftalık çalışmanın 48 saate indirilmesi,
iş cezalarının kaldırılması, daha fazla fabrika müfettişi, annelik yardımı,
işçi kadınlar için kooperatif evleri ve yalnızca mülk sahibi kadınlar için değil
bütün kadınlar için oy hakkı gibi istemlerle sanayide yerel kampanyalar düzenledi.
Kadınları sendikal hareket içinde aktif olmaya teşvik etti. WTUL, ASE (Birleşik
Metal İşçileri Derneği) gibi birliklerin reddettiği kadınları örgütledi. Hatta
ASE kadınların çalışmasının yasaklanmasını istiyordu! Fakat Britanya sendikal
hareketi tarihindeki bu dönem, işçi hareketinin çehresini ilelebet değiştirecek
olan 1880’lerin fırtınalı olaylarıyla son buldu. Yardımlaşma Dernekleri militan
sendikacılık tarafından gölgede bırakıldı. Kuşkusuz bunun da, kadın işçiler
ve sendikalı işçiler açısından muazzam etkileri olmuştur.
1880’ler ve vasıfsız işçilerin örgütlenmesi
19. yüzyılın sonları Britanya kapitalizmi için fırtınalı bir
dönemdi. Dünyanın atölyesi olma özelliği sona ermiş, işçi sınıfının bir kesimi
için, özellikle de vasıflı işçiler için anlam taşıyan kazanımlar tehdit altına
girmişti. Bu yıllar dok işçileri gibi geçici, vasıfsız işçilerin örgütlenmelerine
de sahne olmuştu. Bu farklı türden bir sendikacılıktı. İşverenler, grevleri
ve sendikal örgütlenmeyi kırmak için, polis, ordu ve mahkemeler tarafından desteklenen
grev kırıcıları kullanıyorlardı. Düzen ve kanun güçleriyle işçiler arasında
pek çok kasabada meydan savaşları yaşandı. Sosyal Demokrat Federasyon ve Bağımsız
İşçi Partisi gibi örgütlerin büyümesiyle, sosyalizm fikirleri de yeniden doğdu.
Tom Mann gibi sosyalistler, işçilerin dok işçileri sendikasında örgütlenmesinde
önemli bir rol oynadılar. Militanlığın yükseldiği bu dönemde, kadın işçi katmanları
da emek hareketine katılmışlardı. Kadınların yer aldığı grevlerin en ünlüsü
kibritçi kızlar greviydi. Kibritçi kızlar ve kadınlar, East End’deki Bryant
ve May fabrikalarında en dehşet verici koşullar altında çalışmaktaydı. Çoğu,
beyaz fosforla çalışmanın bir sonucu olarak çene kemiği hastalıklarına yakalanıyordu.
Çene kemikleri çürüyor ve yemek yiyemiyorlardı. Çalışma koşullarının düzeltilmesi
için yaptıkları grev kitlesel bir destek gördü. 1908’de, “beyaz fosfor” maddesi,
sendikal hareket sayesinde yasaklandı.
Kadın işçiler, 1890’larda Bradford’daki Manningham Fabrikaları
grevine de katıldılar. Ev Hizmetçileri Sendikası kuruldu ve 1897’de TUC’a katıldı.
70 saatlik çalışma haftası ve daha uzun yemek arası için mücadele yürüttü. Sendikanın
taleplerine orta sınıftan gelen kadınlar karşı çıktı. Bir Süfrajet olan Milicent
Fawcett’ın, Bryant ve May kibrit şirketinin hissedarı olması ayrıca ilgi çekici
bir konudur. Bu örnek bize, sınıflar arasında çıkar birliği olamayacağını göstermektedir.
1886’da Birleşik Tarakçılar ve Hallaçlar Sendikasının kurulmasıyla, sendikalar
sonunda tekstil fabrikalarına da girdiler. Bu sektörde üyelerin dörtte üçü kadınlardan
oluşmaktaydı. Kadın işçileri içeren diğer birlikler, Ulusal Birleşik Tezgâhtarlar
Birliğiydi. Büro işçileri, Kadın Büro İşçileri ve Sekreterleri Birliğinde örgütlendiler.
Bir daktilocular bölümü kuruldu.
Uluslararası destek gören dok işçilerinin çok çetin bir mücadele
sonucu ücretlerinde artış sağladığı ünlü “dok zammı” zaferinin ardından, sendikacılık
bir bütün olarak gerilemeye başladı. İşsizliğin artması, patronların sendikaları
işyerlerinden atmasını mümkün kıldı ve üye sayısında 1882-1913 yılları arasında
%30’luk bir düşüş yaşandı. Fakat 1910-1914 dönemi yine sınai militanlığın yükseldiği
bir dönemdi. Bu dönemde sendika üyelerinin sayısı ikiye katlandı ve “hükümeti
almak” üzere dok, maden ve demiryolu işçilerinin Üçlü İttifakı oluşturuldu.
Bermondsey Ayaklanması 1911 yılında gerçekleşti; Londra’daki
limanların etrafındaki gıda işleme fabrikalarında çalışan kadın işçilere, erkek
işçilerle aynı işi yapmalarına rağmen yarı ücret ödenmekteydi ve bunun sonucu
grev patlak verdi.
Bununla birlikte kadınlar sendikal hareketin liderliğini ikna
etmeyi başaramadılar. 1900’de, Sendikalar Kongresinde (TUC) yalnızca iki kadın
delege vardı. Genel Grev yılı olan 1926’da, TUC’a bağlı sendikalara üye olanların
yalnızca altıda biri kadındı. Fakat kadın işçilerin katılımındaki artış sürekli
yükseldi, 1933’te sendikal hareket içindeki kadın sayısı 1914’tekinden daha
fazlaydı. Militanlık yılları uzun dönemli kazanımlar getirmişti.
Erkeklerin muhalefeti ve aile içi baskılar yüzünden, kadınlar
sendikal harekete mücadele vere vere katılmışlardı. Sendikal hareket her yerde
daha güçlü çıktı. Engeller yıkıldı, hatta matbaa ve metal sendikaları bile kadınları
üye kaydetmeye başladılar (her ne kadar farklı renk üyelik kartıyla da olsa).
Kadın Sendika Birliği, sonunda kadın işçilerin örgütlenmesinde önemli bir rol
oynayan Sendikalar Kongresiyle birleşti. Kadın İşçiler Ulusal Federasyonu, Genel
İşçi Ulusal Birliği (GMB’nin önceli) ile birleşti. TUC Kadın Genel Konseyi kuruldu.
Eğilim ayrılmaktan değil birleşmekten yanaydı. Ayrı örgüt kurma girişimleri
geriliyordu.
ABD’de de kadınların örgütlenmesi Britanya’dakine benzer bir
yol izlemiştir. Zanaatkâr bilinç düzeyindeki Emek Şövalyeleri kadınları örgütleme
konusunda isteksizdi, fakat tekstil sanayiindeki –elbise ve terzilik işleri–
kadınlar, Kadın Sendika Birliğinde örgütlendiler. Devrimci bir sendika olan
IWW (Dünya Sanayi İşçileri)[2]
kadın işçileri örgütlüyordu. IWW tarafından örgütlenen grevler, grev gözcülüğü
konusunda önyargıların nasıl kırıldığını göstermekteydi. Çelik fabrikalarında
grevde olan erkek işçilere, kadın ve çocuklar da katıldı. Kadınlar, tutuklanan
ve sürgüne gönderilen erkeklerin yerine grev gözcülüğü yaptılar. Sendika, grevci
işçilerin çocuklarına okulda yüz yüze gelecekleri saldırılara karşı nasıl mücadele
edecekleri konusunda eğitim verdi. İşçi eşleri açlığı önlemek için grev komitelerine
katıldılar, çocuklar diğer şehirlerdeki sendika üyelerinin yanına gönderildiler.
1910’daki Standart Çelik Otomobil Şirketi grevi sırasında yaşanan çok sert bir
çatışmada, kadınlar grev kırıcılara saplı süpürgelerle, sopalarla, merdanelerle
ve diğer mutfak aletleriyle karşı koydular. IWW “kadınlara çağrı” adlı bildirisinde
şunları söylemekteydi:
“Bize göre toplum sınıf ekseninde hareket eder, cinsiyet ekseninde
değil. Cinsiyet ayrımı bizi pek etkilemez. IWW’nin çağrısı, ücretle çalışan
kadınlara ya da işçi eşlerinedir. Kadınların ortak çıkarları olduğunu iddia
eden feminist düşüncenin bize göre gerçekte hiçbir temeli bulunmamaktadır, ...keza
yalnızca kadınlar arası bir dayanışma fikri de ne mümkündür ne de şu anda arzu
edilir bir şeydir. Programımızın başarısı, cinsiyet ayrımı yapmaksızın bütün
işçilerin çıkarına, yaşamak için hiçbir çaba harcamaksızın kâr elde edenlerinse
zararına olacaktır. Emek açısından, kadınların kardeşliği de tıpkı erkeklerin
kardeşliği gibi içi kof bir yalandır. Onun bütün kendini beğenmiş ikiyüzlülüğünün
ve aşırı duygusallığının arkasında sınıf savaşının uğursuz hatları görünür."
1917’de, Rusya’da, St Petersburg tekstil fabrikalarındaki kadın
işçiler, Çarlık rejiminin yıkılışına yol açan grev hareketini başlattılar. Ekim
Devriminin ardından Rusya’da kurulan yeni devrimci hükümet, yıllar içinde, sendikalı
kadın işçilerin senelerdir mücadelesini verdikleri ve ancak rüyalarında görebilecekleri
pek çok önlemi hayata geçirdi. 1917-1926 yılları arasında çıkarılan yasalar,
kadınlara eşit ücret ödenmesini, eğitim hakkını ve paralı doğum iznini kabul
ediyordu. Çocuk kreşleri ve komünal yemekhaneler açıldı. Bağımsız yurttaşlar
olarak kadınların rolü tanındı ve çocuk bakımı sosyal bir görev sayıldı. Bütün
bunlar Avrupa’nın pek çok ülkesinden daha geri olan bir ülkede oluyordu. Fakat
bu reformların çoğu, Rusya’da iç savaşın başlaması ve ardından bürokrasinin
yükselişi nedeniyle yaşayamadı.
Eşit ücret mücadelesi
1906’da kadınların ücreti hâlâ erkeklerin ücretinin yarısı kadardı.
İyi örgütlü olan tekstil sanayiinde, kadınlar erkeklerin ücretinin üçte ikisini
alıyordu. 1885’te TUC, kadınlara eşit ücret ödenmesinin desteklenmesi yönündeki
ilk kararı geçirdi. Eşit ücret ilk kez beyaz yakalıların örgütlü olduğu sendikalar
tarafından hayata geçirildi. 1930’larda, eşit ücret, erkek işçiler için bir
koruma şekli olarak görülüyordu, aksi takdirde daha az ücretle çalışan kadınlar
yüzünden kovulabilirlerdi! 1935’te TUC, Genel ve Belediye İşçileri Sendikasının
önerisiyle bir karar aldı. Kararda, işsizlik sorununun varolan işi bir grup
işçiden diğerine aktararak çözülemeyeceği belirtiliyordu. Karar, işsizliğin
kadınları tam gün çalışmaktan alıkoyarak çözülebileceği yönündeki düşüncelere
karşı çıkıyordu.
1936’da NALGO (günümüzde UNISON’un parçasıdır) eşit ücret konusunu
ele aldı. Aynı yıl kadınlar için gece çalışması yasaklandı. İkinci Dünya Savaşı
sırasında kadınlar için iş olanakları tekrar artmıştı. Hükümet etkin bir biçimde
kadınları çalışmaya teşvik etti, ardından devlet kreşleri ve hatta “İngiliz
restoranları” denen ucuz yemekhaneler kurulmaya başlandı. Bunlar, yorucu bir
günün ardından aileleri için yemek hazırlamak zorunda kalan kadınların yükünü
hafifletti. İdeoloji değişmişti –artık hiç kimse kadınların çocuklarıyla birlikte
evde kalmasının daha iyi olabileceğinden bahsetmiyordu– kazanılması gereken
bir savaş vardı! Savaşın sonunda, uzatılmış boom ve işçiye olan talep kadınların
iş olanaklarını arttırdı, TUC savaştan dönen erkeklerin iş bulmaları için kadınları
işlerini bırakmaya çağıran bir önergeyi yine reddetti. Bununla birlikte eşit
ücret kampanyası karaya oturdu; 1945’te İşçi Hükümeti genel bir ücret dondurumunu
yürürlüğe koydu! Yine de 1956’da, aralarında kadınların ağırlıkta olduğu gaz,
elektrik ve sağlık da dahil olmak üzere pek çok kamu hizmetinde eşit ücret uygulaması
kabul gördü.
Evlendikten sonra da çalışmaya devam etmek kadınlar için genel
kabul gören bir şey haline geldi ve evin gelirleri bu temele dayandırıldı. 1962’de
TUC, eşit ücret uygulanmasını ve kadınların evlendikten sonra işlerine dönmeleri
konusunda eğitim olanağı ve kolaylığı sağlanmasını talep eden bir kadınlar bildirgesi
hazırladı. Ford fabrikalarında Taşıma ve Genel İşçi Sendikasının üyesi olan
kadın işçilerin greve gittikleri ve eşit ücret hakkını kazandıkları 1968 yılında,
eşit ücret mücadelesi yeniden ivme kazandı. Bu, 1970’te Barbara Castle tarafından
teklif edilen Eşit Ücret Yasa Tasarısının yolunu açtı. Tasarı 1976’da yasalaşacaktı.
Patronlar bu yasaya kadın işçilerin işlerini değiştirerek yanıt verdiler, böylece
işe göre ücret ödemekten kaçınabildiler. Çıkarılan yasaya rağmen, sendikal hareket
yasanın uygulanmasını sağlamak için çok uğraş verdi. 1976’da Batı Londra’daki
Trico fabrikasında kadınlar eşit ücret için harekete geçtiler. Aylarca süren
uzun bir grevden sonra, sendikal hareketin tümünden gördükleri dayanışma eylemlerinin
de yardımıyla sonunda kazandılar. Bir dönüm noktası olsa da Eşit Ücret Yasasının
sınırları vardır; kadınlar kadın işlerinde –yemek, sekreterlik ve hafif sanayi–
yoğunlaşmışlardır ve işlerini erkeklerin yaptığı işlerle karşılaştırmak mümkün
değildir. 1975’teki Cinsiyet Ayrımı Karşıtı Yasa da İşçi Hükümeti tarafından
geçirildi ve bu yasa kadınlar için bir başka ileri adımdı. Bu yasaların hedeflerinin
çoğu, kamu hizmetlerindeki kesintiler nedeniyle yerine getirilmemiştir. Kapitalist
sistem altında, elde edilen kazanımlar bile saldırıya açıktır. Tıpkı kapitalist
sınıfın karşı koyuşuna rağmen işçi sınıfı tarafından yıllarca mücadelesi verilen
bütün kazanımlar gibi.
Sonuç olarak 19. yüzyıl tekstil fabrikalarından bu yana çok
yol kat ettiğimizi söyleyebiliriz. Fakat günümüzde işçiler, hatta Avrupa’dakiler
bile, daha uzun ve insanlık dışı saatlerde çalışma baskısı altında yaşıyorlar
ve çoğu her türlü iş güvenliğinden yoksun durumda. Pek çok işçi kısa süreli
sözleşmelerle ya da part-time çalışıyor. Yemek işlerinde, çağrı merkezlerinde
ve akademik alan gibi “ömür boyu iş”ler diye böbürlenilen alanlarda kadın işçilerin
büyük bir kısmı bu şekilde çalışıyor. Günümüzde işverenler kadın işçileri istiyorlar
fakat onlara para ödemek istemiyorlar. Hem ev geçindirip hem de çocuk bakarken,
çalışmanın çifte yükü ağırlıklı olarak bizzat kadınlar tarafından taşınıyor.
Tarihsel bir bakış açısıyla, kadınların çalışma hakkının kapitalizm tarafından
garanti altına alınamayacağını görebiliriz. Bir resesyon döneminde, kadınlar
işlerini ilk kaybedenler arasında yer alacaklardır. Kısa dönemli sözleşmeye
sahip olanlar kolayca işten atılabilir. 1930’larda pek çok Avrupa ülkesinde,
yakın zamanlarda da Doğu Avrupa’da olduğu gibi, kadınların “çifte yükü”ne karşı
gerici bir tepki doğacaktır. Her beş evden birinin sadece kadının kazandığı
parayla ayakta durduğu Britanya’da bunun etkileri felâket olur. Çifte gelirli
evlerin çoğu için de bu durum hayat standartlarında önemli bir düşme anlamına
gelir. İşçi hareketi birleşmek ve çalışan kadınların haklarını savunmak zorunda
kalacaktır.
Mayıs 2001